“İnsanlar arasında haccı ilân et ki gerek yaya olarak gerekse nice uzak yoldan gelen yorgun argın develer üzerinde kendilerine ait birtakım yararları yakından görmeleri, Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği kurbanlık hayvanlar üzerine belli günlerde Allah’ın ismini anmaları (kurban kesmeleri) için sana (Kabe’ye) gelsinler. Artık ondan hem kendiniz yiyin hem de yoksula, fakire yedirin; sonra kir ve günahlarını gidersinler, adaklarını yerine getirsinler ve o eski evi tavaf etsinler”Hac/27-29
Her ne kadar Hacc mevsimini geride bıraktıysak da 2019 için Suudiler kolları çoktan sıvadılar bile.
Her şeyden önce Hacc’ın ne olduğuna ve tarihçesine bakmakta fayda var:
İslâmî kaynaklara göre Hacc ibadetinin Hz. Âdem dönemine kadar uzanan bir geçmişi vardır. Bakara suresi 127. ayet-i kerimede de buyrulduğu üzere “Bir zamanlar İbrahim, İsmail ile beraber beytin temellerini yükseltirken...” cümlesi ile İbrahim peygamber ve oğlu İsmail tarafından eski temeller bulunarak yeniden inşa edilmiş bir mabetten haberdar oluyoruz. Her ne kadar başına birçok musibet gelmesine rağmen bugüne değin bu İlahi emir inananlar tarafından yerine getirilmiştir.
İslam öncesi devirlerde Huzâa’ya mensup Yemenli bedevîler bu bölgeyi yani Mekke’yi zapt edip şehirden sorumlu kabileleri buradan çıkarınca Kâbe yönetimini de ele geçirmiş oldular ve zaten putperestlik de Huzâalılar’ın beş asır süren hâkimiyetleri döneminde ortaya çıkmış ve iyiden iyiye yaygınlık kazanmıştı.
Belli bir zaman sonra Huzâalılar Mekke’deki etkinlik ve yetkinliklerini kaybetmeye başlayınca yani Peygamber Efendimizin dedelerinden olan Kusay ibn-i Kilâb zamanında Kâbe muhafızlığı yeniden Hz. İsmail’in varislerine intikal etmiştir. Câhiliye döneminde Mekke bir şehir devleti olduğu için kabileler arasında bir görev dağılımı da söz konusu idi. Hz. Peygamberin mensup olduğu Hâşimîler başta Kâbe eminliği olmak üzere birçok esaslı görevin sorumlusu olurken, Ben-i Abdüddâr Kâbe ve Dârü’n-Nedve’nin anahtarlarının muhafazasını, Ben-i Nevfel hacılara harcanmak üzere toplanan vergilerin idaresini, Ben-i Sehm Kâbe’ye yapılan adakların muhafazasını ve Ben-i Kinâne de haccın daima aynı mevsime rastlaması için takvim ayarını yerine getiriyorlardı. Ben-i Gavs ile Ben-i Advân ise Arafat’ta ve Müzdelife’de hacılarla ilgileniyordu.
Ayrıca Câhiliye Arapları Kâbe dışında Lât, Menât, Uzzâ ve Zülhalesa putlara tapınmakta iken Mekke’nin fethinden sonra Kâbe’nin içinde ve etrafında yer alan putlarla birlikte Hz. İbrâhim’in tebliğ ettiği hac ibadetinde bulunmayan şirk unsurları da tamamen temizlenmiş oldu.
Bu Hacc’ın kısaca tarihsel öyküsü idi ve daha fazla detay konudan sapmaktan gayrı bir işe yaramaz.
Öncelikle yapılması gereken şey Suudi Arabistan’ın Mekke ve Medine konusundaki salahiyetini irdelemek olmalıdır. Gerçekten Suudlar bu iki İslam merkezini yönetmeyi hak ediyor mu?
70, 80 ve 90’lı yıllarda Hacc farizasını ifa etmek için mukaddes topraklara giden Müslümanlar özellikle bir Hacc ritüeli olan kurban kesiminde büyük bir hayal kırıklığına uğruyorlardı. O dönemin gazete ve arşivleri incelendiğinde ve Hacc’a gidip de kesim olayına şahit olanlar dinlendiğinde; kesilen hayvanların daha canları bedenlerinden ayrılmadan üst üste atıldığına, ardından yük kamyonlarına yüklenip şehrin dışında, çöllere gömüldüklerini dile getiriyorlardı.
Suudi Arabistan’ın iki fakir komşusu Sudan ve Somali açlıktan kırılırken böylesi bir müsriflik İslam’ın hiçbir prensibi ile bağdaşmıyordu. 2000’li yılların başında artan şikâyetler üzerine olaya müdahil olan Türkiye, yapılan bir protokolle, Türk hacıların kesilen kurbanları ihtiyaç sahiplerine dağıtılmak üzere Türkiye’ye getirilmeye başlandı. Ama bu, iki milyonu aşkın hacının ancak küçük bir payına denk geliyordu. Ya diğer kurbanlar!?
Geçtiğimiz yıllarda Suud Hükümeti artık hayvanların zayi olmadığını, hijyenik ortamlarda kesilir kesilmez büyük fabrikalarda işlem gördüğünü ve bunları konserveleyerek Afrika ve ihtiyaç sahibi bölgelere İslam Kalkınma Bankası organizasyonda dağıtımının gerçekleştiğini açıklıyor lakin dağıtılan miktar ile kesilen hayvan arasında Nasrettin Hoca’nın; ‘kedi bu ise bizim et nerede? Et bu ise kedi nerede?’ fıkrası ortaya çıkıyordu.
Öte yandan yine milyonu aşkın kesilen koyun, keçi, dana ve develerin derileri de Suudi Arabistan’ın malıymış gibi ayakkabı, çanta vb. şeylerin yapımı için iç ve dış piyasaya ihale ile satılıyordu. Ayrıca sosyal medyada dolaşan hayvanların kesimlerine dair sahneler ise ne İslami kesim usullerine ne de hijyen bilmecesine henüz cevap bulunmadığını açıkça bizlere gösteriyor.
Bir köşe yazısında şu cümleler yer alıyordu: “…Nitekim az sonra insanın tüylerini ürperten bir vahşetle karşılaştık. Rengârenk kuzular ve keçiler, sadece boyunları kesilip atılmış. Buraya kamyonlarla getirilmiş. Akbabaları doyuruyorlar. Bu sevimli hayvanlar, milyonlarca dolarlık kar için katledilmişler. Korkunç bir koku var. İlerledikçe yeni getirilmiş hayvanlar karşımıza çıkıyor. Bu kez derileri yüzülmüş ve içleri temizlenmiş. Ancak onları da buraya getirmişler. Kuma gömme ihtiyacı bile duymuyorlar. Kutsal toprakların her bölgesinde bu manzara var. Sevap kazanmak ve dünyadaki aç insanları doyurmak adına kesilen bu hayvanlar, sadece akbabaları doyuruyor. Bir de bunları ithal eden Suudi prenslerini!”
Bu konuda karşımıza şu sorular çıkıyor;
- Suudi Arabistan’da yaklaşık 2-3 milyon hacının kurbanı usulüne uygun kesilip dağıtılıyor mu?
- Suudi Arabistan’ın bugüne değin hangi ülkeye insani yardım yaptığını duyduk?
Şu bir gerçek; Hacc mevsiminde toplanan para ve kesilen hayvanlar bırakın Sudan ve Somali’yi koskoca Afrika'yı aç kalmaktan kurtarır cinsten.
Bir diğer konu ise Mekke ve Medine’nin saygınlığı meselesidir.
Bizler söylemeyi bilmeyen ancak söylenmeyi bilen bir toplum olduğumuz için yıllardır ülkemiz içerisinde başta sosyal medya olmak üzere neredeyse tüm medya kurumları ve siyasiler kutsal topraklara dikilen gökdelenleri eleştirdi durdu. Hatta ecdat buna asla müsaade etmezdi ve nitekim Kâbe ve Mescid-i Nebevi’den yüksek yapılara asla izin vermedi demekle yetindik. Ama bunu engelleyecek hiçbir teşebbüste de bulunmadık. İtirazlar edildiyse bile Arab’ın verdiği söze kani olup sustuk.
Ecyad Kalesi'nin yerine dikilen Zemzem Towers'tan bakıldığında bir kibrit kutusu gibi görünen Kâbe’nin durumu sizleri de üzmüyor mu?
Ebrehe’nin yapamadığını Al-i Suud Hanedanlığı yapmadı mı acaba?
Kralın Sarayı ve Hilton Oteli de dâhil olmak üzere birçok büyük yapı Mescid-i Haram'a gölge düşürmedi mi?
Vahhabi Suudiler, geçtiğimiz 50 yıl boyunca Hz. Peygamber'in (s.a.a) şehri olan Mekke'yi kademeli olarak yok etmedi mi?
Mekke'nin taşıdığı tarihi tüm izleri silmediler mi?
Hele Uhud gibi bir tarihi mekânı iş makineleri ile un ufak etmediler mi?
Ne Baki Kabristanlığı ayakta şimdi ne de Osmanlı’nın izleri…
Bir araştırma merkezinin ortaya koyduğu şu bilgi ise yürek sızlatan cinsten:
“İslam’ın beşiği Mekke'deki tarihi eserlerin yüzde 95'inden fazlası tahrip edildi.”
Gelelim asıl ve hepimize ayan olan bir meseleye...
Hangi konu mu?
Suudi Arabistan bu sektörden 22.6 milyar dolar hazinesine katkı sağlıyor. Yalnızca Hacc ve Umre’den Suudilerin elde ettiği milyarlarca dolarlık gelirin Yemen, Afganistan, Suriye vb. ülkelerde Müslümanların katledilmesinde kullanılması, Amerika’dan silah satın alınması, DAEŞ, el-Kaide, Boko Haram vb. terör örgütlerinin finanse edilmesi vs…
Bakın İmam Hüseyin (as) böylesi bir dönemde ne yapmıştı; Hüseyin, vacip olan Hacc farizasını Yezit gibi bir fitne ve şer merkezine karşı çıkmak için yarıda kesmiş ve Kufe’ye doğru yola koyulmuştu.
Muhammedi İslam bunu emrediyor. Zalime ses çıkarmadan, ona diş bilemeden Hacc’ın hiçbir mana ifade etmediğini söylüyor. Bugün… Bu şartlarda Kâbe etrafında dönmek; Lât, Menât ve Uzzâ etrafında dönmek değil de nedir?
Bunca Müslüman’ın kanı Hacc’a giden Müslümanların verdiği para ile dökülüyorsa biraz silkelenmek gerekmiyor mu?
İsrail’in sadık uşağı Suudiler’den Mekke ve Medine’nin kontrolünü almak yapılabilmesi en uzak ama en önemli meseledir. Müslüman devletlerin ortak değeri olan bu mukaddes beldeleri bağımsız bir devlet yapmak şimdilik hayal gücünü zorlamaktan başka bir şey olmasa da yapılması elzem bir eylemdir.