.
.
Ehlader Araştırma Bölümü
Nefse Karşı Savaş (Cihad-ı Ekber)
İnsanoğlu, Allah’ın en şaşırtıcı ve en karmaşık yaratığıdır. Tabiî ve hayvânî içgüdüleriyle fiziki reaksiyonlarının yanı sıra, kendisini diğer canlılardan ayıran ruhanî bir karakter ve fıtrata da sahiptir; düşünen bir canlıdır o, seçer, aklını kullanmak ve fizikî çaba sarf etmek suretiyle, daha iyi bir hayat düzeyine ulaşabilme yolunda önündeki engelleri kaldırır ve bu gayret ve çabaya paralel olarak kendi yaşam tarihini kurar ve geçmiştekilerden kendisine miras kalan bilgi ve birikimlere yenilerini ekleyerek kendisinden sonra gelecek olanların doğaya egemen olma ve bilinmeyenleri çözme yolunda hızla ilerlemesi için gerekli ortamı hazırlamış olur.
Ancak, insanoğlunun emellerine ulaşma çabası sarf ettiği bu hengâmede ve onunla doğa arasında süregiden kavga sürecinde çok önemli bir gerçek ne yazık ki hep unutulmakta ve olanca kıymetine rağmen ihmal edilmektedir. Bu hakikat insanın cevheri ve karakterinin öz yapısıdır; nefsinin eğitilip yetiştirilmesi, gereksiz ve zararlı şeylerden arıtılıp tezkiye edilmesi ve böylece “yüce insan”ın oluşturulmasıdır. Yüce Yaratıcısı’nın “yaratılmışların en değerlisi” ve en üstünü anlamına gelen “eşref-i mahlûkat” lakabını verdiği varlıktır işte bu! Vahyin gerçek müfessirleri onu tanımlarken “Kendisini tanıyan Rabbini tanımış olur!” tabirini kullanırlar.
Evet, kendini unutma ve insanoğlunun ruhunun sonsuz boyutluluğunun görmezden gelinerek onun ahlaki erdem ve olgunluklara ulaşma yeteneğinin hiç önemsenmemesi insan topluluklarının çoğunun müptela olduğu bir derttir. Teknolojinin sultası, makineleşen hayat, maddeci ve dünyacı kesimin yerkürenin önemli bir bölümüne musallat bulunması ve diğer taraftan çeşitli ideoloji ve dünya görüşlerinin insanı doğru tanımlama ve onun önüne aydınlık bir yol koyma hususunda yetersiz kalmış olması “insanın özünden uzaklaşıp kendine yabancılaşma” gidişatına hız verip bu izmihlali kolaylaştırmıştır. Bu tehlikeli ortamda insanın eğitim, olgunluk ve insanlaşmasını kesintisiz bir cihad gibi algılayıp akıl ve fıtrat ışığında insanları yüce değerler ve kemâllere doğru yönlendiren yegâne kesim tevhid münâdileri, peygamberler ve manevi değerlerin yılmaz bekçileri olmuştur. Bugün insan topluluklarında baki kalan yegâne büyük değerler, iftiharlar ve gerçek medeniyetler, hakikaten bu kesimin mücahede ve çabalarının bir ürünüdür.
İleri seviyede bir “Allah kulu”nun himmet ve gayretleriyle bütün dünyanın hayretten fal taşı gibi açılmış gözleri önünde çağımızda vuku bulan İslam İnkılabı nitelik itibariyle salt siyasi bir hareket veya zulüm düzenini devirmeye yönelik bir halk kıyamı değildi sadece; bilakis, çaresiz kalan 20. yüzyıl insanını kendi ilahi fıtratını bulmaya çağıran kültürel ve ahlaki bir kıyamet ve “yeniden diriliş” idi de aynı zamanda! İslam Cumhuriyeti’nin kurucusu, başlatmış olduğu büyük inkılapla ilgili olarak siyasi-ilahi ölümsüz vasiyetinde şöyle demekte:
“Dünyada zahmet ve sıkıntılara; fedakârlıklar, serdengeçtilikler ve mahrumiyetlere tahammülün hacmi, varılmak istenen gayenin büyüklüğünün hacmi, onun değerliliği ve yücelik derecesiyle münasiptir.
Siz mücahid ve aziz milletin uğruna kıyam etmiş olduğu, halâ sürdürdüğü ve onun için can ve mal feda ettiği ve etmekte olduğu şey en yüce, en üstün ve en değerli maksattır; ezelde âlemin başlangıcından ve bu dünya sonrasından ebediyete değin sunulmuş ve sunulacak olan maksuttur; ve bu, yaradılış ve gayesinin esası, varlığın geniş alanında gaybla şuhudun derece ve mertebelerinde bulunan, geniş anlamıyla uluhiyet okulu ve yüksek boyutlarıyla tevhid idesidir ki tam anlamıyla ve bütün derece ve boyutlarıyla Muhammed sallallahu aleyhi ve âlihi vesellem’in okulunda tecelli bulmuş olup, Allah’ın selamı üzerlerine olsun, bütün büyük enbiya ve Allah’ın selamı onlara olsun, evliyaların çabası bu -maksad-ın tahakkuku içindi ve mutlak kemâle, sonsuz celal ve cemale ondan başka hiçbir şeyle ulaşabilmek mümkün değildir.
Topraktan yaratılanları melekutilere ve onlardan da yüce olanlara üstün kılan da odur, keza topraktan yaratılanların onda -o maksatta- yürüme neticesinde kazandığı şey bütün hilkat âleminde, açık veya gizli, hiçbir yaratığa nasip olmaz.” [1]
Merhum İmam Humeyni’nin mantığında mücadele, siyasete girme ve iktidarı ele geçirme hedef değildir asla, hedef Allah Teâlâ’nın birçok kez yeminler ve çeşitli vurgulamalardan sonra belirtmiş olduğu savaş meydanından zaferle çıkabilmektir:
“Nefsini arındırıp temizleyen gerçekten kurtulmuştur, onu günah ve sapmalarla örten de gerçekten hüsrana uğramıştır.” [2]
Hedef, sadece Allah’a ibadet edilen ve ubudiyet nurlarının, ihlasın ve gayba imanın tecellisinin nefsani eğilimlerle dünyevi şehvetler zulmetini dağıtıp yok ettiği bir toplum oluşturabilmek ve insanlığın gözünü, Hakk’ın varlık dünyasına vuran güzelliğine doğru çevirip O’nu görmesini sağlamak, tevhid ve onun yüce boyutlarını insani münasebetlerle sosyal ilişkilerin tamamına hâkim kılmaktır. Doğu ve Batı egemenlerinin bütünüyle habersiz olduğu ve günümüzün bitkin dünyasının kendisine susamış olduğu hakikattir bu.
Rahmetli İmam Humeyni’nin (ra) başarısının büyüklüğü ve onun söz ve düşüncelerinin, izleyicileri üzerindeki muazzam etkisinin sırrını da bu hakikatte aramak gerekir işte.
Kanın kılıca galibiyetinin sırrını keşfetmeye çalışan ve İmam’la bir avuç silahsız dostunun, dönemin Amerika’ya bağlı en teçhizatlı ve tepeden tırnağa silahlı devletine karşı elde ettiği zaferin sırrını maddi yorumlarla, siyasi ve ekonomik faktörlerle açıklamaya kalkışanlar havanda su dövmektedirler. Nefse karşı amansız savaş yöntemleri ve her yiğidin kârı olmayan “büyük cihad” meydanında nefsinin sırtını daima yere vurma gibi özel konularda Merhum İmam’ın sahip olduğu zafer ve mahareti bilmeyenler, Merhum İmam’ın gerçekleştirdiği inkılabın niteliğini tanıma konusunda elbette ki acze düşeceklerdir.
Orijinal adı “Cihad-ı Ekber veya Nefse Karşı Savaş” olan elinizdeki az hacimli, ama mana ve muhteva açısından deryaları içeren bu bölüm, nefsini eğitme yolu olan bu tehlikelerle dolu yolda mütemadi zaferler kazanmış ve açık bir alınla kat etmiş büyük bir arifin bilfiil tecrübesi ve eseridir.
İmam Humeyni (ra) hem siyasi mücadelesini aleni bir şekilde başlatmadan önce, hem bu mücadelenin en gürültülü dönemlerinde öğrencileri ve izleyicilerine sürekli nefsin arıtılması ve öz benliğin olgunlaştırılması konularından bahsetmek suretiyle başlattığı mücadelenin, bilinen siyasi mücadele yöntemleri ve tanınmış profesyonel politikacıların metotlarından çok farklı olduğunu sürekli hatırlatmakta ve gerçek anlamda siyasi, askeri ve ekonomik zaferlerin ancak nefse karşı kazanılacak zaferlerden sonra mümkün olabildiğini vurgulamaktaydı.
Rahmetli İmam’ın sürgün günlerindeki ahlâkî ve imanî boyutlu samimi ve candan sohbetleri, din öğrencileriyle üniversiteliler arasında manevî bir moral ve heyecan yaratmakta ve nefsin arıtılması gibi şeylere yabancı olup devrimci geçinenlerle, İmam’ın devrim anlayışının özel çizgisinin kolaylıkla ayırt edilmesini sağlamakta ve hakikati arayanların kalplerine ihlas ve iman tohumlarını ekmekteydi. Allah’ın lütufları sayesinde bu tohumlar çok geçmeden filizlenip meyveye duracaktı. Nitekim hş. 1357-1979 kışındaki kanın silaha, yumruğun topa ve tanka karşı savaşında şehadete koşan gençlerin yarattığı kahramanlıklar ve savunma savaşı boyunca gönüllü milislerin savaş cephelerindeki gece yarıları münacat ve duaları bu meyvelerin en unutulmaz şahitlerinden bir kısmıdır sadece.
* * *
Allah’ın Lütufları
Allah Tebarek ve Teâlâ Hazretleri kullarına inayette bulunup lütufkâr olduğu için onlara akıl vermiş, ahlakını düzeltme ve nefsini ıslah gücü lütfetmiş, onların hidayeti bulabilmesi için peygamberler ve veliler göndermiş, böylece kullarının cehennemin acı azabına yakalanmamalarını istemiştir. Eğer bu önleme tedbirleri insanın ıslahına ve ibret alıp düzelmesine yaramazsa sevgili Allah Teâlâ (c.c) başka yollarla onu ıslah edip düzeltir: Çeşitli belalar ve zorluklar, sıkıntılar, fakirlik, hastalık vs. ile kullarına anlatılması gerekeni anlatır. Maharetli bir doktor, becerikli ve şefkatli bir hastabakıcı gibi bu hasta insanoğlunu tehlikeli ruhsal hastalıklardan kurtarıp tedavi etmeye çalışır. Eğer kul, Hak Teâlâ’nın inayetine mazhar olur, O’nun lütfunu hak ederse bu sıkıntı ve zorluklara yakalandırılır ki böylece Allah Teâlâ’ya yönelsin ve kendisini ıslah edip düzeltsin. Yol budur, başka yol yoktur yani; ama en iyisi insanın kendi ayaklarıyla bu yolu kat etmesi ve alınması gereken sonucu almasıdır, bu yol da netice vermez ve sapmış olan insanoğlu tedavi edilemez ve cennet nimetlerine sahib olma liyakatini kazanamazsa son nefeslerini verir ve can çekişirken birtakım sıkıntılar ve baskılara maruz bırakılır ki hiç olmazsa son anda anlayıp Allah’a dönebilsin. Bu da sonuç vermeyecek olursa kabirde ve berzah âleminde ve sonraki korkunç geçitlerde, temizlenmesi ve cehenneme gitmemesi için birtakım sıkıntı ve azaplara uğratılır. Bütün bunlar insanoğlunun cehennemlik olmaması için Hak Teâlâ tarafından ulaşan inayetleridir.
Bâri Teâlâ Hazretlerinin (c.c) bunca hak lütuf ve inayetine rağmen o insan yine de tedavi olmazsa ne olur? Çaresiz, son tedavi yöntemine başvurulur ve yara dağlanı verir! Bütün bunlara rağmen insanın yine de ıslah olup düzelmemesi ve bu tedavi yöntemlerinin netice vermemesi halinde kulun, Kerim ve şefkatli Hak Teâlâ’nın, onu ateşle ıslah etmesine ihtiyaç duyması pekâlâ mümkündür; tıpkı ateşte temizlenip halis hale gelen altın gibi!
“Uzun zamanlar boyunca onun içinde kalacaklardır”[1]
Bu ayette geçen “hukb”un (“ahkâb”ın tekili), hidayet ehli için olduğu ve imanının aslını korumuş olan kimseler için olduğu nakledilmektedir[2]. Eğer mümin olursak, ben ve zatıaliniz içindir yani... Allah bilir ya, bu ahkâbın her “hukb”u birkaç bin yıldır... Bu tedaviler neticesiz ve yararsız olmaya görsün, Naim’e yerleşebilmeye hak ve liyakat kazanabilmek için son çareye gerek kalmayagörsün; insanın ahlakî bozulma ve kötülüklerden, ruhî bozulmalardan ve habis şeytanî sıfatlardan temizlenebilmesi ve “altından ırmaklar akan cennetler”e[3] girme hak ve liyakatine kavuşabilmesi için, Allah göstermesin, bir süre cehenneme girip ateşte yanması gerekmeye görsün... Kaldı ki bu, Hak Teâlâ’nın (c.c) rahmet ve inayetinin kendilerinden büsbütün kesilmesine yol açacak kadar günah ve suç işlememiş olan ve özü itibarıyla cennete girme liyakatini henüz taşıyabilen kullar içindir. İnsan, günahlarının çokluğu neticesinde Hak Teâlâ Hazretlerinin (c.c) yüce dergâhından kovulup dışlanmaya görsün, Allah’ın rahmetinden mahrum edilmeye görsün, Allah göstermesin bu durumda daima kalmak üzere cehennem ateşine girmekten başka hiçbir yolu kalmayacaktır!
Maazallah, Allah’ın rahmet ve inayetinden mahrum olmaktan, O’nun öfkesine, gazabına ve azabına uğramaktan korkun. Sakın amel, söz ve davranışlarınız ilahî tevfikleri sizden alacak ve sizin için ebediyen cehenneme girmekten başka bir yol bırakmayacak şekilde olmasın... Sıcak bir taşı bir dakika bile elinizde tutamıyorsunuz şimdi, o halde cehennem ateşinden korkun! Bu ateşleri ilmiye medreselerinden ve ulema camiasından atın gitsin; bu ihtilafları, bu nifakları kalbinizden atıverin; Allah’ın kullarına iyi davranın, güzellikle muaşerette bulunun, sevgi ve şefkatle yönelin insanlara. Allah’a isyan ve tuğyanda bulunduğu için günahkara karşı elbette ki iyi olmayın, çirkin ve kötü emelini kendisine hatırlatarak onu bu amelden nehyedin, ama anarşiden, kavga gürültüden ve ortalığı karıştırmaktan uzak durun. Allah’ın iyi ve salih kullarına iyilikte bulunun. Âlimlere, ilimleri için, hidayet yolundakilere iyi amelleri için, cahil ve bilgisiz olanlara da Allah’ın kulu oldukları için hürmet edin, iyi davranın, şefkatli olun, dürüstlük ve kardeşlik gösterin.
Ahlakınızı düzeltip nefsinizi ıslah edin. Siz bir toplumu ıslah edip düzeltmek istiyorsunuz, kendisini ıslah edip düzeltmeyen, kendisini idare edemeyen biri, başkalarını idare edip onlara kılavuzlukta bulunmayı nasıl becerebilir, bunu nasıl yapabilir? Şimdi Şaban ayının bitmesine birkaç günden fazla kalmadı; şu birkaç günde nefsinizi ıslah edip tövbe etmeye ve sağlıklı bir nefsle mübarek Ramazan ayına girmeye çalışın.
- - - - - - - - - - - -
[1] “Orada uzun süre kalırlar” buyrulan Nebe, 23’te geçen “hukb” (ki ayette çoğul haliyle “ahkâb” şeklinde geçmektedir) “çok uzun bir zaman dilimi” anlamına gelir; merhum İmam (r.a) her “hukb”un binlerce yıl olabileceğini vurgulamaktadır.
[2] Ayyâşî kendi senediyle, Hemran’ın İmam Bâkır’dan (a.s) “...orda uzun süre kalırlar” ayetini sorduğunu, İmam’ın (a.s) “Bu, ateşten bir gün kurtulacak olanlar -ebedi kalmayacak olanlar- hakkındadır” buyurduğunu rivayet eder. Bkz: Mecme’ul Beyan, c:10, s. 424, Nebe, 23’üncü ayetin tefsirinde.
[3] “... onları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacaktır” Mücadele, 22.
- - - - - - - - -
[1] Son Mesaj- İmam’ın -ra- Vasiyetnamesi, s. 97- 98
[2] Şems, 9- 10