Düşünce | İslamî Araştırmalar

Hz. Peygamber’in Vahdeti İnşa Süreci

Kutlu Doğum Haftası “Hz. Peygamber, Tevhid ve Vahdet” Sempozyumu - Samsun

.
.

Ehlader Araştırma Bölümü

Rahmân ve rahîm Allah’ın adıyla

Prof. Dr. Yavuz Ünal[1]

Vahdet Nedir?

Vahdet, kendi başına her birinin özel kişiliği, anlamı, hakkı ve statüsü bulunan bireylerden oluşan, ancak parçalarının özel anlamından ziyade, bütünün tekliğini, fonksiyonunu ve değerini ifade eden yapısal bir olgudur. Aynı kökten gelen ve bütün gücü, takdiri ve tasviri tek bir ele yani Allah’a inhisar ettiren tevhid ile birliği ifade etme noktasında ciddi bir benzerlik göstermektedir.

İsim ve sıfatlarında dikkat çeken farklı yönler, Allah denildiğinde, ayırılamayacak kadar iç içe geçmektedir. Bu nedenle O’nun Rahmân olması ile Tevvâb olması; ya da Cebbâr olmasıyla Rahîm olması arasındaki ilişkiyi ve hepsinin oluşturduğu algıyı doğru okumak gerekmektedir. Aksi takdirde, bir yönün başka bir olgu gibi algılanma zorunluluğu çıkacaktır. Burada takdir etmesi ve imkân vermesiyle cezalandırması, bilmesiyle engel olmaması arasındaki irtibatı çözebilmek için hayatı ve varoluşu doğru okumak gerekmektedir.

Dilde birkaç şeyin bir araya getirilmesine tevhid etme denirken, inanç bazında “tevhid”, O’nun Bir olduğuna inanmayı ifade etmektedir. Peygamberleri, kitapları, melekleri vs. O’nunla anlam kazanır. Ancak bu Bir, sıra sayılarından biri olan “1” yani ardından “2” gelen bir, değildir. Bu Ehad’dır, yani onun ikisi, üçü, dördü …yoktur. Kendisi Bir’dir, isim ve sıfatları O’nun farklı yönlerine dikkatleri çeker. Ancak O, ifademi mazur görün, oyun kurucudur. Rolleri ve kuralları O belirlemiş, süreyi ve sahneye çıkış sırasını da O takdir etmiştir.

Söz konusu bağlamda yaratılan insan, tek başına O’nun muhatabıdır. Bu yaratılış itibariyle ayrıcalıklı olan insana verilen özel değeri göstermektedir. Ancak özel yeteneklerle donattığı ve kendine meyledecek bir yapıda yarattığı insanı kendi hâline bırakmamış, işini kolaylaştıracak araçlar oluşturmuş ve durumunu açık edecek birtakım talepler ve yasaklar belirlemiştir. Din ifadesiyle karşıladığımız, bu yapıda, kuralın kendisi kadar, kim tarafından ve nasıl belirlendiği de önem arz etmektedir. Zira tek bir otoriteye irca edilmesi tevhidi, aksi ise tevhidin zıddı olan şirki çağrıştıracaktır.

Tek başına Rabbi’nin muhatabı olan insan, eşiyle bütünleştirilmiş, ailesiyle de güçlendirilmiştir. Aileler ise akrabalık bağı aracılığıyla birbirleriyle irtibatlanmıştır. Bu yapı bir çekirdek üzerine kuşatıcı haleler oluşturan bir sarmalı andırmaktadır. Burada millet / ümmet kavramı, birliği ifade eden şemsiye kavram olarak ortaya çıkmaktadır. Ancak birbirine muhtaç ve birbirinin imtihanı olan bu yapılandırmada, tanışmak, kaynaşmak, kollamak ve yardımlaşmak gibi bir hikmete mebni olduğu Allah Teâlâ tarafından açık bir şekilde beyan edilmiştir.[2] Bu yapılanmayı karşılayan dolayısıyla özel bir anlam yüklenen vahdet kelimesi, müstakil varlığı olan her bireyin, kendisini bütünün parçası olarak görmesini ve bu yapının içinde fonksiyonel olmasını ifade etmektedir. Onu yok saymaz, aksine bütünün olmazsa olmaz parçasıdır. O da bütüne bigâne kalamaz. İkisinin arasında su ile balık arasındaki ilişki gibi ontolojik bir ilişki mevcuttur.

Vahdetin Tezahürü ya da Onu Görünür Kılan Araçlar

Vahdet kelimesinin karşıladığı anlam dünyasını Yüce Mevla, ümmet kavramıyla dikkatlere sunmaktadır. İradesini Allah’a teslim etmiş, Resûlü’nün terbiyesinde yetişmiş ve onu rol modeli olarak gören Müslüman bireylerden oluşan ümmet, hitabın doğrudan muhatabı olmuştur. Dolayısıyla ümmetin ayırıcı vasıfları da belirtilmiştir. Allah’a iman eden bu ümmet, marufu yani güzel olan ne varsa onun öne çıkmasını sağlayacak, münker/çirkin olan ne varsa onu da uzaklaştıracaktır. Ancak bu sözün değil, eylemin; oldurmanın değil olmanın öncelenmesini zorunlu kılan bir süreçtir. Zira kişinin yapmadığı şeyi söylemesi kabul edilemez bir eylem olarak görülmektedir.[3]

En hayırlı olarak nitelenen ümmet, iyiliğin temsilcisi, kötülüklerin ise düşmanı olarak görülmektedir.[4] Bir başka ayette ise, denge unsuru olması ümmetin ayırt edici vasfı olarak görülmektedir. Ancak burada kendisine tabi olanların hem aidiyetleri ve hem de misyonları belirlenmektedir:

“Böylece, sizler insanlara şahit (ve örnek) olasınız ve Peygamber de size şahit (ve örnek) olsun diye sizi denge unsuru bir ümmet yaptık. Her ne kadar Allah’ın doğru yolu gösterdiği kimselerden başkasına ağır gelse de biz, yönelmekte olduğun ciheti ancak; Resûl’e tabi olanlarla, gerisin geriye dönecekleri ayırt edelim diye kıble yaptık.”[5]

Ayette Peygamber’ine yüklediği misyonun, ona tabi olanlar tarafından sürdürülmesini murat eden Yüce Mevla, Hakk’ın tebliğcisi ve temsilcisi olmayı sahipsiz bırakmamış, hatta ümmetin bütün bireylerini onunla tanımlamıştır. “Sizden, hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa erenler onlardır.”[6] ayeti de işte tam bunu tanımlamaktadır.

İyiliğin temsilcisi olmakla farklılaşan ümmeti, diğer ümmetlerden ayırmak için Allah Teâlâ kıblelerini yani yüzlerini dönecekleri yönü belirlemiştir. Bunu yaparken, o an için zorunlu olan öncelikle kendilerini Hakk’ın tek temsilcisi olduğunu iddia eden Yahudilerden ayrıştırmak amaçlanmıştır. Allah Teâlâ buna o kadar önem atfetmiştir ki, kıble birliğini kendi sözcüsüne tabi olanla olmayanı ayırt etmenin aracı olarak takdim etmiştir. Bu, Kelime-i Tevhid ile oluşan yapının, araç üzerinden görünür kılınmasıdır. Bu husus Hz. Peygamber’in dilinde, “İman etmemiştir, bizden değildir, mescidimize yaklaşmasın!” uyarı ifadeleri olarak yerini alacaktır.

Söz konusu vahdet, ilk insan ve ilk peygamber olan Âdem (as) ile başlamıştı. Ancak insanlar o yapının gereklerini yerine getirmedikleri için, diğer bir ifade ile Hâlık-ı Mutlak’a itaat etmek yerine nefislerine ya da şeytana uyduklarında yapının dışına çıktılar dolayısıyla birliği bozdular. Bu durum ayet-i kerimede açık bir şekilde vurgulanmaktadır:

“İnsanlar tek bir ümmetti. Allah, müjdeciler ve uyarıcılar olarak peygamberler gönderdi ve beraberlerinde, insanların anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda, aralarında hüküm vermek üzere kitapları hak olarak indirdi.”[7]

İnsanlar tek bir ümmetti, Allah bu birliği sürdürecek uyarıcı ve müjdeleyici elçiler gönderdi, hatta onlara okuyabilecekleri kitaplar da verdi. Ancak imtihanın tabiatı gereği farklı gruplar oluşturuldu. Buna ayet-i kerimede şu şekilde atıfta bulunulmaktadır:

“Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol koyduk. Eğer Allah dileseydi, elbette sizi tek bir ümmet yapardı. Fakat verdiği şeylerde sizi imtihan etmek için ümmetlere ayırdı. Öyle ise iyiliklerde yarışın. Hepinizin dönüşü Allah’adır.”[8]

Yaratılıştaki özel durum açıklanmakla birlikte, yeryüzünde gezenlerin, hatta gökte uçan kuşların bile bir ümmet olduğu vurgusuyla[9] farklılıkların normal olduğunu, hatta imtihan etmek için böyle takdir edildiği dikkatlere sunulmakta, dönüşün Allah’a olduğu vurgusuyla birlikte, mikro ve makro düzeyde, yani müminlere, boylar ve ötekine karşı iyiliklerde yarışması tavsiye edilmektedir. Bu da marufun yaygınlaştırılmasına, iyinin, huzurun, barışın hâkim kılınmasına yapılan bir teşvik olarak görülmektedir.

Vahdetin Alt Yapısı

Vahdet ya da ümmet kavramları, şekilsel olarak parçalarının dövülmüş kurşun gibi, fonksiyonel olmak açısından da sinir sistemiyle birbirine bağlı olan bir beden gibi, özel bir ilişki ağına sahip olmayı gerekli kılmaktadır. Bu yapıda kan bütün bedeni dolaşır, ulaşmadığı yer kangren olmuş ve beden için risk demektir. Sinir sisteminin dışında kalan aza, felç olmuş ve bedene yük demektir. Ancak bu oluşum, kanun, komut ya da temenni ile gerçekleştirilebilecek bir yapılanma değildir. Bu nedenle vahdetin ustası olan Hz. Peygamber’e kulak vermek, onun yöntemini ve stratejisini çözmek gerekmektedir.

Rabbinden aldığı vahyin rehberliğinde davete başlayan Allah Resûlü, bireylerin kendi konumlarına ilişkin farkındalık oluşturmakla işe başlamıştır. Bu, sorgulama yeteneği olan insanın merakını celbeden, ne olduğu, nereden geldiği ve nereye gideceği sorularını karşılayan bir sürecin başlangıç noktasını oluşturmaktadır. İlk vahiy bu gözle değerlendirilecek olursa, “Yaratan Rabbin” ifadesinin Hâlık’la mahlûkun pozisyonunu belirlediği gibi Rab kavramının, eğitim, gözetim ve denetim üzerine kurulu olan sürekli bir ilişkiyi ima ettiği görülecektir. Sureye ad olan “Alak” kelimesi ise, en basit ve değersiz olan atık sudan, her parçası özel bir sisteme sahip olan azaların birleşiminden oluşan en mükemmel varlığın, neden yaratıldığından ziyade Yaratıcının gücüne atıfta bulunmaktadır. Üstelik müşrik kafanın aracılar ihdas ederek çözüm aradığı, uzakta ve ilgisiz gördüğü için yakınlaşma imkânı aradığı Rab, yarattıklarıyla ilgisini koparmadığı yani yaratarak bırakmadığı gibi, insana olan ikramını/lütfunu sürdürmektedir. Hatta Rabbin ikramı ve ilgisi o kadar yüksektir ki, kendisine ulaşmasını sağlayacak akıl vermiş, etrafında olup biten her şeyin kendisine ulaştıran bir ayet olarak tanzim edilmiş olmasına rağmen, insana bilmediğini de öğretmiştir. Âdem’le başlayan öğretme süreci Hz. Muhammed (sas) ile yeni bir boyut kazanmıştır. Buna rağmen haddini bilmeyen insan nankörlük edecek ve azacaktır. Oysaki bu dünyada kalıcı olmayan insanın dönüşü de kendisine olacaktır.[10]

İlk vahiyle Hz. Peygamber’in dile getirdiği bu söylem, muhataplarının zihninde karşılığını bulmuştur. Hz. Peygamber’in diliyle insanlığa ulaştırılan bu söylemi, Hz. Hatice, Hz. Ebu Bekir gibi erdemli insanlar, üstün ahlak ve erdem olarak parlayan hakikat karşısında secdeye kapanırken, Ebu Cehil, Ebu Leheb gibi zihniyetler ise kendi düzenlerine bir tehdit olarak algılamakta gecikmemişlerdir. Bilal ise onda kendisine insanlığını hatırlatan ışığı görmüştür. Bu nedenle insanlığın hafsalasının almadığı işkenceler, ona bir an olsun geri dönmeyi cazip kılamamıştır. Böylece muhataplarını pozisyon almaya sevk eden ilk farkındalık, ilk vahiyle sağlanmış oldu. Dolayısıyla insanların kimi taraf, kimi de karşıt olarak konumlandılar.

Vahdet İçin Yapısal Hazırlık

Farkındalık ve tercihle başlayan süreç, yaratılış gayesine atfen insandan istenilen çabayla yeni bir boyut kazanmıştır. Yani fark etmek, bilmek, hatta kabul etmek yetmemekte, aksine bunun için bir şeyler yapması, Rabbin taleplerini karşılaması en azından karşılamaya çalışması gerekmektedir.

İyiyi ve kötüyü belirleyen Allah, özel niteliklerle yarattığı ve imtihan etmek için belirli bir süre ile bir pozisyona yerleştirdiği kulundan, sadece kendisine kulluk etmesini istemiştir.[11] Aslında bu, hayatın da ölümün de var oluşunu anlamlandıran şeydir. Zira o hayatı da ölümü de, özel bir nedenle yarattığı kullarından hangisinin daha güzel iş yaptığı ortaya çıksın diye yaratmıştır.[12] Bunun için insanın, kendisine verilen irade gereği iyiyi ya da kötüyü tercih imkânını, iyiden, güzelden ve hayırdan yana kullanması gerekmektedir. Dolayısıyla eylemle beslenmeyen fücur yeteneği köreltilmiş, dolayısıyla nefis tezkiye edilmiş /arındırılmış olacaktır. Bu durum ayet-i kerimede açık bir şekilde vurgulanmıştır:

“Nefse ve onu düzgün bir biçimde şekillendirip ona kötülük duygusunu ve takvasını (kötülükten sakınma yeteneğini) ilham edene andolsun ki, nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir.”[13]

Nefsini tezkiye etmeyen ve isteklerini yerine getirmek suretiyle onu güçlendirenler ise, onun kontrolü altına girecektir. Burada kişinin Rabbi ile olan ilişkisi ya da irtibat kopukluğu dikkat çekmektedir. Rabbiyle irtibatını koparan, farkına varmayacaktır ve belki nefsinin kontrolü altına girecektir. Dolayısıyla, kibirli, bencil, menfaatperest vb. davranış modellerini karaktere dönüştüren tipler tezahür edecektir. Bu nedenle Hz. Peygamber dolayısıyla müminler bu noktada açık bir şekilde uyarılmıştır:

“Buna inanmayan ve nefsinin arzusuna uyan kimseler, seni ondan (ona hazırlanmaktan) sakın alıkoymasın, sonra helak olursun!”[14]

“Kendi nefsinin arzusunu kendisine ilah edineni gördün mü? Ona sen mi vekil olacaksın?”[15]

“… bil ki onlar sadece kendi nefislerinin arzularına uymaktadırlar. Kim, Allah’tan bir yol gösterme olmaksızın kendi nefsinin arzusuna uyandan daha sapıktır…”[16]

“Nefsinin arzusunu ilah edinen, Allah’ın; saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözüne de perde çektiği kimseyi gördün mü?”[17]

“Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona verdiği vesveseyi de biz biliriz. Çünkü biz, ona şah damarından daha yakınız.”[18]

“… Kim nefsinin cimriliğinden, hırsından korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.”[19]

“O hâlde, gücünüz yettiği kadar Allah’a karşı gelmekten sakının. Dinleyin, itaat edin, kendi iyiliğiniz için harcayın. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.”[20]

Kul Rabbini unuttuğunda, Rabbi de ona nefsini unutturacaktır.[21] Bu ise arındırılması için dikkat ve emek isteyen nefsin, hoşnut edilmesi gibi bir önceliği insana dayatacaktır. Şeytan sembolizmi ile aynı pozisyonda bulunan nefis, Rabbin istediğinden farklı şeyler talep etmektedir. Küçük şeylerle başlayacak, şişebildiği kadar talepleri de büyüyecektir. Bu nedenle özelde kul olabilmek, genelde ise ümmetin bir parçası olabilmek için onun güçten düşürülmesi gerekmektedir.[22] Ona uyarak hata yapıldığında da telafi edilme yoluna gidilmelidir. Bu noktadaki mümin tavrı ayette şöyle açıklanmaktadır:

“Onlar, çirkin bir iş yaptıkları yahut nefislerine zulmettikleri zaman Allah’ı hatırlayıp hemen günahlarının bağışlanmasını isteyenler -ki Allah’tan başka günahları kim bağışlar- ve bile bile işledikleri (günah) üzerinde ısrar etmeyenlerdir.”[23]

Nefsin tezkiye edileceği ve iradenin ortaya konulacağı yani kulluğun gösterilmesi gereken alan, dünyadır. Bu nedenle Yüce Mevla orada bulunan her şeyi insana hizmet etsin diye, insanı da kendisine kulluk etsin diye yaratmıştır. Alan, mekân olması açısından yeryüzüdür; ancak dünya hayatının kendisi de aldatıcı bir yapıya sahiptir:

“O, yeryüzünde olanların hepsini sizin için yaratan, sonra göğe yönelip onları yedi gök hâlinde düzenleyendir. O, her şeyi hakkıyla bilendir.”[24]

 “Her canlı ölümü tadacaktır. Ancak kıyamet günü yaptıklarınızın karşılığı size tastamam verilecektir. Kim cehennemden uzaklaştırılıp cennete sokulursa, gerçekten kurtuluşa ermiştir. Dünya hayatı, aldatıcı metadan başka bir şey değildir.”[25]

 “Onlar, ahireti verip dünya hayatını satın alan kimselerdir. Artık bunlardan azap hiç hafifletilmez. Onlara yardım da edilmez.”[26]

“Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla, bir de mallar, canlar ve ürünlerden eksilterek deneriz. Sabredenleri müjdele.”[27]

 “İnkâr edenlere dünya hayatı süslü gösterildi. Onlar iman edenlerle alay etmektedirler. Allah’a karşı gelmekten sakınanlar ise, kıyamet günü bunların üstündedir. Allah, dilediğine hesapsız rızık verir.”[28]

 “İnsanların hangisinin daha güzel amel yaptığını deneyelim diye şüphesiz biz yeryüzündeki şeyleri ona bir zinet yaptık.”[29]

Kulluk sınavında aldatıcı ya da çeldirici durumlar, iradeyi ve samimiyeti ortaya çıkaran dolayısıyla sınavı anlamlı kılan temel unsurlardan biridir. Zira insanın meskûn olduğu yer olan dünya boşuna yaratılmadığı gibi, insan da oyun olsun diye yaratılmamıştır. Aldatıcıların başında gelen şeytanın bile, o samimi müminlere sirayet edemeyeceği gibi, dünya hayatı da ahireti hesaba katmayan insanlara süslü gösterilmiştir. Burada samimi tercih önem arz etmektedir. Nitekim Hz. Peygamber’in akıllı insan tanımı, bu farkındalığı ortaya koymaktadır:

“Akıllı kişi, nefsine hâkim olan ve ölüm sonrası için çalışandır. Aciz kişi ise hevasının peşine takılıp Allah’tan temennide bulunan kimsedir.”

Bireyden Ümmete Geçiş

Bireyin nefsini kontrol altına alarak Rabbiyle ilişkisinin düzenlenmesi yani tevhidin ikamesinden sonra, diğer müminlerle olan hukukunun da düzenlenmesi gerekmektedir. Bu, parçanın ait olduğu yere yerleştirilerek bütünün tamamlanması anlamına gelmektedir. Önemine binaen Allah Teâlâ bunu ifade etmek için, insan zihninin anlamını ve hukukunu tartışmasız bir şekilde kabullendiği kardeş kelimesini şemsiye kavram olarak kullanmaktadır. Yorum ihtimalini ortadan kaldıracak şekilde “Bütün müminler kardeştir. O hâlde, (her ne zaman araları açılırsa) kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun ki O’nun rahmetine nail olasınız.”[30] açıklamasını yapmaktadır.

Allah Resûlü de, ümmetin yakın planda ifadesi olan kardeşliği ifade ederken, beden ve bina metaforunu kullanmaktadır. Bu teşbihin zemini ise ayette kullanılan “Bünyanun mersus yani kenetlenmiş bir bina gibi aynı safta yer alan ve mücadele edenleri Allah sever.”[31] açıklamasıdır. Müminlerin birlikteliği, Allah’ın sevgisini celbeden en temel unsurdur. Bu noktada sanki müminin vekili gibi bir işlev üstlendiği beyan edilmektedir. Öyle ki, bir mümin diğerinin sıkıntısını giderirse Allah da kıyamet gününde onun sıkıntılarından birini giderecektir; işini kolaylaştırırsa Allah dünyada ve ahirette onun işini kolaylaştıracaktır. Müslümanın ayıbını örterse Allah da onun ayıplarını örtecektir. Kul, kardeşinin yardımında olduğu sürece Allah da onun yardımında olacaktır.[32]

Bu beyan, ümmet kavramının bir taraftan içini doldururken, diğer taraftan ona halel getirecek olan yıkıcı tavırlardan uzak durulmasını ve daha önemlisi diğer müminlerin buna müdahil olmasını sağlayacak uyarıların yapılmasını gerekli kılmıştır. Bu da “Müminlerin arası bozulursa onları barıştırın, ayıplarını araştırmayın, sıkıntıya düştüyse el atın, işini kolaylaştırın, yalnız bırakmayın, haset etmeyin, zanda bulunmayın, ayıplamayın, aşağılamayın.” vb. emirlerle tebarüz eden hassasiyetler oluşturmaktadır.

Sosyal ihtiyaçların karşılanması açısından tarihin gördüğü en başarılı operasyon olan ve 183 aileyi kapsayan Ensar-Muhacir eşleştirmesi, Müslüman zihninde ümmeti tanımlama, dolayısıyla kardeşliğin anlam çerçevesini çizme açısından oldukça önemlidir. Zira bu teorik olarak, ihtiyacını karşılamak gibi bir söyleme indirgenmeye müsait değildir. Zira Allah Resûlü kardeşliğin ontolojik anlamda varlık iddiasını, iç içe geçirerek izah etmiştir. Mesela iman etmiş olmak için birbirini sevmek, sevebilmek için selam vermek (irtibatlı olmak), çekiştirmemek, haset etmemek vb. olumsuz duygulardan kurtulmak, dolayısıyla kardeş olmak gerekmektedir. Söz konusu uygulamanın banisi olan Allah Resûlü, bireysel varoluşun öne çıktığı Mekke’den, toplumsal hayatın tanzim edildiği, yani ümmetin inşa edildiği Medine’ye hicretinde insanlara şu şekilde hitap etmiştir:

“Dürüst olunuz, zira dürüstlük iyiliktir. Yalandan kaçınınız. Zira o fasıklıktır. Birbirinize buğz etmeyin, birbirinize sırt dönmeyin, birbirinizle irtibatınızı kesmeyin, Allah’ın emrettiği gibi kardeşler olun. Allah’tan afiyet isteyiniz. Zira kula, emin olunan inançtan sonra, afiyetten daha hayırlı bir şey verilmemiştir.”[33]

Hz. Peygamber’in Medine’nin ilk yılında dikkat çektiği bu unsurlara, vefatının ardından halife seçilen Ebu Bekir de işaret edecektir. Zira o ümmetin başına geçtiğinde, birlik olmakla Hz. Peygamber’in yaşadığı süre arasında ilişki kuran kabilelerin zihnindeki cahilî algının geri döndüğünü görmüştür. Zihnindeki ümmet algısının tehdit altında olması nedeniyle ağlayarak aynı hutbeyi kendisi de okuyacaktır. Ümmet Algısının Temelleri En hayırlı ümmet olarak niteleyeceği inananlar topluluğunu muhatap alan Allah Teâlâ, birliğin temel taşını Allah’ın ipine sımsıkı sarılın ve dağılmayın emriyle belirlemiştir.[34] “Ey iman edenler!” hitabıyla dikkatleri çekilen ümmete, “… İyilik ve takva üzere yardımlaşın. Ama günah ve düşmanlık üzere yardımlaşmayın. Allah’a karşı gelmekten sakının. Çünkü Allah’ın cezası çok şiddetlidir.”[35] uyarısı yapılmaktadır. Emir kipiyle gelen bu talimatlar, farkındalık sahibi inanan insan için muhayyerlik hakkı tanımamaktadır. Bu nedenle Allah Resûlü’nün ifadelerinde, müminlerin işleriyle ilgilenmeyeni ve selametleri için hassasiyet göstermeyenin aidiyetini reddedecek kadar ayrıştırıcı bir üslup kullanılmaktadır:

“Müslümanların işleriyle ilgilenmeyen kimse onlardan değildir. Allah adına, Peygamberi adına, kitabı adına, imamı adına ve bütün Müslümanlar adına nasihat etmeyen (hassas davranmayan) kimse onlardan değildir.”[36]

Allah’ın ipi, kıble ayrımında olduğu gibi, hedefin, ilkelerin, mükâfatın ve cezaların tek bir kaynak üzerinden belirlenmesi anlamına gelmektedir. Bunu izah ederken de, “gökten yere sarkıtılmış ip” teşbihiyle Kur’an’a atıfta bulunulmaktadır. Birliğin inşası yönündeki talimatların ardından onun korunmasına yönelik uyarılar hatta tehditler gelecektir: “Allah’a ve Onun Resûlü’ne itaat edin. Birbirinizle çekişmeyin. Sonra korku ile zaafa düşersiniz, rüzgârınız (kesilip) gider. Bir de sabr edin (katlanın). Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.”[37]

Birbirinizle çekişmeye girmeyin yoksa zaafa düşersiniz. Bu uyarı düşman karşısında hesaba katılmayan kolay lokmaya dönüşürsünüz tehdidiyle birlikte görülmektedir. Buna dikkat etmezseniz ne olacağını da başka bir millet üzerinden ayete konu etmekte ve uyarısını sürdürmektedir:

“Onlar müstahkem kaleler içinde veya duvarlar arkasında olmadan sizinle toplu hâlde savaşmazlar. Kendi aralarındaki çekişmeleri şiddetlidir. Sen onları toplu sanırsın. Hâlbuki kalpleri darmadağınıktır. Bu, onların akılları ermez bir topluluk olmalarındandır.”[38]

Ayetin vurgusunda dışarıdan birlik sanılması, kendi aralarındaki çekişmelerde insafsızca mücadele etmeleri, toplu hareket etmelerini önleyen yapısal zaaflar olarak gösterilmektedir. Aksi ise korku salmaktadır. Müslümanları müşahede eden Ebu Süfyan’ın kavmini yönlendirmeye çalışırken, açıklamalarda bulunurken endişesini ortaya koyan şu ifadeleri önemlidir:

“Size, hepsinin kalpleri tek bir kalbe bağlı olan bir topluluktan geliyorum.”

Sonuç

Esas itibariyle müminlerin, aidiyet ve sorumluluk bilinci üzerine bina edilen kardeşlik, vahdet olgusunu teorik kalmaktan kurtarmıştır. Bu nedenle Hz. Peygamber’in (sas) inşa ettiği vahdet, teorisi yapılıp ardından bireylerden oluşturulması istenilen bir şey olarak görülmemektedir. Tarihte vahiy tarafından gerekli yönlendirmelerle Hz. Peygamber tarafından model oluşturulmuştur.

Bu süreçte Hz. Peygamber’in takip ettiği stratejinin, öncelikle teoriği yapılan, ardından da uygulamaya konulan yasa, kural veya taleplerle belirlenmediğini kabul etmek gerekmektedir. Zira kendisi, bir taraftan inşa faaliyetinde usta rolüne sahip iken diğer taraftan sürecin bir nesnesi olarak görülmektedir. Bu nedenle yönlendirilmekte, uyarılmakta veya övülmektedir. Zira esas unsur olarak söz değil eylem; teorik değil pratik görülmektedir. Hatta eylemden ziyade niyet esas alınmaktadır. Bu ise her şeyi bilen Allah Teâlâ karşısında yapmacık tavırların anlamsızlığını hatta sorumluluk doğurduğunu beyan etmektedir.

Hz. Peygamber’in muhatabı olan müminler de Müslüman oluşlarındaki samimiyet ve rol alma konusundaki çabalarıyla, tarihin her döneminde idealize edilecek bir modeli fiilen inşa etmişlerdir. Bu nedenle söz konusu dönem asr-ı saadet olarak nitelenmiş, oluşum da İslam’ın tarihsel gerçekliği ve ifadesi olmuştur. Aktörlerinden bazıları da yürüyen cennetlik ya da yaşayan şehit olarak görülmüştür.

Söz konusu oluşum, müntesiplerinin pozisyonlarını, doğasını ve kişilik özelliklerini yok saymaksızın, hatta kişisel özellikleriyle ana yapıya katkı sağlayan parçaların oluşturduğu birlik olarak görülmektedir. Ancak birey bazında oluşan özellikle ahlaki zaaflar, yaygınlaştığında ana yapıda bağ bozumunun yaşanması kaçınılmazdır. Pozisyonun değişimi de bozumun benzeri bir değişime bağlıdır. Zira sünnetullah, toplumsal değişimin, bireylerin değişimine bağlı olduğunu beyan etmektedir.

Müslüman olmayı ifade eden tevhidin toplumsal hayattaki karşılığı vahdettir. Diğer bir ifade ile mıknatısın zıt kutuplarının birbirini çekmesi ve bütünleşmesi gibi vahdet, sonuçtur. Sonuç elde edilemiyorsa matematiksel işlemlerde olduğu gibi dönülerek nerede hata yapıldığının tespit edilmesi ve düzeltilmesi gerekmektedir. Ancak müstakil varlığı olmadığı için bu işlemin vahdet üzerinde gerçekleştirilme ihtimali olmadığının da farkına varılması gerekmektedir.

- - - - - - - - - -


[1] Ordu Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı
[2] Hucurât, 49/13. (Ey insanlar! Şüphe yok ki, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi boylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız, O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, hakkıyla haberdar olandır.)
[3] Saf, 61/2-3. (Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz?)
[4] Âl-i İmrân, 3/110.
[5] Bakara, 2/143.
[6] Genel olarak ümmetin marufu emreden münkerden de nehyeden bir topluluk olduğu vurgulanırken; bunun gerçekçi olması açısından ümmetin içinden bir grubun, özellikle de farklı meşguliyet ve meslek grupları oluştuğu zamanlarda özel olarak bu iş için tahsis edilmesini, dolayısıyla bunun aksatılmamasını emretmiştir. Bunu beyan eden ayet şu şekildedir: Âl-i İmrân, 3/104.
[7] Bakara, 2/213
[8] Mâide, 5/48.
[9] En’âm, 6/38
[10] Alak, 96/1-6
[11] Beyyine, 98/5.
[12] Mülk, 67/2
[13] Şems, 91/7-9.
[14] Tâhâ, 20/16.
[15] Furkân, 25/43
[16] Kasas, 28/50.
[17] Câsiye, 45/23
[18] Kâf, 50/16.
[19] Haşr, 59/9.
[20] Teğâbun, 64/16.
[21] Haşr, 59/19. (“Allah’ı unutan ve bu yüzden Allah’ın da kendilerine kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. İşte onlar fasık kimselerin ta kendileridir.”)
[22] Bakara, 2/54.
[23] Âl-i İmrân, 3/135
[24] Bakara, 2/29.
[25] Âl-i İmrân, 3/185
[26] Bakara, 2/86
[27] Bakara, 2/155.
[28] Bakara, 2/212.
[29] Kehf, 18/7
[30] Hucurât, 49/10.
[31] Saf, 61/4.
[32] Ebû Dâvûd, “Edeb”, 60
[33] Bezzâr, Müsned, I/202
[34] Âl-i İmrân, 3/103
[35] Mâide, 5/2.
[36] Süleyman b. Ahmed b. Eyyûb, et- Taberânî, el-Mu’cemü’s-sağîr, thk. Muhammed Şekûr Mahmûd elHâc Emrir, el-Mektebü’l-İslâmî, Beyrut, 1985, II/131.
[37] Enfâl, 8/46.
[38] Haşr, 59/14.