.
.
Ehlader Araştırma Bölümü
İslam tarihine baktığımızda öteden beri ‘irfân’ ve ‘tasavvuf’ adıyla birtakım eğilimlerin varlığını ve bunların hicri dördüncü ile sekizinci asırlar boyunca İran ve Türkiye gibi birçok İslamî ülkelerde zirveye ulaştığını görüyoruz. Günümüzde ise birçok tasavvuf kanadı dağınık bir şekilde bütün İslam coğrafyasında ve özellikle Kuzey Afrika ülkelerinde varlığını sürdürüyor. İslam’daki bu tür eğilimlerin benzerlerini diğer dinlerin tarihinde de görebiliriz. İşte bu benzerliği göz önünde bulundurduğumuzda şöyle bir soru akıllara geliyor: Acaba İslam’da ‘İslamî irfân’ diye bir şey var mı? Acaba Müslümanlar irfânı diğer dinlerden mi aldılar ve günümüzde ‘İslamî irfân’ diye var olan şey gerçekte İslam’ın değil de Müslümanların irfânı mıdır? Gerçekte İslam dini ‘irfân’ adlı bir şey getirmişse bile acaba bu, bugünkü irfânla aynı irfân mıdır yoksa zamanla değişimlere uğramış mıdır?
Bu soruların cevabı olarak kimileri irfânın İslam’daki yerini tamamen yalanlayarak irfânı sonradan çıkarılmış batıl bir bidat olarak kabul etmişlerdir. Kimileri ise irfânı, İslam dışı; ancak İslam’la uyum içinde bir bulgu olarak kabul etmişlerdir. Bir görüşe göre ise ‘tasavvuf’ burada değindiğimiz ikinci görüşe uygun bir bulgudur. Bu görüşü savunanlar tasavvufu Hristiyanlıktaki ruhbaniyete benzeterek olumlu bidat olarak kabul etmişlerdir. Kur’an-ı Kerim ruhbaniyet konusunun Hristiyanlıkta ve yüce Allah’ın Hz. İsa’ya indirmiş olduğu dinde olmadığını ve havariler tarafından çıkarıldığını açıkça ifade ediyor; bununla birlikte bu olayı reddetmiyor. Kur’an-ı Kerim şöyle buyuruyor:
وَرَهْبانِيَّةً ابْتَدَعُوها ما كَتَبْناها عَلَيْهِمْ إِلاَّ ابْتِغاءَ رِضْوانِ اللّٰه
“Uydurdukları ruhbanlığa gelince, onu biz yazmadık. Fakat kendileri Allah rızasını kazanmak için yaptılar.”[1]
Üçüncü bir gruba göre ise irfân, İslam’ın bir parçası olmakla kalmayıp İslam’ın özü ve ruhudur. Bu görüşe göre irfân, aynen İslam’ın diğer parçaları gibi Kur’an-ı Kerim ve Resulullah’ın (s.a.a) sünnetinden alınmıştır ve kesinlikle diğer dinlerden alındığı düşünülemez. İslam’daki irfânla diğer irfânlar arasındaki benzerlik ise bu irfânın diğer dinlerden alındığına delil olamaz. Nitekim İslam’daki birtakım dinî kuralların diğer dinlerle benzerlik taşıması bu öğretilerin diğer dinlerden alındığına delil oluşturmaz.
Bence son görüş daha uygundur; ancak irfânın İslam’da asil bir yere sahip olması, İslam dünyasında ‘irfân’ ve ‘tasavvuf’ adına var olan bütün eğilimlerin doğruluğu anlamına gelmez. Nitekim İslam dâhilindeki birtakım grup veya kişilerin tüm eğilim ve inançlarını İslamî birer inanç veya davranış olarak kabul etmek mümkün değildir. Aksi halde İslam’ı tamamen zıt inançlar olarak tanımlamalıyız veya birbirine zıt İslamların varlığını onaylamalıyız.
Biz burada asil İslamî irfânın varlığını onaylarken ve Peygamber efendimiz (s.a.a) ve onun hakiki halifelerini bu irfânın zirvesinde görürken Müslüman arif ve sûfîler içindeki İslam dışı unsurların varlığını inkâr etmiyoruz ve tasavvuf ehli grupların birçok düşünce ve davranışlarını tartışılabilir birer düşünce ve davranış olarak görüyoruz.
Kur’an-ı Kerim’in ayetleri, Peygamber efendimiz (s.a.a) ve onun pak Ehli Beyti’nin (a.s) buyruklarını dikkatle inceleyenler kesinlikle nazarî irfânla ilgili, irfânî seyr u sülûk yöntemleri ve adabıyla ilgili birçok değerli ve ince bulgulara rastlayacaklardır. Örneğin zatta, sıfatta ve fiilde tevhid konularına işaret eden İhlas Suresi’nin ayetleri, Hadid Suresi’nin ilk ayetleri ve Haşr Suresi’nin son ayetlerini örnek gösterebiliriz veya bu surenin yüce Allah’ın tüm varlık âleminde hazır olduğunu, bütün varlığa egemen olduğunu ve bütün varlıkların tekvini olarak tesbih halinde olduğunu ifade eden ayetlerine işaret edebiliriz.[2]
Ayrıca Kur’an-ı Kerim’de, seyr u sülûk yöntemi olarak kabul edebileceğimiz birtakım yöntemler ve kurallar açıklanmıştır. Örneğin tefekkür ve düşünmekle ilgili ayetler, daimi teyakkuz ve mütezekkir olmakla ilgili ayetler, teheccüd ve gece ibadetleriyle ilgili ayetler, oruç tutmakla ilgili ayetler, gece boyunca uzun secde ve zikirler yapmakla ilgili ayetler, huşu ve tevazu ile ilgili ayetler, Kur’an-ı Kerim’in ayetlerini duyunca secdeye kapılmak ve gözyaşı dökmekle ilgili ayetler, ibadetlerde ihlas sahibi olmakla ilgili ayetler, yalnızca Allah rızası ve ilahi aşkın bir getirisi olarak iyiliklerde bulunmak, tevekkül etmek ve Allah’a karşı rıza ve teslimiyet taşımakla ilgili ayetler.[3]
Kur’an-ı Kerim’in ayetlerine ilaveten hadis kaynaklarımızda konuyla ilgili Peygamber efendimiz (s.a.a) ve Ehlibeyt’in (a.s) buyrukları veya dua şeklinde sayamayacağımız kadar çok kaynak mevcuttur.[4]
Ancak burada da diğer birçok konuda olduğu gibi bu ve benzeri ayet ve hadisler konusunda kimileri tefrit yolunu seçerken kimileri de ifrat yolundan gitmişlerdir.
Birinci grupta yer alanlar çok dar ve yüzeysel bir yaklaşımla bu tür ayet ve hadislerin içini boşaltıp da sahip oldukları yüce anlamları bu ayet ve hadislerden almaya çalışmışlardır ve çok yüzeysel bir anlam yüklemeye çalışmışlardır. Öyle ki yüce Allah için bile cismani iniş ve yükseliş gibi değişkenlik gerektiren birtakım haller yüklemeye çalışmışlardır. İşte bu yaklaşıma sahip olan insanlar İslam’da ‘irfân’ adında bir şey olduğunu kökten reddeden insanlardır. Diğer yandan karşı cephede yer alanlar, birtakım sosyal etkenlerin etkisi altında kalarak ve birtakım yabancı unsurları işin içine katarak dinî kaynaklarımız ve kitap ve sünnetten alındığını söyleyemediğimiz birtakım inançlara bürünmüşlerdir. Öyle ki bu inançların bir kısmı yorum ve tevile yer bırakmayacak kadar açık bir şekilde Kur’an ve sünnete aykırıdır. Bu düşünceye sahip insanlar bir yandan kendilerinden birtakım ameller çıkarıyor veya diğer inançlardaki âdet ve örflerin taklitçiliğini yaparken diğer yandan ârif makamına eren kişiden bütün dinî yükümlülüklerin kalktığına inanıyorlar.[5] Bu tür bir düşünceye sahip olanlara cevap olarak şöyle demeliyiz: Allah’a yakınlık konusunda Peygamber efendimiz (s.a.a) ve Hz. Ali’den (a.s) daha yakını düşünülemez. Ancak bu kişiler hayatlarının sonuna kadar diğer insanlardan bir adım önde olacak şekilde ibadetlerini yerine getirmişlerdir ve her zaman bu konuyu önemsemişlerdir.
Bütün tasavvuf ehli ve ârif diye bilinenlere aşırı iyimser bir yaklaşımla bakanlar bu tür eğilimler için birtakım yorum ve tevillere başvurmuş olsalar da gerçek şu ki en azından bu tür eğilimlerin bir bölümü hiçbir şekilde kabul edilemez. Genel olarak ilmî ve irfânî şahsiyetlerin yüceliğine kapılıp da bu insanların bütün doğrularına gözü kapalı bir şekilde inanmak veya bu insanları eleştirilemez insanlar bilmek yanlıştır. Ancak bu insanların eleştirilebilir olduğuna inanmak bütün ölçüsüz, basit veya taassuplara dayalı düşünceleri onaylamak veya bu insanların olumlu yönlerini görmezden gelmek anlamında değildir.
Sonuçta insan her zaman hak ve hakikat peşinde olmalıdır, adalet ve insaf yolunda ilerlemelidir, delilsiz mesnetsiz olumsuz bakışlardan uzak durmalıdır ve hakkı bulup da haktan ayrılmamak için Allah’tan yardım dilemelidir.
- - - - - - - - - - -
[1] Hadid, 27.
[2] Yüce Allah Hadid suresinin birinci, ikinci ve üçüncü ayetlerinde şöyle buyuruyor: Göklerde ve yerde bulunan her şey Allah’ı tesbih etmektedir. O, azîzdir, hakîmdir. Göklerin ve yerin mülkü O’nundur. O, diriltir, öldürür. O, her şeye gücü yetendir.O ilktir, sondur, zâhirdir, bâtındır. O, her şeyi bilendir.
Yüce Allah, aynı surenin dördüncü ayetinde şöyle buyuruyor: Nerede olsanız, O sizinle beraberdir. Allah yaptıklarınızı görür.
Yüce Allah Haşr Suresi’nin yirmi iki, yirmi üç ve yirmi dördüncü ayetlerinde şöyle buyuruyor: O, öyle Allah’tır ki, O’ndan başka ilah yoktur. Görülmeyeni ve görüleni bilendir. O, esirgeyendir, bağışlayandır. O, öyle Allah’tır ki, kendisinden başka hiçbir ilah yoktur. O, mülkün sahibidir, eksiklikten münezzehtir, selâmet verendir, emniyete kavuşturandır, gözetip koruyandır, üstündür, istediğini zorla yaptıran, büyüklükte eşi olmayandır. Allah, müşriklerin ortak koştukları şeylerden münezzehtir.O, yaratan, var eden, şekil veren Allah’tır. En güzel isimler O’nundur. Göklerde ve yerde olanlar O’nun şânını yüceltmektedirler. O, galiptir, hikmet sahibidir.
Yüce Allah Nur Suresi’nin kırk birinci ayet-i kerimesinde şöyle buyuruyor: Göklerde ve yerde bulunanlarla dizi dizi kuşların Allah’ı tesbih ettiklerini görmez misin? Her biri kendi duasını ve tesbihini (öğrenmiş) bilmiştir. Allah, onların yapmakta olduklarını hakkıyla bilir.
Yüce Allah İsra Suresi’nin kırk dördüncü ayet-i kerimesinde şöyle buyuruyor: Yedi gök, yer ve bunlarda bulunan herkes O’nu tesbih eder. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ne var ki siz, onların tesbihini anlamazsınız. O, halîmdir, bağışlayıcıdır.
Yüce Allah Rad Suresi’nin on beşinci ayet-i kerimesinde şöyle buyuruyor: Göklerde ve yerde bulunanlar da onların gölgeleri de sabah akşam ister istemez sadece Allah’a secde ederler.
Yüce Allah Nahl Suresi’nin kırk sekiz ve kırk dokuzuncu ayet-i kerimelerinde şöyle buyuruyor: Allah’ın yarattığı herhangi bir şeyi görmediler mi? Onun gölgeleri, küçülerek ve Allah’a secde ederek sağa sola döner. Göklerde bulunanlar, yerdeki canlılar ve bütün melekler, büyüklük taslamadan Allah’a secde ederler.
Yüce Allah Fussilet Suresi’nin elli üç ve elli dördüncü ayet-i kerimelerinde şöyle buyuruyor: İnsanlara ufuklarda ve kendi nefislerinde âyetlerimizi göstereceğiz ki onun (Kur’an’ın) gerçek olduğu, onlara iyice belli olsun. Rabbinin her şeye şahit olması, yetmez mi? Dikkat edin; onlar, Rablerine kavuşma konusunda şüphe içindedirler. Bilesiniz ki O, her şeyi kuşatmıştır.
Yüce Allah Nisa Suresi’nin yüz sekizinci ayet-i kerimesinde şöyle buyuruyor: Allah yaptıklarını kuşatıcıdır.
Yüce Allah Nisa Suresi’nin yüz yirmi altıncı ayet-i kerimesinde şöyle buyuruyor: Allah, her şeyi kuşatıcıdır.
Yüce Allah Bakara Suresi’nin yüz on beşinci ayet-i kerimesinde şöyle buyuruyor: Artık nereye dönerseniz dönün, orada Allah’a dönmüş olursunuz.
Yüce Allah Hac Suresi’nin on sekizinci ayet-i kerimesinde şöyle buyuruyor: Görmez misin ki, göklerde olanlar ve yerde olanlar, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanların birçoğu Allah’a secde ediyor; birçoğunun üzerine de azap hak olmuştur. Allah kimi hor ve hakir kılarsa, artık onu değerli kılacak bir kimse yoktur. Şüphesiz Allah dilediğini yapar.
[3] Burada yukarıda değindiğimiz konuların yalnızca küçük bir kısmına örneklerle işaret etmek istiyorum.
Yüce Allah Bakara Suresi’nin yüz altmış beşinci ayet-i kerimesinde şöyle buyuruyor: İman edenlerin Allah’a olan sevgileri ise çok daha fazladır.
Yüce Allah Maide Suresi’nin elli dördüncü ayet-i kerimesinde şöyle buyuruyor: Allah, sevdiği ve kendisini seven bir toplum getirecektir.
Yüce Allah Beyyine Suresi’nin sekizinci ayet-i kerimesinde şöyle buyuruyor: Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır.
Yüce Allah Fecir Suresi’nin yirmi yedi, yirmi sekiz, yirmi dokuz ve otuzuncu ayet-i kerimelerinde çok hoş ve ince bir tabirle şöyle buyuruyor: Ey iyiden iyiye inanmış, şüpheden kurtulmuş can. Dön Rabbine, ondan râzı olarak ve rızâsını kazanmış bulunarak.Artık katıl kullarımın arasına.Ve gir cennetime.
Yüce Allah Bakara Suresi’nin yüz on ikinci ayet-i kerimesinde kendisini tamamıyla yüce Allah’a teslim etmiş olan kullarıyla ilgili şöyle buyuruyor: Evet, kim, özü halis olarak yüzünü tertemiz bir sûrette Allah’a çevirir, ona teslîm olursa onun mükâfatı Rabbinin katındadır. Onlara ne korku vardır, ne de mahzun olurlar.
Yüce Allah İnsan Suresi’nin yirmi birinci ayet-i kerimesinde ihlaslı bir şekilde, yalnızca Allah rızası için diğerlerine iyilikte bulunan insanlarla ilgili şöyle buyuruyor: Rableri onlara tertemiz bir içecek içirecektir.
Yüce Allah aynı surenin yirmi altıncı ayet-i kerimesinde resulünü (s.a.a) şöyle yönlendiriyor: Gecenin bir kısmında O’na secde et; gecenin uzun bir bölümünde de O’nu tesbih et.
Yüce Allah Bakara Suresi’nin iki yüz yedinci ayet-i kerimesinde onun rızası için canını feda eden insanlara işaret ederek şöyle buyuruyor: İnsanlardan öyleleri de var ki, Allah’ın rızasını almak için kendini feda eder. Allah da kullarına şefkatlidir.
Yüce Allah Ra’d Suresi’nin yirmi ikinci ayet-i kerimesinde onun rızası için sabır yolunu seçen insanlara işaret ederek şöyle buyuruyor: Yine onlar, Rablerinin rızasını isteyerek sabrederler.
Yüce Allah Leyl Suresi’nin on dokuzuncu ve yirminci ayet-i kerimelerinde yapmış oldukları iyilikler karşısında herhangi bir karşılık veya teşekkür beklemeyen ve yalnızca onun rızasını kazanmak için iyiliklerde bulunan insanlara işaret ederek şöyle buyuruyor: Yüce Rabbinin rızasını istemekten başka onun nezdinde hiçbir kimseye ait şükranla karşılanacak bir nimet yoktur.
Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’in birçok yerinde ibadetlerde ihlaslı olmak konusuna değiniyor. Örneğin Zümer Suresi’nin iki ve üçüncü ayet-i kerimelerinde şöyle buyuruyor: (Resûlüm!) Şüphesiz ki Kitab’ı sana hak olarak indirdik. O halde sen de dini Allah’a has kılarak (ihlâs ile) kulluk et. Bilin ki hâlis din yalnız Allah’ındır.
Yüce Allah Al-i İmran Suresi’nin yüz doksan birinci ayet-i kerimesinde bütün hallerde Allah’ı anan kullarına işaretle şöyle buyuruyor: Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her vakit) Allah’ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler (ve şöyle derler:) Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz.
Yüce Allah İsra Suresi’nin yetmiş dokuzuncu ayet-i kerimesinde Peygamber efendimize (s.a.a) hitaben “makam-ı mahmud ve Allah’ın yakınlığını kazanmak istiyorsan gece namazı kıl” şeklinde emirde bulunuyor ve şöyle buyuruyor: Gecenin bir kısmında uyanarak, sana mahsus bir nafile olmak üzere namaz kıl. (Böylece) Rabbinin, seni, makamı mahmud’a ulaştıracağı umulur.
Yüce Allah aynı surenin yüz dokuzuncu ayet-i kerimesinde müminlerin, Kur’an ayetlerini duyarken yaşadıkları halleri anlatırken şöyle buyuruyor: Ağlayarak yüz üstü yere kapanırlar. (Kur’an okumak) onların saygısını artırır.
Yüce Allah Hud Suresi’nin yirmi üçüncü ayet-i kerimesinde iman ve salih emeller dışında farklı bir özelliğe sahip olan müminleri anıyor ve Allah’ı andıklarında sükûnete varan, onunla iken hiçbir sıkıntı taşımayan müminleri anarken şöyle buyuruyor: İnanıp da güzel işler yapan ve Rablerine gönülden boyun eğenlere gelince, işte onlar cennet ehlidir. Onlar orada ebedî kalırlar.
[4] Burada şu büyük okyanusun bir katresi misali birkaç örnekle kitabımızı nurlandırmak istiyorum:
Hz Ali (a.s) Nur Suresi’nin otuz yedinci ayet-i kerimesini (Onlar, ne ticaret ne de alışverişin kendilerini Allah’ı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoyamadığı insanlardır) okuduktan sonra şöyle buyurdular: Yüce Allah, kendisini anmayı kalplerin aydınlık aracı kıldı. … Dünya malının karşılığı olarak Allah’ı anmayı seçmiş olan insanlar vardır ve hiçbir ticaret ve alışveriş onları bundan alıkoyamaz. … Dünya hayatını bitirip de kıyamette yaşıyor gibiler, dünya ötesi hayatı kendi gözleriyle görüyor gibiler, berzah ehlinin gizli hallerini biliyor gibiler. … Berzahtaki halleri diğer insanlara anlatıyor gibiler.
Şabaniye münacatında şöyle okuyoruz: Allah’ım sana gelmenin en yüce seviyesini bana nasip eyle ve kalp gözlerimizi sana bakmakla nurlandır. Öyle ki kalp gözleri nur perdelerini aşıp da yücelik kaynağına varsın ve ruhlarımız senin kutsi izzetine bağlansın.
İmam Hüseyin (a.s) Arefe duasında rabbiyle şöyle münacat ediyor: Allah’ım dünyadaki iz ve eserlerin çokluğundan ve dünya hallerinin değişikliğinden, her şeyle kendini bana anlatmak istediğini, seni hiçbir halde unutmamamı istediğini anladım. … kendi varlığında sana ihtiyaç duyan bir şey nasıl senin varlığın için delil gösterilebilir? Acaba senin dışındaki bir varlık senin sahip olmadığın bir açıklığa sahip olabilir mi ki senin için bir açıklayıcı olabilsin? Ne zaman görünmedin de sana gelmek için bir rehbere ihtiyaç duyulsun? Ne zaman uzak oldun da ki bizi sana getirecek olan şey nişaneler olsun? Seni kendisini kolluyor olarak görmeyen göz kör olsun. Kendi muhabbetinden bir pay vermediğin kul nasıl da ziyana uğramıştır. … Allah’ım senin dergâhına yakın kulların vardığı hakikatlere beni de ulaştır ve sana gelen kulların yolundan yürüt beni. … Seni kaybeden neyi elde etmiş olabilir ki. Seni kazanan neyi kaybetmiş sayılabilir ki. Senin yerine başka bir şeyin peşinde olan, ümitsizlik dışında bir yere varmadı ve senin dışında bir sığınak arayan hüsrana uğradı. … Kendini her şeye tanıttın öyle ki her şey seni tanıdı. Sensin her şeyle kendisini bana tanıtan, öyle ki her şeyde seni görüyorum açıkça.
İmam Zeynel Abidin (a.s) Münacatu’l- Müridîn duasında rabbiyle şöyle münacat ediyor: Allah’ım bizi sana gelen yollara götür ve sana gelen en kısa yollarda yürüt bizi. … Sensin yalnızca sen, başkası değil gönlümün arzusu; sensin yalnızca sen başkası değil uykumu benden alan. Sana varmaktır gözümün aydınlığı, sana varmaktır en büyük arzum isteğim, senin sevgindedir bütün sevincim.
İmam Zeynel Abidin (a.s) Münacatu’l- Arifîn duasında rabbiyle şöyle münacat ediyor: Allah’ım sana gelme aşkının bir ağaç misali göğüslerinin derinliklerine kadar kök saldığı kişilerden kıl bizi. Allah’ım bütün kalpleri senin muhabbetinle kaplı olan kullarından kıl bizi. Onlar düşünce yuvalarına sığınıyorlar ve sana yakınlaşma ve şühûd bahçelerinde geziniyorlar. … Onların gözleri sevgililerine bakmakla aydınlanıyor.
İmam Zeynel Abidin Münacatu’l Muhibbîn duasının bir bölümünde şöyle dua ediyor: Allah’ım senin muhabbetini tadıp da başka kapıya giden olabilir mi? Allah’ım senin yakınlığınla ünsiyet bulup da bir an için senden gafil olan olabilir mi?
İmam Cafer Sadık (a.s) kulların ibadetlerini üç kısma böldüğü bir hadiste şöyle buyuruyor: Kullar üç kısma ayrılıyor; kulların bir bölümü korku üzerine Allah’a ibadet ediyorlar. Bu, kölelerin ibadetidir. Diğer bir bölümü sevap ümidiyle Allah’a ibadet ediyor. Bu, işçilerin ibadetidir. Diğer bir bölümü ise ona sevgi duydukları için ona kulluk yapıyorlar. İşte bu hür insanların ibadetidir ve en üstün ibadet budur.
[5] İşin ilginç tarafı bu düşüncenin Kur’an-ı Kerime isnat edilmesi ve Hicr Suresi’nin doksan sekiz ve doksan dokuzuncu ayetlerinin delil gösterilmesidir.
Yüce Allah bu ayet-i kerimelerde şöyle buyuruyor: Artık Rabbine hamd ederek tenzîh et ve secde edenlerden ol. Ve sana yakîn gelinceye dek Rabbine ibadet et!
Şöyle deniliyor: Yüce Allah ibadet süresini yakîn aşamasıyla sınırlamıştır. Yani kul, yakîn aşamasına gelinceye dek ibadetle yükümlüdür; ancak yâkin’e ulaşmış olan bir ârif artık ibadetle yükümlü değildir.
Bu tür bir delilin çok çürük ve içi boş olduğu, bu ayet-i kerimenin tefsirine kısa bir göz atmış olan kişiler için açıktır; ancak yine de kitabın ileriki bölümlerinde konuyla ilgili yeterli açıklama yapılacaktır.