.
.

Klinik Psikolog Abdullah Gündoğan

Türkiye'de seküler ve dindar kesimler arasındaki gerilim, çoğunlukla iki tarafın birbirini irrasyonellik, bağnazlık ve cehaletle suçlaması üzerinden şekillenir. Ancak işin ironik tarafı, her iki kesimin de birbirine benzer şekilde irrasyonel inanışlardan beslenmesi ve kendi dogmalarını sorgulamaktan kaçınmasıdır. Üstelik bu sadece bir inanç meselesi de değildir; toplumsal olarak her iki taraf da aynı kabileci refleksleri taşır, aynı hoşgörüsüzlük ve kutuplaşma dinamikleri içinde hareket eder. Özetle, iki taraf da birbirinden pek farklı değildir, sadece inandıkları şeylerin isimleri ve algılanma biçimleri değişmiştir.

Seküler kesim, dindarları sık sık akıl dışı inançlara sahip olmakla eleştirir. Onları dogmatik, bilim dışı, irrasyonel ve cahil olmakla suçlar. Ancak bir adım geri çekilip baktığımızda, sekülerlerin de kendi içlerinde benzer dogmatik eğilimler taşıdığını görürüz. "Dinlere ve tanrıya inanmıyorum" diyen birçok insan, burçların kaderlerini belirlediğine, Merkür retrosunun işlerini bozduğuna, kuantum düşünceyle evrenin ona olumlu enerji göndereceğine inanır. Spiritüel astroloji, enerji temizliği, çekim yasası gibi kavramlar, aslında modern dünyanın "hızlı çözüm" ve "bireysel tatmin" ihtiyacına yönelik pazarlanan yeni neo-pagan dinlerdir.

Seküler bireylerin bu tür inançlara yönelmesi, anlam arayışının ortadan kalkmadığını, sadece form değiştirdiğini gösterir. Geleneksel dinler nasıl ki insanlara bir çerçeve, bir rehberlik sunuyorsa, modern spiritüel akımlar da aynı işlevi görür. Ancak bu yeni "dinlerin" en büyük farkı, bireyselciliği kutsaması ve insanların kendi arzularını "evrenin planı" gibi yorumlamasına izin vermesidir. Üstelik bu yeni mistisizm, bilimsel jargon kullanarak kendini akılcı bir sistem gibi sunar, böylece eleştiriden de kaçınır. Kendi dogmalarına körü körüne bağlı sekülerler, dindarları cehaletle suçlarken, kendi içlerinde bir başka biçimde aynı akıl dışılığı yaşarlar.

Öte yandan, dindarlık ve muhafazakârlık söylemi içinde yaşayan insanların da büyük bir bölümü, dinin özündeki ahlak, erdem ve adalet kavramlarını içselleştirmiş değildir. Türkiye'de dindarlık, çoğunlukla ibadet pratiklerine indirgenmiş, dinin ahlaki boyutu ise büyük ölçüde göz ardı edilmiştir. Dindar kesimin bir bölümü için din, kul hakkı yememek, adil olmak, dürüst yaşamak gibi ilkelerden çok, dışarıdan nasıl göründüğüyle ilgilidir. Örneğin, başörtüsü takan bir kadının dini vecibelerini yerine getirdiği varsayılır, ancak onun adaletli, vicdanlı, hoşgörülü olup olmadığı çoğu zaman sorgulanmaz. Namaz kılan birinin yalan söylemeyeceği ya da haramdan kaçınacağı farz edilir, ancak bu, gerçek hayatta her zaman karşılık bulmaz.

Benzer bir durum seküler kesimde de görülür. Çağdaşlık ve modernlik, zihniyetle değil, çoğunlukla yaşam tarzı, eğlence biçimi ve kılık kıyafetle ilişkilendirilir. Seküler kesimin bir bölümü için "çağdaş olmak", batı müzikleri dinlemek, şarap içmek ya da belirli semtlerde yaşamakla eşdeğer tutulur. Ancak çağdaşlık, öncelikle zihinsel bir olgunluk, hoşgörü ve entelektüel derinlikle ilgilidir. Oysa Türkiye'de seküler kesimde de ciddi bir hoşgörüsüzlük, entelektüel sığlık ve kültürel körlük yaygındır. Seküler bireylerin büyük bir kısmı, dindarlara yönelik önyargılı ve küçümseyici bir tutum içindedir, tıpkı bazı dindarların sekülerlere yönelik nefret dolu söylemleri olduğu gibi...

Bu noktada asıl mesele, Türkiye toplumunun genel olarak kabileci bir yapıya sahip olmasıdır. İnsanlar belirli gruplara aidiyet duymaya, o grubun değerlerini mutlak doğru kabul etmeye ve karşıt grubu dışlamaya eğilimlidir. Dindarlar kendi kabilelerinde, sekülerler kendi kabilelerinde yaşar, birbirlerini anlamaya çalışmazlar. Her iki kesimde de baskın olan refleks, karşı tarafı aşağılamak, kendi grubunun üstünlüğünü kanıtlamaya çalışmaktır.

Oysa gerçek entelektüel olgunluk, yalnızca karşıt görüşü çürütmekle değil, kendi inançlarını ve alışkanlıklarını da sorgulamakla mümkündür. Türkiye'de ise bu sorgulama kültürü son derece zayıftır. Dindarlar, dinin özündeki ahlaki ilkeleri kendi hayatlarında ne kadar uyguladıklarını sorgulamazken, sekülerler de akılcılığı gerçekten ne kadar içselleştirdiklerini düşünmezler. Sonuç olarak, her iki kesim de kendi irrasyonel dogmalarına sıkı sıkıya bağlı kalır, sadece kutsallık atfettikleri şeyler farklıdır.

Gerçek medeniyet ve uygarlık, yalnızca bir grubun veya yaşam tarzının üstün gelmesiyle değil, toplumsal olarak daha derin bir bilinç seviyesine ulaşmakla mümkündür. Türkiye'de ise hâlâ kimlik savaşları verilirken, herkesin kendi dogmalarına ve irrasyonel inançlarına sıkı sıkıya tutunması, toplumsal gelişimi engelleyen en büyük faktörlerden biridir.

Bu yüzden asıl soru şudur: Türkiye'de gerçekten çağdaş, ahlaklı, entelektüel ve bilinçli bireyler yetiştiriyor muyuz, yoksa yalnızca farklı etiketler altında benzer dogmatik kabileler mi oluşturuyoruz? Eğer ikinci seçeneğin doğru olduğunu kabul edersek, o zaman birbirimizi eleştirmeden önce aynaya bakma vakti çoktan gelmiş demektir.

Hilal'i Görmenin Gerekliliği Hilal'i Görmenin Gerekliliği
https://www.instagram.com/p/DG_SiTXt88F/?img_index=1