Düşünce | İslamî Araştırmalar

Esaret Döneminde İmam Seccad’ın Hareketi

 
.
.

Ehlader Araştırma Bölümü

 

 Rahmân ve rahîm Allah’ın adıyla

Ayetullah Seyyid Ali Hamanei

Şiîler ve imamet çizgisine inananlar arasında Aşura’dan sonraki vaziyet, acayip bir vaziyetti. Emevi uşaklarının yaptıkları vahşilikler, ister Kerbela’da ister Kufe’de ve ister Şam’da Peygamber ailesine yaptıkları zulümler imamet çizgisine ilgi duyan herkesi dehşete düşürdü. Elbette bildiğiniz gibi İmam Hüseyin’in ashabının seçkinleri ya Aşura olayında ya da Tevvabin olayında şehadete ulaştılar. Ama geride kalan kimseler Cebbar Yezid saltanatı ve sonrasında da Mervan’ın kudreti karşısında hak sözleri söyleyebilecek cesarete sahip değildiler. Mümin ama darmadağın, teşkilatsız, korkutulmuş ve gerçekte fiilen imamet yolundan sapmış bir topluluk... Bu, Şiî toplumundan İmam Seccad (a.s) için geriye kalan mirastı. Aşırı baskı, oldukça zayıf destek gücü... İmam Seccad asil, mektebî ve hakiki İslami akımın korunması için bu dağınıkları bir araya toplamalı ve onları hakiki İslami hükümet olan Alevi hükümete yakınlaştırmalıydı. Bu şartlar altında İmam Seccad (a.s), otuz dört yıl çaba sarf etti. Ben sadece İmam Seccad'ın hayatından seçkin bölümleri burada sizlere beyan edeceğim.

Dördüncü İmam’ın iftihar dolu hayatının ilk bölümü esaret dönemidir. Elbette Dördüncü İmam iki kere esir olmuş ve iki kez zincirlere bağlı hâlde Şam’a götürülmüştür. Bu esaretin birincisi Kerbela’dan, ikincisi ise Abdülmelik b. Mervan zamanında Medine’den gerçekleşmiştir. İmam Seccad (a.s), Kerbela’dan Hüseynî esirlerle birlikte Şam’a götürüldüğünde adeta bir Kur’an ve İslam timsaliydi. Şehitlerin toprak üzerine düştüğü andan itibaren Ali b. Hüseyin’in yiğitliği ön plana çıkmaya başladı. Hiçbir erkeğin bulunmadığı o kervanda ufacık kızlar, küçük çocuklar, korumasız kadınlar İmam Seccad'ın etrafına toplanmışlardı; İmam (a.s) onların rehberliğini üstlenmişti. Durumu toparlamaya çalışmış; Şam’a yetişinceye kadar yol boyunca iman bağıyla birbirine kenetlenen bu topluluğun şüpheye ve tereddüde kapılmasına izin vermemiştir. Kafile Kufe’ye girdi. Bu ailenin bütün erkeklerinin öldürülme fermanını veren Ubeydullah b. Ziyad, kervanda bir erkeğin olduğunu görünce kim olduğunu sordu. İmam: “Ben Ali b. Hüseyin’im.” dedi. Ubeydullah b. Ziyad Ali b. Hüseyin’i ölümle tehdit etti. Burada imamet, maneviyat ve rehberliğin ilk cilvesi aşikâr oldu.

İmam: “Bizi ölümle mi tehdit ediyorsun? Oysaki şehadet bizim için keramettir [üstünlüktür], biz Allah yolunda öldürülmekle iftihar ederiz; ölümden korkmayız.” buyurdu. Ubeydullah b. Ziyad’ın adamları bu cesaret karşısında geri adım attılar.

Şam’da birbirini izleyen günler boyu esirlerle birlikte kötü ve namünasip şartlar altında tutmanın ardından Yezid’in aklına İmam Seccad’ı (a.s) kendisiyle birlikte mescide götürüp ruhi açıdan da onu halkın karşısında zayıf düşürme düşüncesi geldi. Muhaliflerin ve her yerde bulunan İmam taraftarlarının yaptıkları tebligatların hükümeti olumsuz etkilemelerini engelleyecek bir şey yapmalıydı. İmam (a.s) söz konusu mecliste Yezid’e “Bırak ben de minbere çıkayım ve halka konuşayım.” dedi. Yezid, doğal olarak bu süre içerisinde ruhi açıdan yeterince zayıf düşmesi gereken Peygamber evladı bu esirin ve hasta gencin, kendisi için tehlike oluşturabileceğini sanmıyordu. Dolayısıyla İmam’ın konuşmasına izin verdi. İmam Seccad (a.s), minbere çıktı. İmametin felsefesini, şehadet olayını ve Emevi hükümetinin tağuti yönünü hükümetin merkezinde açıkladı. Şam halkının ayaklanmasına sebep oldu. İmam Seccad Übeydullah b. Ziyad karşısında, Şam’ın kandırılmış halk yığınları karşısında ve Emevi düzeninde Yezid’in memurları karşısında korkmadan hak sözü haykırabilen bir şahsiyettir. Dünya hayatı onun için bir değer ifade etmiyordu.[1]

* * *

İmam Seccad (a.s), esaret döneminde hasta iken söz ve davranışlarıyla büyük bir kahraman misali yiğitlik destanı yazıyordu. Bu devrede İmam, hayatının asli döneminde gözlemlediğiniz şeyle tamamen farklı bir vaziyete sahipti. O, asli dönemde mülayim, hesaplı ve sakin bir altyapı oluşturmayı esas almıştı. Hatta bazı durumlarda İmam’ın Abdülmelik b. Mervan’la bir mecliste oturarak ona karşı sıradan ve mülayim bir tavır takındığını görmekteyiz. Ama esaret döneminde İmam’ı en ufak bir söze bile tahammül etmeyen ve herkesin gözleri önünde güçlü düşmanlarına çarpıcı cevaplar veren coşkulu bir kıyam adamı olarak görürsünüz.

Kufe’de, kılıcından kan damlayan, Peygamber evladını öldürme gururunun badesiyle mest ve zafer sarhoşu o vahşi hunhar Ubeydullah b. Ziyad karşısında öylesine konuşur ki İbn Ziyan ölüm fermanını verir. Hz. Zeynep bu ferman karşısında kendisini öne atıp “Onu öldürmenize izin vermem!” deyince onlar bir kadını öldürmek zorunda kalmamak için İmam’ı da öldürmekten vazgeçmişlerdir. Ayrıca İmam’ı esir olarak Şam’a götürmeleri gerekmektedir. Eğer bu sebepler olmasaydı büyük ihtimalle İmam Seccad’ı (a.s) katledeceklerdi.

Kufe pazarında halası Zeynep ve kız kardeşi Sakine’yle birlikte konuşma yapıp halkı tahrik eder ve hakikatleri ifşa eder.

Şam’da ister Yezid’in meclisinde ister mescitte cemiyet karşısında hakikatleri en açık beyanla ortaya koyar. Bu sözler ve hutbeler, Ehl-i Beyt’in hilafetin gerçek hak sahibi olduğunu, mevcut hâkim düzenin gerçekleştirdiği cinayetlerin ifşasını, o gafil ve şuursuz halkın çarpıcı ve acı bir şekilde uyarılmasını içerir.

Burada o hutbeyi söz konusu edip içeriğini beyan etmemize gerek yok. Bu başlı başına ayrı bir iştir. Bu hutbeyi tefsir etmek isteyen kimse onu kelimesi kelimesine incelemeli ve bu esaslar üzerine tefsir etmelidir. Bu, İmam Seccad'ın hamaset yaratan esaret dönemindeki vaziyetiydi.

Şöyle bir soru mevcuttur: Neden İmam Seccad (a.s) esaret döneminden sonra yumuşaklığı esas almakta ve takiye yapmaya meyletmektedir? Neden inkılabi ve keskin hareketlerin üzerini dua ve yumuşak davranışlarla örtmekte ve esaret döneminde ise öylesine keskin, öfkeli ve açıktan bir takım işler yapmaktadır?

Cevap şudur ki: Bu dönem istisnai bir dönemdi. Burada İmam Seccad (a.s), imam olmasının ve ilahî ve İslami hükümet için çalışma zeminini sağlaması gerektiğinin dışında Aşura’da dökülen kanların konuşan dilidir. İmam Seccad (a.s) burada gerçekte kendisi değildir. Hüseyin’in suskun dili Şam’da ve Kufe’de bu inkılabi gencin simasında tecelli etmeliydi. Eğer orada meseleleri böylesine sert, keskin ve açık şekilde beyan etmezse gerçekte onun gelecekte yapacağı işler için bir zemin kalmayacaktı. Çünkü tarih boyunca gerçekleşen bütün Şiî kıyamlarının alt yapısı Hüseyin b. Ali’nin coşkun kanı olduğu gibi onun gelecekteki işinin zemini de Ali oğlu Hüseyin’in coşkun kanıydı. Öncelikle halkı uyarmalı; sonra bu uyarı etrafında esaslı, derin, metin ve uzun vadeli muhalefetini başlatmalıdır. İşte bu uyarı, böylesi sert ve keskin bir dilden başka bir şeyle mümkün değildi.

Bu seferde İmam Seccad'ın (a.s) rolü, Hz. Zeyneb’in rolüydü. O rol, Hüseyin b. Ali’nin inkılâbının elçiliğiydi. Eğer insanlar Hüseyin’in neden ve nasıl öldürüldüğünü bilseler İslam’ın ve Ehl-i Beyt’in davetinin geleceği başka türlü olacaktı. Ancak bunu bilmezlerse İslam’ın geleceği daha farklı olacaktı. Dolayısıyla toplumda bu şuur ve marifetin yayılması için bütün sermayenin kullanılması ve mümkün olan her yerde bu bilgilendirme işinin yapılması gerekirdi. Fatıma-ı Suğra, Zeyneb ve esirlerin her birisi kendi gücü ölçüsünde bir elçi olmalıydı. Gurbet diyarında dökülmüş olan İmam Hüseyin’in (a.s) coşkun kanının sesinin geniş İslam coğrafyasının tamamında duyulabilmesi için bütün güçlerin bir araya toplanması gerekirdi. Yani Kerbela’dan Medine’ye kadar bu mesaj ulaşmalıydı. İmam Seccad (a.s), Medine’ye girdiğinde halkın meraklı ve soru dolu dil, göz ve çehreleri karşısında hakikatleri beyan etmesi gerekiyordu. İşte bu yapılacak olan ilk iştir. İmam Seccad'ın (a.s) hayatında bu kısa dönem istisnai bir dönemdir. Sonraki dönem İmam Seccad'ın (a.s) Medine’de muhterem bir vatandaş olarak yaşamaya başladığı dönemdir. İşine Hz. Peygamber’in evinden ve onun hareminden başlar. Dördüncü İmam’ın plan ve programlarının açıklığa kavuşması için zamanının durumunu, keyfiyetini ve şartlarını incelemeye ihtiyaç vardır.[2]

- - - - - - - - - - - -


[1]  05 Aralık 1980 / Tahran
[2]  Pasdar-ı İslam, sayı: 6