Deprem ve Yıkılan Duvarlar

.
.

Deprem ve Yıkılan Duvarlar Altında Eşitlik: İnsanın Unuttuğu Gerçek

.

Bir insan olarak hayata gözümüzü açtığımız anda sahip olmadığımız şeylerle değil, olmamız gereken şeylerle sınanırız. Ama biz, yol aldıkça bu sınavı unuturuz. Başarılarımızla, mallarımızla, mevkiimizle övünmeyi öğreniriz. Sınıf farklarını benimseriz, zenginliğimizi ayrıcalık zannederiz. Fakiri, çaresizi, düşkünü sadece bir “başaramamışlık” örneği gibi görürüz. Oysa dünya dönerken kimseye ait değil. Ve hayat, kimin zengin, kimin fakir olduğunu hiç umursamadan bir anda her şeyi altüst edebilir.

Kibirle büyüyen kalpler zamanla körleşir. O körlükle başkasının acısını hissedemez oluruz. Sokaktaki çocuğun çıplak ayağını görmeyiz, evine ekmek götüremeyen babanın çaresizliğini anlamayız. Biz zannediyoruz ki malımızla mülkümüzle yüceliyoruz. Sanki o evler, arabalar, altınlar bizi insan olmaktan başka bir yere çıkarıyor. Oysa gerçek öyle mi?

Bir deprem anını düşün. O sarsıntı başladığında herkes eşitlenir. Altında lüks bir yatakta da uyuyor olsan, bir tahta sedirde de, o sarsıntı herkese aynı korkuyu getirir. O an zenginin güvenlik sistemleri de işe yaramaz, fakirin dua dolu elleri de bir avantaja dönüşmez. Duvarlar yıkılırken mevki de yıkılır, unvanlar da. Betonun altında kalan sadece bedenler değil, insanlığın kibirle ördüğü tüm sahte duvarlardır aslında.

Deprem, sel, yangın gibi felaketler insanın doğaya hükmedemeyeceğini yüzümüze çarpar. Bizse her seferinde unutmaya meyilliyiz. “Bize bir şey olmaz!” diye dolaşırız sokaklarda. Ama olur. Hem de hiç beklemediğimiz bir anda olur. O zaman anlarız ki, mal mülk bir yalandır. O zaman fark ederiz ki asıl zenginlik, başkasına dokunabildiğimiz yerlerdedir.

Fakiri küçümseyen bir yürek, aslında kendi insanlığını yitirmiştir. Çünkü insan olmanın gereği; empati kurmak, acıyı paylaşmak, bir lokmayı bölüşebilmektir. Hiç kimse seçmedi fakir ya da zengin doğmayı. Ama herkes seçebilir nasıl bir insan olacağını. Zengin olup kibirli bir gönle sahip olmakla, fakir ama yüreği zengin biri olmak arasındaki fark, bir gün hepimize gösterilir. Ya bir acı olayda, ya da ölümle yüzleştiğimizde…

Toplum olarak yeniden hatırlamamız gereken en temel gerçek şu: Hiçbir şey bizim değil. Ne zaman, ne para, ne unvan… Sahip olduklarımızla değil, nasıl yaşadıklarımızla hatırlanacağız. Ve kimse o son yolculukta yanında evini, arabasını, altınlarını götüremeyecek. Ama iyi bir söz, samimi bir dua, ihtiyaç sahibine uzanmış bir el... İşte onlar bizden öteye geçecek olanlar.

Kibir, aslında insanın kendini kandırma şeklidir. Ama gerçek; eşitliktir, tevazudur, merhamettir. İnsan, unuttuğu bu değerleri ancak bir acıyla yeniden hatırlıyor ne yazık ki. Ama keşke bunu bir felaketle değil de farkındalıkla başarabilsek. Belki o zaman yıkılan sadece duvarlar değil, aramızdaki yapay farklar da olur. Ve biz, gerçek anlamda “insan” oluruz.

* * *

Ve unutmamalıyız ki…

Maneviyatımızı yükseltmedikçe, hayatın hakikatini kavrayamayız.

Kendimizi bilmek, insan olmanın ilk adımıdır.

Ve “Kendini bilen, Rabbini bilir.”

Bizler şu geçici dünya da birer misafir değil miyiz?

Bu bağımlılık niye?

Şükretmek sadece bir dil alışkanlığı değil, bir yaşam biçimi olmalıdır.

Elimizdekilere kanaat etmek, olmayanla imtihan edilenleri anlayabilmektir.

Sahip olduklarımızın gerçek sahibi biz değiliz; emanetçisiyiz.

Allah’a yakın olmak, kalbin huzurunu bulmak demektir.

Kalbimize imanla, davranışlarımıza merhametle, dilimize şükürle yön vermeliyiz.

Unutma ki; yeryüzünde yürüyen herkes fânî, ama bıraktığı iz bâkîdir.