Düşünce | İslamî Araştırmalar

İmam Humeyni ve İslami Vahdet

“Kur’an-ı Kerim’in öğretileri sayesinde İslami vahdet ekseninde birleşmeliyiz. Önemli olan şey, herkesin belli bir iş ve olay üzerinde birleşmesi ve farklı eğilim göstermemesinden ibaret değildir. Allah’ın emri, Allah’ın ipine sımsıkı sarılmak ve tefrika içinde olmamaktır. Enbiya ve peygamberler, haçlı belli iş ve olgular ekseninde birleştirmek için değil, herkesi hak yolunda birleştirmek için indirildiler.”

.
.

Ehlader Araştırma Bölümü

 

 

İmam Humeyni, Vahdet Haftası’nı niye ilan etti?

Hicri takvim esasınca Ehl-i Beyt rivayetlerinde 17 Rebiülevvel ve Ehl-i Sünnet rivayetlerinde 12 Rebiülevvel olan Peygamber Efendimizin kutlu doğum gününün Müslümanların vahdet ve birliğine yardımcı olması için İmam Humeyni bu iki tarihi tek haftada toplayarak “Vahdet Haftası” ilan etmiştir. Bu çağrı bütün İslam dünyasından rağbet gördü ve 1979’dan bu yana İslam dünyası vahdeti korumak için bu kutlamaları “Kutlu Doğum Haftası”na yaymıştır.

Merhum İmam Ömrünü Müslümanlar Arasında Vahdet Oluşturmaya Adadı

İmam Humeyni Müslümanlar arasında ihtilaf yaratıp saflarının gevşemesine neden ve sömürücülerin ekmeğine yağ sürecek olan hiçbir girişimi câiz bulmuyordu. Kendisine has muazzam fetvaları, Hz. Resulullah’ın doğum günü münasebetiyle vahdet haftası ilanında bulunup ardarda mesajlar yayınlayarak Şîasıyla, Sünnisiyle tüm Müslümanları birleşmeye çağırması ve Sünni-Şii birliğinin pratik imkânlarını bilfiil öğretmesi bunu kanıtlamaktadır.

İmam Humeyni hayatını Yüce Rabbinin rızasına adamış bir mümindi; onun yaşam, inanç ve düşüncesine şekil veren etkenler Kur’an ve Resulullah’ın sünnetiyle, bu sünneti en mükemmel ve bozulmamış öz haliyle yaşatabilen Eh-i Beyt-i Resulullah’ın yolu-yordamıydı.

İmam Humeyni hangi ırk, mezhep ve düşünceye sahip olursa olsun, Allah ve Resulü’ne inanıp Kâbe’yi kıble olarak bilen bütün Müslümanların samimiyetle el ele verip birlik ve vahdet içinde olmaları gerektiği inancındaydı; bütün Müslümanlar el ele verip kenetlenmeli ve İslam düşmanı sömürü güçlerinin karşısına dikilmeliydi. İmam’ın konuşma, yazı ve mesajlarının önemli bir bölümü, dünya Müslümanlarını vahdet, birlik ve beraberliğe çağıran mazmunlar oluşturur.

Eşi ve ortağı bulunmayan biricik Yaratıcı’ya inanmak, Hz. Muhammed’in son peygamber olduğuna ve Kur’an-ı Mecid’in insanlığa ebediyen yol gösterebilecek hidayet kitabı ve kanunlar bütünü olarak indiğine iman etmek ve İslam dininin namaz, oruç, hacc, zekât ve cihad gibi vazgeçilmez hükümlerine iman ve amelde bulunmak, İslam düşmanları karşısında bütün Müslümanların birleşip kenetlenmesini sağlamaya yetecek eksenler ve müştereklerdi.

İmam Humeyni’nin ıslahçı kıyam ve mesajları sadece İslami İran’a veya diğer İslam ülkelerine yönelik değildi. O, bütün insanların yaradılış ve fıtratının tevhid, şeref, hayra ve hakikate yönelme ve adalet arama gibi insânî prensiplerle yoğrulmuş olduğunu bildiğinden, kitlelerin bilinçlendirilmesi ve bireylerin kendi kötü nefislerinin şeytanıyla dış çevrenin şeytanîliklerine karşı durabilmeyi becermesi halinde bütün insanların Allah’a inanma ve gerçek ilahi adaletin gölgesinde yaşama yolunu tercih edeceklerine inanmadaydı. Bu nedenle de İmam Humeyni yayınladığı mesajların çoğunda, esaret halinde bulunan 3. dünya ülkeleriyle dünya mustaz’aflarını müstekbirler ve sultacı egemenlere karşı başkaldırıp kıyama davet eder. Nitekim İran’da İslam İnkılabı’nın zafer kazandığı ilk günlerden itibaren İmam bu görüşünü yüksek sesle açıklamakta ve “Dünya Mustaz’aflar Partisi”nin bir an önce kurulması gerektiğini vurgulayarak bu görüşü can-u gönülden savunmaktaydı. Nitekim “dünya kurtuluş ve bağımsızlık hareketleri”nin ilk uluslararası oturumu, İmam’ın inisiyatifiyle ve onun zamanında İran İslam Cumhuriyeti’nde gerçekleşecekti.

İmam Humeyni ve Vahdet Kavramı

Yaşadığı çağda İslam Ümmeti’ni birlik ve vahdete çağıran bir kimsenin tutum ve anlayışını tespit edip, tanımlamak, büyük önem taşımaktadır. Nitekim Merhum İmam Humeyni İslam beldelerinden birinde bu temel ilke uyarınca ilahi bir düzen kurup, bu yolun imanlı yolcularına güvenli bir çığır açtı. Beşeriyetin ilahi fıtratı, tevhide dayalıdır. Art niyetlere, nefsaniyete ve şeytani eğilimlere yakalanmamış insan da bütün hayat devrelerinde akli olarak bu ilahi fıtrat üzerine durum değerlendirmesi yapıp, ilerlemiştir. Nitekim sağlam ve fıtri insan daima çekişme ve çatışmaları, tefrika ve dağınıklığı insan topluluklarını tehdit eden, kendi kendini gelişimden alıkoyan ve süflileştiren bir kaynak olarak nitelendirmiştir. İlahi enbiya Âdem’den Hatemu’l Enbiya’ya kadar bütün peygamberler daima insanları tevhide çağırıp, onları şirk, ikilim ve üçleme nifak ve çekişmeden sakındırmışlardır.

Tevhid anlayışı, İslam’la küfrün nihai sınırı sayılıyor. İslam’ın bütün felsefi, irfani, ahlaki, kelami, terbiyevi ekol ve yönelişlerinde varlık âlemindeki vahdetçi anlayışı vurgulayıp, tevhid ve vahdet anlayışını kendi düşünce yapılarının ayrılmaz parçası olarak nitelendirmiş bulunuyorlar. Âlim ve bilginlerin de vurguladıkları gibi, beşeri toplumda hakiki vahdete yöneliş, Tevhid inancının cilveleri ve yansımalarından biridir. Buna karşılık, çoğulcu anlayış, maddecilik ve şirkin bariz özelliğidir. Kur’an’ı Kerim’de Ümmet-i Vahideyi oluşturmak, seyr-i illallah’ın gerçek çığırında ilerleme anlamındadır. Gerçek şu ki;

“Sizin bu ümmetiniz tek bir ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim, öyleyse bana ibadet ediniz.”[1]

   Tarih boyunca bütün biçimleri ve düzeyleriyle Hak ve Batıl daima tevhid ile şirk anlayışı ve yönelişi biçiminde kendini göstermiştir. İmam Humeyni de buyuruyor ki;

“Tefrika şeytan’dan, birlik ve vahdet-i kelime Rahman’dandır.”

Uluslararası kuruluşlar, gerçi kuruluş ilkesi ve amaçlarını milletlerle devletleri birliğe çağırma, gerginliği ve çatışmayı azaltıp, engelleme olarak ilan ettikleri halde, bu felsefi anlayışlarını pratikte gerçekleştirememiş bulunuyorlar. Çünkü bu uluslararası kuruluşlar tefrika, savaş, kriz çıkaran süper güçlerin hizmetine geçip, onların maşasına dönüşmüş bulunuyorlar. Geçen on yıllarda çeşitli güç odakları, yüzlerce birlik, pakt, işbirliği anlaşması, devletler birliği, ideolojik ve siyasi bloklar oluşturdular. Bunların propagandasını yaparak dünya milletleri ve topluluklarda büyük beklentiler ve ümitler yarattılar. Fakat bu kurum ve kuruluşlarla paktlar hiçbir etkinlik göstermeden çöküp, gittiler ve de gerginliklerle krizleri de çözemediler. Uzun bir süreden beri, İslam toplumlarında, İslam ülkeleri ve Müslümanların vahdet ve birliğinden söz ediliyor. İslam beldelerinde birçok siyasi grup, parti veya şahıs, İslami birlik sloganıyla iktidar olup, hüküm sürüyor. Yüzlerce kitap ve makale İslami vahdet üzerine yazılıyor. Konuşmacılar, hatip ve bilginlerle yazarlar birlik ve vahdetten söz ediyorlar. Fakat pratikte yapıcı, müspet ve belirgin bir vahdet süreci için adım atılmıyor. Bana göre, başarısızlık ve beceriksizliklerin kökenine edilmek gerekir. Çünkü bu ilkeleri tespit etmeden bütün birlik çağrıları boşa çıkacaktır.

Bana göre, bu kuruluşların asıl malzemesi olan yükümlülüğü, vahdet anlayışıyla onun ayrılmaz fikri düzenlerin dünya görüşü, akidevi ilkeleri, değerleri ve ahlaki ilkeleri tespit edip, birbiriyle bütünleştirmeleridir. Tevhidi düşünceye sahip olup, tek bir Allah’a tapmak, ilahi iradeyi varlık âlemindeki her şeyi kapsayıp, kavradığına inanmak, buna karşılık pratikte Allah’ın yarattığı halka ve başka insanların kaderine yabancı kalıp, ilgi duymamak mümkün müdür? Muvahhid olup, tefrika ashabı ordusunda yer almak mümkün mü? Nasıl oluyor da, asri saadette ve İslam’ın doğuş anlarında Tevhid çağrısı, zulüm, şirk ve putperestliğin karanlık hâkimiyetinden bıkıp usanan kimseleri kendine cezp edip, onları bütün cahili değer ve asabiyetlerden, büyüklük ve üstünlük taslamaktan, kavmiyetçilikten, soy ve sopa iftihar etmek ve aşiretçilikten arınmalarına sebep oluyor.

Bütün tefrika ve ihtilaf kaynakları, soya veya akrabalığa dayalı ilişkiler ve böbürlenmeler tek bir Allah inancı ve ubudiyet nuru karşısında renk kaybedip, oluşan tevhidi toplum “Hayır Ümmeti” olarak nitelendiriliyor, siyah derili yalın ayak köle ile Kureyş’in etkin ve seçkin rical ve ileri geleni eş değer ve konumda bir araya geliyor ve hatta köle, sahipten daha üstün ve değerli bir insan olarak addediliyor; oluşan böyle bir görkemli medeniyet karşısında bile İran ve Roma’nın tekelci ve güçlü imparatorları bile direniş gücünü kaybediyor, kısa bir süre sonra çeşitli coğrafik bölgelerde yaşayan çeşitli kavim ve milletler kendi coğrafik sınırlara, kavmi ve milli değer ölçüleri ve taassuplara aldırmayıp, hakikat güneşine doğru koşuşuyor da, niçin günümüzde Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Resul’de önemli özenle vurgulanan ümmet kavramı göz ardı edilip, önemsiz kılınıyor, yeniden eski antik geçmişlere, coğrafik sınırlara ve benzer meselelere özenti duyulup, Müslümanların ümmetçi menfaatleri milli menfaatler biçiminde ve birbirinden ayrı bir şekilde değerlendiriliyor. Aynı dine mensup kardeşlerin kaderi birbirinden ayrı bir şekilde tespit edilip tanımlanıyor?

Az önce İmam Humeyni’den naklen belirtildiği gibi, tefrika şeytanın eseri ve vahdet Rahman’ın kelimesidir. Tarihin ispatladığı gibi, pratikte tevhid inancına bağlılıklarını ispatlamış olan kimselerin hakiki vahdet çağrısına tevhidi fıtrata sahip kimseler olumlu cevap veriyorlar. Çünkü belirttiğim gibi, Vahdeti koruma, iktidarı pekiştirme amaçlı siyasi bir hareket değildir. Vahdeti korumak ve tefrikadan sakınmak âyni bir vecibedir. Bu anlayış kâinatın yaratıcısının vahdaniyetine inançtan kaynaklanıyor. Tefrika ashabı, şeytan ashabıdırlar. Vahdet tebliğcileri ve failleri Rahmanlıların çığırındadırlar. Hangi toplum böyle bir inançla donatılırsa, hakiki vahdet biçimlenir. Ümmetin bütün kesimlerinin kaderi tefrika ve nifak karşısında ilgisiz kalmak, ümmeti vahidenim güçlü hareketi karşısında renk kaybeder. İşte bu gerçeği, İslam inkılabı fiili olarak ispatladı. Tarihin unutmayacağı şey şudur ki, Allah inancı ve aşkıyla hareket eden biri görünüşte maddi silahlardan yoksun olarak vahdet çağrısını yükseltti. Mümin insanlar da bu çağrıya cevap verip, kıyam ettiler. Buna karşılık gelişmiş ülkeler, bu tevhidi halk kıyamını bastırmaya çalıştılar. Nitekim bu tevhidi kıyamın düşmanlarına dünyanın en güçlü silah üreticisi sahipleri resmen ve açık bir destek verip, birleşik cephe kurmaya çalıştılar. Fakat milletin söz birliği ve vahdeti, maddi çıkarlar ashabının güçlü birliğini yenip, zafere ulaştı.

İslam İnkılabı düşmanla karşılaşıp, saltanat düzeni ve devlet erkânını vurup, çökerttikten sonra filizlenen İslami halk düzenine karşı isyan eden ve süper güçlerce desteklenen çok sayıda grup ortaya çıktı. Nitekim bu sayısız isyancı grupları tespit edebilmek için bir kitap yazmak gerekir. İmam Humeyni Kur’an-ı Kerim ve Arif-i Ekmel Hz. Muhammed Mustafa ve Ehl-i Beyt’inin öğretilerinden esinlenerek yaratılan hilkat âlemiyle fiili âlemin hakiki vahdetini kendi kendine çözümleyip, özümseyerek kendi felsefi anlayış ve ekolünde sadece vahdet-i vücud’dan değil, ehil olan özel toplantılarda varlıkların hakiki vahdetinden bile söz ediyordu.

İmam Humeyni halk için yazdığı ‘Kırk Hadis Şerhi’ kitabında, Vahdet-i kelimenin mahiyeti, ahlaki manası ve tarihi niteliği hakkında diyor ki; indirilen büyük şeriat ve enbiyanın hedeflerinden biri, bağımsız ve kendi temelinde hareket eden bir hedef olan şey, Medine-yi Fazıla yani ideal toplumun oluşumunda büyük hedefe varışta en etkin bir katılımın gerçekleştirilmesinde en belirgin rol ifa eden faktör; Tevhid-i kelime ve Tevhid-i akidedir. Bu bağımsız, kendi ekseninde hareket eden, hem hedef ve hem maksat olan faktör, toplumsal işleri yönetmede, insanlığı fesada sürükleyen ve ideal toplumu bozan zalimlerin zulmünü engellemede etkin ve belirleyici rol oynar.

İmam Humeyni ferdi ve toplumsal bir müslih olarak bu hedef ve maksat birliği olan vahdeti, rahmet cinsinden ve bir başlangıç mahsulü olarak nitelendiriyor ve bunlar olmaksızın vahdetin oluşamayacağını kaydediyor. İmam Humeyni’nin buyurduğu gibi; rahmetle özleşen bu olgunun devam etmesine çalışmalıyız. Yapılan çalışmadan maksat; ilkin ilahi olmamız, Allah yolunda hizmet etmemiz, Allah"ın emrine itaati özümsememiz, kendimizi ondan ve ona doğru bir varlık olarak bilebilmemiz gerekir. Bu mananın ikinci anlamı vahdet ve insicam üzerine gerçekleştirilir. Çünkü tefrika şeytandandır, Vahdet-i kelime ve ittihat ise Rahman’dan kaynaklı bir olaydır.

Merhum İmam İslam toplumlarındaki vahdetin kalıcı ve kutsal sayılabilmesi için mutlaka pürüzsüz ve şeffaf eksenler üzerine bina edilmiş vahdetin oluşması gerektiğini kaydediyordu. İmam Humeyni bu konuda şunları vurguluyor:

“Kur’an-ı Kerim’in öğretileri sayesinde İslami vahdet ekseninde birleşmeliyiz. Önemli olan şey, herkesin belli bir iş ve olay üzerinde birleşmesi ve farklı eğilim göstermemesinden ibaret değildir. Allah’ın emri, Allah’ın ipine sımsıkı sarılmak ve tefrika içinde olmamaktır. Enbiya ve peygamberler, haçlı belli iş ve olgular ekseninde birleştirmek için değil, herkesi hak yolunda birleştirmek için indirildiler.”

İmam Humeyni, vahdeti ilahi bir yükümlülük, şer’i bir farz ve halk kesimlerinin temel bir ihtiyacı olarak nitelendiriyor, âlimler, bilginler, aydınlar ve İslam beldeleri yöneticileri ve hükümdarlarının katmerli bir yükümlülük ve sorumluluk taşıdıklarına inanıyordu.

Nitekim İmam Humeyni genel mesajlarında daima bu önemli ve özel noktayı vurgulardı. İmam-ı Rahil’in inancına göre, vahdeti gerçekleştirmek ve pekiştirmek için, gereken bedel ödenmelidir. Nitekim bizzat kendisi bu yolda öncülük yapardı. Elbette bu sınırlı süre zarfında İmam Humeyni’nin vahdeti - vücudun boyut ve merhaleleri hakkındaki tanım ve yol gösterilerini anlatmak mümkün değildi. İmam Humeyni, vahdet babında vahdetin oluşum ve korunması önemi ve zaruretini vurguladığı gibi onun sağlanması malzeme ve şartlarının önemini de gözler önüne sererdi. İmam Humeyni’nin inancına göre, vahdet, kendine özgü şartları ve toplumsal stratejisi gerçekleştirilemezse kendiliğinden sağlanamaz, gerçekleştirilirse bile kalıcı olamaz. Evet, İslam inkılabı ve onun getirileri, hüccetin tamamlanmasına sebep olmuştur. İmam Humeyni’yle İslam’ın cihanşümul ve evrensel hareketinin zaferi, tamamen nice az bir topluluk, daha çok olan bir topluluğa Allah’ın izniyle galip gelmiştir; Allah sabredenlerle beraberdir.[2] Ayet-i şerifi çağrıştırıyor ve de ona mutabık sayılıyor. İmam Humeyni’nin, defalarca zor şartlarda görünüşte ümitsizlik dolu anlarda bizlere öğretip, vurguladığı gerçek şu ki; Hakla batılın karşılaştığı alanda, zahiri ve maddi güçler, istatistik bilgiler ve sayısal gelişimler belirleyici rol oynamamaktadır. Bu alanda en belirleyici faktör; uyanış, ihlas, duru hedef ve saik, yükümlülüğü fiili olarak üstlenip, gerçekleştirme azmidir.

Günümüz İslam toplumlarının doğru bir şekilde tespit ettikleri gibi, dertlerin dermanı ve tek bir kurtuluş yolu, geri kalmışlık, baskı ve çıkmazlardan kurtuluş yolu, öz İslami hüviyete geri dönüş, gerçek anlamda Ümmet-i Vahideyi yeniden canlandırma ve geliştirmedir. Bu yüzden korku ve ümitsizliğe kapılmaya hiçbir gerekçe uydurulamaz. Gelin dostlar, bu mukaddes cihadın öncüleri olalım. Rahmet ve Vahdet peygamberine inanan, zengin kaynaklara, kalabalık ve yetkin insan gücüne özel konum ve varlığa sahip olan biz Müslüman insanların tefrika ve ihtilaf ateşi içinde kavrulması, Allah dini ve insanlık düşmanlarının içinizdeki bu tefrikayı alaya alıp, gülmeleri, gerçek medeniyet ve kültür öncüleri ve akıncıları olan ümmete üstünlük taslamaları ve de onların varlığını denetim altına alıp, yağmaları büyük bir haksızlık ve alçaklıktır.

Allah’ın kitabı Kur’an-ı Kerim’in bir sözü eksiksiz ve hiç değişmeden İslami fırkaların arasında yaşıyor. Peygamber Efendimizin sünneti ve öğretileri de bizim hidayet şartımız ve eylemlerimizin işaretleri olarak biliniyor. Kıblemiz bir, şiarımız bir, namaz ve menasıkimiz birdir. İslam’ın yüzlerce ilke ve kuralı da bütün İslam mezheplerinin ortak ve temel inancını oluşturuyor. Bütün bu nitelikle ve özgün ilke ve öğretiler, örnek ve birleşik ümmetin oluşumunda ebedi ve sağlam bir yapının malzemeleri ve de özü sayılıyor.

Burada sorun ve noksanlık, halktan kaynaklanmıyor. Çünkü İslam ülkelerindeki âlimler, bilginler, aydınlar ve yöneticiler bu hassas şartlarda kendi yükümlülüklerini yerine getirip, halkın birlik duygu ve isteklerini gerçekleştirmelidirler. Amerika ve İsrail, İslami yok etme ve İslam beldelerine sulta kurup, Müslüman milletleri köleleştirmeden daha azına razı olamazlar. Gelin dostlar, Kudüs’ün gasıbı güçlerle onların destekçisi odakların çıkarlarını sağlama ve koruma amacıyla yapılan bu örümcek ağı ve gevşek paktlara karşı İslami kardeşlik üzerine bina edilecek sağlam ve sarsılmaz bir pakt ve ittifak kuralım, ümmeti vahidenim parlak mirasını yeniden canlandıralım.

Ben İmam Humeyni hazretlerine uyarak ve kendi payıma düşecek bir şekilde ilan ediyorum ki, İran milleti ve İslam cumhuriyeti yetkilileri, Allah dininin düşmanlarının rant ve çıkarlarını İslam ümmetinin menfaatlerine tercih etmeyen Müslüman milletler ve devletlerle kardeşlik ve birlik ittifakı kurmaya bu yola öncü olarak adım atmaya ve her türlü bedelini de ödemeye hazırdır. Sözün sonunda, kendi kendimize, sizlere bütün hür ve şerefli insanlarla Müslümanlara bir uyarım olacaktır. O da şu ki, İslam dünyası çok hassas şartlarla karşılaşmaktadır. Bu yüzden şu ilahi kurtuluşçu ilke ve şiarı hepinize hatırlatma zaruretini hissediyorum:

Allah’ın ipine hepiniz sımsıkı sarılın. Dağılıp ayrılmayıp ve Allah’ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz. O, kalplerinizin arasını uzlaştırıp, sındırdı ve siz onun nimetiyle kardeş olarak sabahladınız. Yine siz, tam bir ateş çukurunun kıyısındayken, oradan sizi kurtardı. Umulur ki hidayete erersiniz diye, Allah, size ayetlerini işte böyle açıklar.[3]

 

- - - - - - - -


[1] Enbiya-92

[2] Bakara-249

[3] Âl-i İmran-103