Kan Gözyaşı Sabır ve Zafer!

.
.

Bu ateşkes;
Mananın maddeye,
Ruhun cisme,
İmanın silaha,

Kanın kılıca,

Tekbirin baruta,
Mazlumun zalime,
İyinin kötüye,
Tevekkülün tekebbüre,
İzzetin zillete,
Basiretin nifağa,
Azın çoğa,
Doğrunun yalana,
Hakkın batıla…
Galebesidir.

Bu savaşın galibi önce şehitlerimizdir.

Onlar bir insanın her şeyi olan canlarını seve seve, bile isteye, gönüllüce, candan, aşk ve şevkle bu zafer hasıl olsun diye takdim ettiler.

Vücutlarının bir parçasını veren yaralı gazileri de şehitlerle aynı sıraya koymalı. Tek farkları, ruhlarını teslim edip Rahman’ın cennetine varmak yerine bir ömür, benim ve senin vefasızlığımızın gölgesi altında eksik bir bedenle yaşayacak olmaları. Halbuki onlar da şehadet şerbeti için can attılar, öne atıldılar…

Bu iki gruba katılacak başka kimler var?
Analar… Ahhh, o analar…
Onlar şehit olmadılar ama şehit anası oldular.
Bu ne demek, hiç düşündük mü?

Şehidin damarlarındaki kan boşalır, ruhu yükselir, bütün acıları diner. Şehit anası ise can mayasını, iki pınara dönüşen gözlerinden bir ömür akıtacak. Bir ömür, içindeki kor ateşe rağmen “şehit anası” olma metanetini korumak üzere, çoktan bükülmüş olan kametini dik tutmak için sabredecek.

Gazze derken sizin aklınıza kimler geliyor bilmiyorum, ama benim, hatta şehit komutanlardan, gözü pek yiğitlerden önce, onları tertemiz eteğinde büyüten anneler geliyor. Bence Gazze annedir; anne yüreğidir, anne gözyaşıdır, anne vefasıdır, anne toprağıdır.

Her şey annenin etrafında dönmez mi zaten? Yuva da anadır, vatan da anadır…

Her şey gelir geçer; savaşlar olur, binalar kurulur ve yıkılır, iyi günler kötü günler yaşanır, biter. Fakat bir tek o “vatan” dediğimiz şey kalır. İşte bu yüzden ana ile vatan, biri birine çok benzer. Koca gider, evlat gider; kimi döner, kimi dönmez. Denizden gelen gemiyi bekleyen liman gibi, yolu bekleyen ise anadır…

Bu yüzden olacak ki yüz yıldan fazladır, bizden anayı alıp yerine moda esiri süslü güzeller vermek için çabalıyor düşmanlarımız.

Gazze direndiyse, anaları “ana” olarak kalabildiği içindi.

Şimdi, çocukların büyüklerin ateşkes sevinci çığlıkları, kutlamaları arasında, o anaların yürek sızısı kayboluyor mu acaba? Sanmıyorum, ama onlar o kadar asiller ki bunu bile belli etmezler.
Artık acıyı bağrına basıp, vatanı yeni şehitler yetiştirmek üzere imar etme vaktidir onlar için.

Ya babalar?
Onların birçoğu zaten yoktu bu savaşta. Bilmiyor musunuz ki direniş savaşçılarının yarıdan çoğu şehit çocukları! Bulunanların da birçoğu ya şehit, ya da yaralı…

Allah’ım, ne büyük bir çilenin misafiri oldu Gazze…

Evet, Gazze… Ve yanı başında herkes seyrederken, milyarlık ümmet seyrederken, el kadar bir coğrafya olan Lübnan ve onun izzetinin, şerefinin sembolü direniş…

Herkes Refah Kapısı’nın önünde, acizce kamyon-tır dizip işgalcilerden izin dilenerek mazlumun yanında olma pozları verirken, onlar canlarını Gazze’nin etrafına dizdiler. Öyle un, makarna, battaniye değil; can verdiler, can…

Bir ömürdür, mezhepçilik ve Sünni düşmanlığı iftirasıyla karşı karşıya oldukları halde, Gazze sonuna kadar Sünni ama bizim kardeşimiz, canı canımız, namusu namusumuz, dediler. Bu uğurda evlatlarını, yurtlarını, düzenlerini, her şeylerini ve hepsinden can yakıcı Seyyid’lerini, direnişin Seyyid’ini verdiler.

Yine Irak direnişi vardı. Emperyalizmin Saddam sonrası çöktüğü Irak’tan, her şeye rağmen Gazze’nin sesini duydular. Kalplerini ortaya koydular ve imkanları ölçeğinde zalimlerin çarkına çomak sokmaya çalıştılar.

Bir de vefa yurdu, iman yurdu Yemen’i unutmayalım. Herkes başını kuma gömmek için bahane ararken, bahanesi yoksa üretirken, onlar uzakta oldukları için hayıflandılar. İsteyince oluyor. İşgalcilere giden gemileri vurdular, binlerce kilometre uzaklıktan füze attılar, dron gönderdiler. Koskoca Mısır ve Ürdün bir beton duvarı aşamazken, koskoca Türkiye bir vanayı kapatamazken, onlar mazlumun yanında olmak için akla gelmedik yollar buldular; denizleri, ülkeleri aştılar. Onlar da evlat verdiler, bu uğurda saldırıya uğradılar, can verdiler, mal verdiler…

Şimdi…
Ne el kadar Gazze’nin, ne bizim bir ilimiz kadar dahi olmayan Lübnan’ın, ne on yıldır saldırı altında olan gariban Yemen’in, ne de Batı’nın nüfuzu altındaki Irak’ın, bütün dünyayı arkasına almış olan işgalci Siyonizm’e taştan fazlasını atacak gücü, imkânı yoktur.

Evet, işin gerçeği, yürekleri, imanları, azimleri var, ama hiçbirinin füze üretecek, dron üretecek, roket üretecek teknolojik altyapısı, mühendisi, deneyimi, böyle bir savaşı temin edecek ekonomik kaynağı, istihbarat altyapısı… yoktur.

İşte şimdi direnişin büyük hamisine, membaına geldik.

Zamanında ABD’nin bölge jandarması olan İran Şahlık Rejimi’ne yumruğunu sıkıp şahın tahtını alt üst eden bir İmam Humeyni vardı. Onun sıkılı yumruğu, büyük bir ülkeyi emperyalizmin karşısında durma şerefine nail etmişti. İşte o sıkılı yumruktu ki zulme karşı çoğaldıkça çoğaldı ve bu direniş coğrafyasını oluşturdu.

Bugün işgalciler, emperyalistler, katil sömürgeciler sürüsü ile bir savaş söz konusu ise bu savaşın asıl hamisi hiç kuşkusuz İran İslam Cumhuriyeti’dir.

Yarım asra yakındır, bu savaş için gereken teknolojiyi, silahı, donanımlı insan gücünü… hazırlayan İslam Cumhuriyeti.

Sadık Vaad 1 ve Sadık Vaad 2 operasyonları ile artık Müslümanı vur-kaç döneminin geride kaldığını, vuranın vurulacağını bütün dünyaya gösteren İslam Cumhuriyeti.

Tek satırda özetlemek istersek: Bu savaş, Humeyni’nin evlatlarıyla Siyon şebekesinin savaşıydı ve Humeyni’nin askerleri kazandı.

Siyonistler, ortaya koydukları temel hedeflerin hiçbirine tam olarak ulaşamadılar; bütün dünya yüzlerine tükürdü, bir asırdır yaptıkları mazlumluk rolü ifşa oldu.

Mübarek olsun canlar…
Mazlumlar kazandı, zalimler kaybetti.
Uzaktan da olsa “Ben de varım!” diyenler kazandı, “Bana ne!” diyenler kaybetti.

 

Kudüs’ün özgürlüğü için, evvela düşmanın heybetinin yerle bir edilmesi gerekirdi, edildi.
Şimdi günden güne kan kaybedecek olan düşman ve direndiği için alnı açık, başı dik olan direniştir.

Şimdi ümmetin beldelerine çökmüş münafıkların her birinin başı eğildikçe eğilecek, yüzleri karardıkça kararacak ve bu ümmet, bu zilletten kurtulacak, inşallah!