Hiç bilmeyiz ve hiç düşünmeyiz ölümü, şu tabiatta ki mevcudatın halinden, her gece bize gelen uykudan bir türlü nasihat almayız ve insan nadiren yaşar, nadiren yaşadığını da nadiren bilir. Acaba ölüm de nadiren yaşanılır mı? İnsan yaşamında bazen ölüp sonra yine yaşar mı? Bilmem, ama ölümün kesin yaşanılacağı malumumuzdur.
Ölümün bir kenarı var, bir ucu bucağı, bir sesi, soğukluğu, başı sonu, artısı eksisi ve ölümün bir nuru var yahut zulmeti… tanıdığım bazıları öldüğünde yüzleri nurlandı, yüzlerinde ki acı ve yaşlılık izleri gitti, yerini düğün arifesindeki gelinlerin temiz tebessümü aldı…
Bazıları az yaşar bazıları çok. Uzun bir ömür veya kısa, ama bitiyor! Ne zaman, kaç yaşında ölüm düşünülmeye başlanılır bilmiyorum, lakin düşünülür, insan kaçmak istese de kaçamaz, bazen gelir akla. Bazense arzulanır, ölümün tadını, yüzünü bilmeden insan ona kavuşmak ister. Peki, ölüm neden istenilir? Bazıları sevgiliye kavuşmak, ebedi olmak için can atar ölüme, yaşam onlar için ayrılık diyarıdır oysa ölüm sevgilileri birleştiren en kısa ve en güzel yol.
Hafıza! şikâyeti hicran çe me koniy
Der hicr vesl başed ve der zulmet est nur
Hafız! Hicranda bunca sızlanma niye
Ayrılıktadır kavuşma, karanlıkta nurlar
Bazıları yaşam da acı çektikleri için ölümü ister, ölümü yokluk bildikleri için; ölüm varlık âleminden, yani acılar diyarından tamamen kopup yokluk âleminde huzura kavuşmaktır… ya ölüm sonrası yokluk değil de daha sonsuz, daha büyük ve daha elemli bir yaşam varsa?! Çocukluğumdan beri, bunların halini hep merak etmişimdir, bir ateistin duasını merak ettiğim gibi… ne kadar korkunç ve aynı zaman da gülünç, insanın inanmadığı bir yere yolcu olması.
Kafka, Sevgili Milena’sında öyle diyor: “...yaşam, kötü organize edilmiş bir parti gibidir. Partinin en temel ve doyurucu yemeğini çoktan yiyip bitirmenize rağmen, partiyi heyecanlı kılan çerezler bir türlü gelmek bilmiyor.” Hayatın organizatörlüğünü bir 'hiç'e veren bakışın, hayatta bir anlam görmesi düşünülemez; 'hiç'ten 'hiç' çıkar.
Ölüm bir yokluk (!). Öyle zannediyor inançsızlar ve korkuyorlar. Oysa ölüm kadar yeniden diriliş de sabit bir gerçek. Eşyanın perde önüne ‘inançsız’ bir bakış açısıyla bakınca çok şey gibi kıyamet saati de korkunç. Bilinmeyene karşı duyulan dehşet gibi.
Genelde insan pek ölümü istemez, hatta ölümün adı geldiğinde “konuyu değiştir” der, insan ölümü istemez, zira arzularıyla dünyaya bağlanmıştır, bu kadar çok sevdiği dünya ve mafihadan nasıl vazgeçsin, nasılda bırakıp ukbaya hicret etsin. Gerçek hayatı için ne gönderdi ki şimdi de bu yolculuğa çıkmak istesin. Niçin “konuyu değiştir” der ve hatırlamak istemez ölümü? Nefsin hoşuna giden pek çok haram lezzetleri acılaştırarak ağzın tadını kaçırdığı, keyfi bozduğu, dünyaya bakan yönüyle kalbi daralttığı ve düşünceyi buğulandırarak süslü, toz-pembe dünyaları kararttığı içindir ki, ölüm hatırlanmak istenmez. şair ne hikmetli söyler:
Yâ men bi dünyâhu işteğal / Kad ğarrahû tûlu’l-emel
Eve lem yezel fî gafletin / Hattâ denâ minhü’l-ecel
El-mevtü ye’tî bağteten / Ve’l-kabru sandûku’l-amel
Isbir alâ ehvâihâ / Lâ mevte illâ bi’l-ecel.
Ey kendi dünyasıyla meşgul olan kişi!
Tûl-i emel boğdu senin gibilerini
Öyle gaflet içinde yüzüp gider idi
Ki eceli ona gizlice yaklaşıverdi
Ölüm zaten (şok gibi) apansızın gelir
Tıpkı bir amel sandığıdır kabir
Kabrin korkularına göster sabır
Zira tek ecel var, başka ölüm yok!
Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamak da ölümü unutturur. “Yaşım ne ki, daha gencim! Emsallerime göre fena da sayılmam! Malım mülküm var; gelirim yerinde; eşim, dostum ve çevrem, makamım, mesleğim. Bunu yüce Allah Yahudileri muhatap kılarak bizlere şöyle bildiriyor:
“Yemin olsun ki, sen onları yaşamaya karşı insanların en düşkünü olarak bulursun. Her biri de arzular ki, bin sene yaşasın.” (Bakara–96)
Yahudilerin en belirgin özelliği, ölümden çok korkmalarıdır, zira çok yaşamak isterler. Dünyada uzun yıllar yaşamayı arzulamak Kuran kültüründe beğenilmeyen, kötü özelliklerden biridir. Dünyada çok yaşamak önemli değil önemli olan nasıl yaşamaktır. Sınava girdiğimizde soruları on dakikada yahut altmış dakikada yapmanın hiçbir farkı olmadığı gibi.
Tek amacı dünya olan insan ölümden korkar, geceleri kâbus dolu rüyalardır ölüm onun için. Fakat istese de istemese de bu yolculuğa çıkmak zorunda, çünkü ölüm insanların alınlarına vurulmuş bir damga gibidir, asla silemez ve asla temizlenmez. “Ölüm insanoğluna çizilmiştir ve genç kızların boyunlarına taktıkları kolyeler misali bir süstür insan için.”diye buyuruyor, ölümü saadet bilen imam Hüseyin (a.s).
Bizi uyandıracak ve Allah’a yani mutlak kemale doğru harekete geçirecek olan, ölümü düşünmektir. Ölüm düşüncesi, insanın manevî damarlarında meydana gelebilecek ülfet ve vesveseyle birlikte, şeytanın süslü gösterdiği günah virüsünün ve benzeri mikropların en azından tesirlerini ve zararlarını giderecek bir antikor gibidir.
“Madem öleceğim ve öldükten sonra da hesaba çekileceğim; öyleyse, şu fani dünyanın elemli lezzetlerine kapılıp, günah işlemenin ne manası var!” düşüncesi içinde ölüm, bir yönüyle vazgeçirici, bir yönüyle de harekete geçirici etkiye sahiptir. Lakin manevî damarlarımız, antikorların hiç faydası olamayacak ölçüde günahlarla, dünyanın haram lezzetleri olan mikroplarla dolmuşsa, o zaman ne ölüm, ne de ölüp gidenler ruhta hiç bir şey uyandırmayacak ve yakınlarımızın birer birer göçüp gidişi, bizde sadece bir kaç günlük geçici üzüntü yaratacaktır. Sonra da, “Canım, ölenle ölünmez ki!” şeklindeki adet haline gelmiş teselli ve temennilerle bütün göz ve gönüller yeniden gaflete gömülüp gidecektir.
İşte bu esnada namaz nasıl uyanacağını ve nasıl çok bağlandığın bu dünyadan kopacağını öğretiyor. Aynı şekilde oruç da bu gücü insana vermektedir. İnsanın erken uyanmasını sağlayan/gafletten kurtaran bu iki etkenin aksine insanın daha derin uykuya dalmasını sağlayan/gaflete salan etkende; dünyevi arzu ve isteklerdir.
Namazıyla sürekli Allah sevgisini kalbinde oluşturan, ölümle ona kavuşmayı ister, oruçla dünyanın ne kadar acılarla dolu bir yer olduğunu anlayan kul sonsuz mutluluk ülkesine göç etmek ister, velhasıl mümin kul dünyada bir göz açıp kapayıncaya kadar dahi yaşamak istemez. Ölümün alnından öper ve şöyle der:
“Sen ne mübarek arkadaş ve refakatçisin, gel sarıl bana. Varsın, başkaları sana dikenli nazarıyla baksın, sen gülün ta kendisisin. Bakma sana ‘soğuk yüz’ dediklerine; sen bizim için, müjde çiçekleriyle kar gibi beyaz ve berraksın. Onlar sana ‘çukur’ derler, ‘dehliz’ derler; fakat biz, ‘ebedî saadet saraylarına açılan koridorsun’ deriz. ‘Ayıran’ da derler sana; fakat sen, aslında beni Resulüme, masum imamlarıma, şehitlere, salihlere,ebedî âlemlere intikal etmiş binlerce ahbaba, dost ve yârana kavuşturansın. Her şeyden önemlisi sen beni Rabbime kavuşturan Buraksın, Cemalullaha yaklaştıransın… Evet, ölüm, ayıransın ama acılarla dolu, sıkıntılı ve ayrılık hasreti yüklü şu dünyadan, saadetler diyarına intikal ettirensin ve sen, bir son değil, sonun sonusun; sonsuzluğa eş ve baş olabilecek son bir sonsun. Son ile sonsuzluğu dudak dudağa getiren bir ufuk ve Cemale açtığın gözlere çekilen bir sürmesin..”
Ölüm, bizim zihinlerimizde bir yıkılıştır, bir dağılıştır; tıpkı korkunç bir deprem gibi, her şeyi yerle bir eden tufan gibi. Tabiî ilk etapta hayale gelen görüntüler bunlar. Fakat aslında bir kuruluştur o, kusursuz bir kuruluşun ilk merhalesi. Yani fani dünya malzemelerinden, baki bir âlem inşa etmek. Ne muhteşem, ne mükemmel bir icraat! Zira ölüm zorluklar ve acılar diyarından mutluluk diyarına geçiştir; kıyamette adı üstünde yeniden dirilme, ayağa kalkma, kurulma, bina edilme demek.
Evet, kum saatindeki tek kum tanesi de düşer…