Kur'an | Ehlibeyt

İmam Seccad'ın Cihad Anlayışı

İmam, yalnızca yönetme ve emir yetkisine veya yol gösterme görevine sahip değildir...

.
.

Ehlader Araştırma Bölümü

Ehl-i Beyt İmamlarının (a.s) hayatını incelediğimiz zaman, açıklamaları içinde insanlara, İslâmî hareketin önderliği bağlamında bir İmam'dan diğerine yöntemlerin değişiklik arz etmesinin sebeplerini izah eden birçok kanıt görebiliyoruz.

Örneğin İmam Zeynelabidin (a.s) Mekke'ye giderken yolda Ubbad el-Basrî ona şöyle der: "Cihadı ve zorluklarını bırakıp hacca ve rahatlığına yöneldin. Yüce Allah: 'Allah, müminlerden canlarını ve mallarını satın almıştır.'[1] buyurmaktadır." İmam (a.s) ona şu cevabı verir:

"Ayetin sonrasını da oku: "Tövbe edenler, hamd edenler, oruç tutanlar, rükû edenler, secde edenler, marufu emredip münkeri nehyedenler, Allah'ın sınırlarını koruyanlar, müminleri müjdele!"

Sonra İmam şöyle dedi:

"Bunlar (ayette işaret edilen niteliklere sahip müminler) ortaya çıktıkları zaman, hiçbir şeyi cihada tercih etmeyiz." [2]

İmam (a.s) verdiği bu cevapla kesin bir şekilde siyasetini ve mücadele tarzını belirginleştiriyor, sınırlarını çiziyor. Kendi döneminde izlenecek hareket metodunu gözler önüne seriyor.

Bu açıklamada, bu hareket tarzının gerekçelerinin de belirginleştiğini görüyoruz. Çünkü İmam'ın (a.s) silahlı mücadeleyi, Emevî yönetimine karşı askerî bir yöntem izlemeyi terk etmesi, Ubbad el-Basrî'nin sandığı gibi, dünya hayatına ve nimetlerine yönelik sevgiden kaynaklanmıyordu. Bunun tek nedeni, askerî bir hareket için gerekli olan şartların ve donanımın yeterli düzeyde mevcut olmamasıydı. Ve çünkü böyle bir ortamda mevcut iktidara karşı verilecek şiddet e-saslı herhangi bir mücadele amacının aksiyle sonuçlanması kaçınılmazdı.

Kerbelâ faciasından hemen sonra İmam Seccad (a.s) ve Ehl-i Beyt'in Zeyneb ve Ümmü Gülsüm (a.s) gibi saygın hanımefendileri; yeni siyasetlerini, Emevîlerin yüzünü örten maskeleri indirmek, bu maske altında izledikleri ifsat edici siyaseti deşifre etmek üzere bina ettiler. Böylece ümmete, Allah'a ve risalete karşı üstlendiği tarihî sorumluluğunu hatırlatmayı amaçladılar.

Bundan dolayıdır ki, İmam Zeynelabidin'in (a.s) ve Ehl-i Beyt'in seçkin hanım efendilerinin, Irak'ta yaptıkları konuşmalarda bir bütün olarak insanların vicdanına hitap etmeyi esas aldıklarını görüyoruz. İnsanların dikkatini, kendilerini saran büyük tehlikeye çekmeyi amaçlıyorlardı. Ümeyyeoğulları'nın Allah'ın risaletine karşı işledikleri cürümün büyüklüğünü gözler önüne sermeyi hedefliyorlardı.

Şam'da İmam Seccad (a.s), kendilerinin tutsak edilmeleri meselesini işliyordu konuşmalarında. Bu arada Peygamber'in (s.a.a) ailesi olduklarını vurguluyordu. Böylece Şam halkını gerçeklerden uzaklaştıran Emevî yönetimini halkın önünde utanç verici duruma düşürüyordu.

İmam Seccad (a.s), Medine'ye girmeden önce İslâmî düşünceyi ve kamuoyunu harekete geçirmeye çalıştı. Halkın dikkatini, "Taff" (Kerbelâ) faciasında risaletin ne büyük bir sınavdan geçtiğine çekti. İmam'ın (a.s) o sırada halka yaptığı konuşma işte bu anlamları içeriyordu.

Kerbelâ faciası açıkça ortaya koymuştu ki, İslâm ümmeti, bir vurdumduymazlık, bir uyuşukluk hâli içindedir. İslâm ümmetindeki cihat ruhu, tamamen yok oldu, denmese bile, kayıplara karışmıştır.

Bu yüzden İmam Seccad (a.s), ümmetin son mercii ve İmam'ı olarak, bu olguyu dikkate aldı ve rolünü, ümmeti risalet çizgisi doğrultusunda geliştirme, eğitme esasına göre belirledi. Risalet çizgisinin, İslâmî sahadaki etkinlik alanını genişletecek bir strateji izledi. Artık amaç, İslâmî bilinci artırmak, ümmetin farklı kesimlerine açılmayı hedefleyen bir hareket benimsemek, Emevîlerin etkin kıldığı düşünce sistemini değil, tertemiz İslâmî düşünceyi taşıyan seçkin önderler yetiştirmek olmalıydı.

Kuşkusuz bu metodu esas almanın objektif koşulları vardı. Çünkü düşünceyi ve toplumu yönlendirme mekanizmalarına egemen olan sapkın yönetim, egemen olduğu uzun yıllar boyunca, sapıklık içinde erimiş, asimile olmuş hatırı sayılır bir nesil yetiştirmişti. Bu da İslâmî akımın bu harekete doğrudan karşı çıkmasını güçleştiriyordu. Çünkü egemen güçler ve onların ürünü olan sapkın nesil önemli bir güce sahipti. Ayrıca kurumlar ve güç odakları aracılığıyla sağlam koruma duvarına da sahip olmuşlardı. Öte yandan İslâmî hareket de peş peşe yıkıcı darbeler almış, büyük zararlara uğramıştı.

Bu yüzden İslâmî akım üzerinde yoğunlaşmak, kemiyet ve keyfiyet olarak onu zenginleştirmek, ertelenemez bir meseleydi. Çünkü risaletin teorik ve pratik olarak yaşaması, İslâmî akımın, İslâm ümmetinin bünyesinde ve halk tabanında varlığını sürdürmesine ve esenlikte olmasına bağlıydı. Genel önderlik, yönetim ve egemenlik İslâmî akımın eline geçmediği sürece bu çabanın aralıksız sürdürülmesi bir zorunluluktu.

İmam'ın (a.s) stratejisi, plânladığı gibi birçok alanda büyük başarılar elde etti. Aşağıda buna ilişkin iki pratik örnek vereceğiz:

Toplumsal alanda İmam'ın (a.s) stratejisi, meyvelerini vermeye başladı. Bir kere ümmetin geniş kesimlerinin saygısını, sempatisini ve dostluğunu kazandı. Tarih kaynakları bu hususta görüş birliği içindedir. İbn Hallekan şöyle der:

"Hişam b. Abdulmelik, babasının halifeliği zamanında hacca gitti. Kâbe'yi tavaf etti ve Haceru'l-Esve-d'e ulaşıp el sürmek, öpmek için uğraştı. Kalabalığın çokluğundan dolayı buna güç yetiremedi. Bunun üze-rine kendisine bir minber getirildi. Minberin üzerine oturup halkı seyretti. Yanında Şam'ın ileri gelenlerinden bazı kimseler vardı.

O bu şekilde tavaf edenleri seyrederken, birden Zeynelabidin Ali b. Hüseyin b. Ali b. Ebu Talib (a.s) geldi. İnsanların en güzel yüzlüsü ve en hoş kokulusuydu. Kâbe'yi tavaf etti. Haceru'l Esved'in hizasına gelince, el sürmesi ve öpmesi için insanlar bir kenara çekilip ona yol açtılar. Şamlılardan biri: "İnsanların kendisine bu kadar saygı gösterdikleri bu adam da kimdir?" dedi. Hişam: "Tanımıyorum." dedi. Aslında tanıyordu; ama Şamlıların kendisinden yüz çevirmelerinden korkuyordu. Şair Ferezdak da oradaydı. "Ben onu tanıyorum." dedi. Şamlı adam: "Kimdir? ey Ebu Furas!" dedi. Ferezdak şöyle dedi:

Taşlık vadiler tanır onun ayak izini

Kâbe bilir, Hill ve Harem bölgesi tanır onu

Allah kullarının tümünün en hayırlısının oğludur o

Temizdir, muttakidir, arınmıştır, semboldür o

Kureyş görünce onu, dedi içlerinden biri:

"Bütün güzellikler onun kereminden gelir ileri

Resulullah'tan doğmuş, ondan kaynaklanmıştır."

Bu yüzden her parçası güzelliktir, temeli ve kokusu ondan alınmıştır.

Bilmiyorsan eğer, Fatıma'nın oğludur o

Onun ceddiyle Allah'ın nebileri son buldu

Allah, çok önceden onu şereflendirdi, yüceltti

Bunu onun adına kalemle levhine yazdı

"Bu kimdir?" demen, ona zarar vermez

Senin tanımadığını Arap bilir, acem değil bilmez

Bir topluluktandır ki o, dindir onları sevmek; onlara buğzetmekse küfürdür

Onların yakınlıksa kurtuluştur, sığınaktır

Takva ehli sayılsa, önderleridir takvanın onlar

Ya da: "Yeryüzünün en hayırlıları kimdir?" denilse, denilir: "Onlar!"

Hangi mahlûkatın boynunda yoktur ki

Bunun geçmişinin veya kendisinin nimeti.

Onun geçmişini de bilir Allah'ı bilen

Din, milletlere ulaştı onun evinden."

Hişam bu kasideyi dinleyince öfkelendi ve Ferezdak'ı zindana attı. İmam Zeynelabidin (a.s) on bin dirhem kefalet vererek onu serbest bıraktırdı. Ferezdak, bu parayı geri verdi ve şöyle dedi: "Ben onu Allah için övdüm, bağış için değil." İmam (a.s) şu karşılığı verdi:

"Biz, öyle bir Ehlibeyt'iz ki, bir bağışta bulunduk mu onu geri almayız."

Bunun üzerine Ferezdak bağışı kabul etti. [3]

Bu olay gösteriyor ki İmam (a.s), halkın geniş ve samimi teveccühüne nail olmuştu. Bu öylesine samimi bir sevgiydi ki, en kutsal bir zaman diliminde, gözlemlenen bir kulluk mekânında dahi somut olarak kendini gösterebiliyordu. Yoğun kalabalıklar gerçek imamlarını görür görmez, ona yer açıyor, istemeden bir sıkıntı vermeye mahal vermeden, ibadetini rahat bir şekilde eda etsin diye bir kenara çekiliyorlardı. Üstelik kitleler, Emevî hanedanının Ehlibeyt'e düşman olduğunun da farkındaydı. Ehlibeyt'e (a.s) yardım edenlere, onlara tâbi olanlara neler yapıldığını bilmeyen de yoktu.

İmam'ın (a.s) ilmî faaliyetleri, maksadının gerçekleşmesini sağladı. Nitekim Mescid-i Nebevî ve İmam'ın evi, otuz beş yıl  (bu, imamlığının süresidir) boyunca, ilk dönemin tarzına uygun bir düşünce faaliyetine tanık oldu.

İmam (a.s), her bir taraftan gelen talebelere İslâmî bilgiyi aktarıyordu. Sadece Mekke'de ve Medine'de değil, İslâm dünyasının her tarafında kendine özgü bir çizgisi ve ayırıcı işaretleri bulunan bir düşünce mektebinin temellerini atmıştı. Bu medreseden düşünce önderleri, muhaddisler ve fakihler mezun oluyordu.

İmam Hüseyin'in (a.s) şehit edilmesinden sonra Şia'nın tutamaçları kopmuş, güç merkezleri dağılmıştı. Bu nedenle İmam Zeynelabidin'in (a.s) güçleri yeniden toplamak ve yeni bir hazırlık devresine girmek üzere faaliyete geçerken karşı karşıya bulunduğu en büyük tehlike Şia tabanının dağılmış olmasıydı. Amacın gerçekleşmesi için psikolojik ve akidevî bir hazırlık evresine ihtiyaç vardı. Kalplerde yeniden umut yeşertmek, nefislere kararlılık duygusunu aşılamak gerekiyordu.

İmam Zeynelabidin (a.s), yol gösterici ve teşkilatçı pratiğiyle bu amacı gerçekleşme aşamasına getirdi. Güçle, hikmetle, esenlikle ve ciddiyetle sonuca varacak kadar yaklaştı.

İmam (a.s), kendine özgü bir cihat metodu ortaya koydu. Bu sayede, o günkü kritik aşamanın yükünün altından kalkabildi. Bu hareket metodunu değişik düzlemlerde ele almak mümkündür:



Düşünsel ve İlmî Cihad



Bilindiği gibi, her sahih siyasal hareketin temel dinamiklerinden biri, sağlam bir düşünce sistemidir. Kitlelerin kültür düzeyini yükseltmek, onları bilinçlendirmek, hareketin akışı içinde başına nelerin gelebileceğini, nelerle karşılaşabileceğini, bu bağlamda görev ve haklarının neler olduğunu anlatmak, bunları bilinçli bir şekilde kavramasını sağlamak, en başta sağlamlaştırılması gereken bir kaidedir. Ki ancak bu sayede yıkıcı hâkim rejimin etkileri ortadan kaldırılabilir. Çünkü yıkıcı düzenler bütün tarih boyunca insanları haktan ve hakka dair temel gerçekleri öğrenmekten uzak tutmaya çalışmışlardır.

İmam Zeynelabidin (a.s) de, bu sahada büyük ve önemli bir rol oynamıştır. Öncelikle egemen rejimin hadis rivayetini yasaklamasına karşı çıkmış, hadis rivayet edilmesini emretmiş, teşvik etmiştir.[4] Kendisi Sünnet'i tatbik eder, insanları da Sünnet'i tatbik etmeye ve Sünnet'e uymaya davet ederdi. Ondan (a.s) şöyle rivayet edilmiştir:

"Amellerin en faziletlisi, az da olsa Sünnet'e uygun olarak yapılanıdır." [5]

İmam'ın (a.s) yaşadığı dönemde, hâkim rejimin temel amacı, hakkı temelinden yıkmak, köklerini sökmekti. Bu anlamda hakkı da o dönemde Kur'ân hafızları ve müfessirleri temsil ediyordu. Bu yüzden Kur'ân'a sarılmaya çağırmak, o gün için en önemli yükümlülüklerden biriydi. Nitekim İmam Zeynelabidin (a.s), bu alanda büyük bir çaba sarf etmiştir.

İmam (a.s) şöyle diyor:

"Aman; Kur'ân'a sarıl. Çünkü yüce Allah, cenneti, kendi eliyle bir tuğlası altından, öbür tuğlası gümüşten olduğu hâlde yaratmıştır. Cennetin harcını misk, toprağını zaferan (safran) ve çakılını da inci kılmıştır. Cennetin derecelerini Kur'ân ayetlerinin sayısı kadar kılmıştır. Kim Kur'ân'dan bir bölüm okursa, ona: "Oku ve yüksel." der. Kim de cennete girerse, peygamberlerin ve sıddıkların dışında ondan daha yüksek derecede bir kimse olmaz." [6]

Ve şöyle derdi:

"Doğudakilerin ve batıdakilerin hepsi ölse, yanımda Kur'ân olduktan sonra yalnızlık hissetmem." [7]

İmam (a.s), pratikte Kur'ân'ın yüceltilmesi için çeşitli yöntemlere başvururdu. İnsanlar içinde onun kadar güzel ve içten bir sesle Kur'ân okuyan kimse yoktu.[8] Ayrıca Kur'ân-ı Kerim'i tefsir ederek de halkı irşat ediyordu. [9]

İmam (a.s), ilâhî tevhit inancının temellerini sabitleştirme, rükünlerini sağlamlaştırma yolunda da büyük çabalar sarf ediyordu. Bunun için bozulmamış fıtrata ve akla uygun kanıtlar ortaya koyuyordu.

Yöneticilerin, insanların dillerine ve bedenlerine hâkim olduktan sonra düşüncelerine de tam anlamıyla hâkim olmak maksadıyla besledikleri ilâhî cebir (Allah'ın insanı amel etmeye zorlaması / insanın amellerini kendi iradesiyle yapmaması) düşüncesi gibi sapık fikirlere karşı da müthiş bir mücadele veriyordu. Daha önce, Hz. Hüseyin'in (a.s) öldürülmesini Allah'a mal etmek isteyen İbn Ziyad'a: "Allah, öleceği zaman öleni vefat ettirir." ayetiyle cevap verdiğini hatırlatmıştık.

Böylece İmam (a.s), yöneticinin meclisinde, bu kadar net konuşarak akidevî sapmaya açık tavır koymuştu. Dolayısıyla başkalarının haksız yere öldürülmesi ile Kur'ân'ın Allah'a nispet ettiği katına döndürme ve canı alma arasındaki farkı ortaya koymuştu.

İmam'a (a.s): "İnsanların başına gelenler, kaderle mi başlarına geliyor, yoksa amelleriyle mi?" diye sorulduğunda, İmam (a.s) şöyle cevap verir:

"Kader ve amel, ruh ve beden mesabesindedir. Bu hususta Allah, salih kullarına yardım eder."

Sonra şöyle der:

"Haberiniz olsun; kendi zulmünü adalet, doğru yolda olanın adaletini de zulüm gören kimse, insanların en zalimidir." [10]

Böylece İmam (a.s) teşbih (Allah'ı yaratıklarına benzetme) ve tecsim (Allah'ı cisimleştirme) inancına[11] ve irca (Mürcie) düşüncesine karşı koymuştur. [12]

İmamet ve velayet hususunda ise İmam (a.s) takiyyeye veya gizliliğe gerek duymadan bütün açıklığı ve sarahatiyle imamlığını bizzat kendisi ilan etmiştir. Bu açık ilanı içeren birçok hadis vardır. Bu hadislerden birinde şöyle deniyor:

"Biz, Müslümanların imamlarıyız, Allah'ın âlemlere sunduğu hüccetleriyiz. Müminlerin seyyitleri, kalabalıkların önderiyiz. Müminlerin mevlalarıyız. Biz, yeryüzü halkının güvencesiyiz, tıpkı yıldızların gök ehlinin güvenceleri olmaları gibi. Eğer yeryüzünde bizden biri olmasaydı, yer üzerindekileri yutardı. Allah'ın Âdem'i (a.s) yarattığı günden beri yeryüzünde, açık ve meşhur veya gaybette ve gizli bir hüccet bulunmuştur. Kıyamet kopuncaya kadar da mutlaka yeryüzünde bir hüccet bulunacaktır. Böyle olmasaydı yeryüzünde Allah'a kulluk edilmezdi." [13]

Ebu Minhal Nasr b. Evs et-Taî şöyle der:

"Ali b. Hüseyin (a.s) bana dedi ki: "İnsanlar kime gidiyorlar?" Dedim ki: "Şuna buna gidiyorlar." Dedi ki: "Onlara söyle, bana gelsinler." [14]

Ebu Halid el-Kabulî İmam Zeynelabidin'e (a.s) şöyle dedi: "Efendim! Senden sonra kaç imam geleceğini bana söyle." Dedi ki:

"Sekiz imam gelecektir. Çünkü Resulullah'tan (s.a.a) sonra on iki imam gelecektir. Bu, İsrailoğulları'ndaki Esbat'ın da sayısıdır. Üç tanesi geçmişte geldi. Ben dördüncüsüyüm. Sekiz tanesi de benim soyumdan gelecektir…"[15]

Kuşkusuz Ehl-i Beyt İmamları'ndan (a.s) uzaklaşma şeklinde kendini gösteren sapma, sadece onların yönetim ve siyasal velayet makamlarından uzaklaştırılmalarıyla sınırlı değildi. Aksine, bu uzaklaşma, şer’i hükümler alanında koyu bir cehaletin hüküm sürmesine kadar vardı. Oysa Ehl-i Beyt İmamları, şer’i hükümleri tanıtma misyonuna sahip gerçek merci ve sahih önder konumundaydılar.

İmam (a.s), sadece emir yetkisine, memleketi yönetme misyonuna ve kullara yol gösterme görevine sahip değildir. O, aynı zamanda şeriatı anlama ve hükümlerini açıklama hususunda da başvurulacak mercidir. Son şeriatı eksiksiz bir şekilde bilmek ve şeriatın gerçek kaynaklarıyla sağlam bir irtibat kurmak için bundan başka yol yoktur.

Yöneticiler, Ehl-i Beyt'i (a.s), yönetim ve siyasal velayetten uzaklaştırdıkları gibi, onların dinî ve ilmî merciliklerini ortadan kaldırmak ve insanları onlardan uzaklaştırmak için de büyük bir çaba sarf ediyorlardı.

Bu nedenle İmamlar ve onların tâbileri, insanlara İslâm şeraitinin bu berrak kaynağını göstermeye, insanların bu kaynaktan içmelerini sağlamaya özel bir önem verdiler. İmam Seccad (a.s) ise, bu hususa özellikle ilgili gösteriyordu. Örneğin şer’i, fıkhî bir meselede kendisiyle tartışan bir adama aynen şöyle demişti:

"Be adam, eğer bizim evlerimize gelirsen, Cebrail'in hanelerimizdeki ayak izlerini sana gösterebiliriz. Böyle iken, kim Sünnet'i bizden daha iyi bilebilir ki?!" [16]

Başka bir yerde de şöyle buyuruyor:

"Allah'ın dininde, eksik akıllarla, yanlış görüşlerle, fasit kriterlerle doğruya ulaşılmaz. Ancak teslim olmakla doğruya ulaşılır. Bize teslim olan kurtulur. Bizi örnek edinen hidayete erer. Kıyas ve kişisel görüşle amel edense helâk olur. Bizim söylediğimiz veya hükmettiğimiz bir şeye karşı içinde rahatsızlık hisseden bir kimse, tekrarlanan yediyi (sebu'l mesani / Fâtiha Suresi) ve yüce Kur'ân'ı indiren Allah'ı, bilmeden inkâr etmiş olur."



Toplumsal ve Amelî Cihad



İlâhî önderlerin en önemli hedeflerinden biri, ilâhî terbiye ve öğretiyle insan topluluklarını ıslah etmek, bu dikenli yolda kararlı ve özverili bir şekilde pratik hareketin aşamalarından geçmektir. Bu bakımdan yapmakla yükümlü olduğu hususları şöyle sıralayabiliriz:

1- Öncelikle dinin getirdiği hak öğreti ve edinilmesi zorunlu ahlâkî meziyetler temelinde mümin bir nesil yetiştirmelidir. Ki bu nesil hayırda ona yardımcı olsun.

2- Bütün ağırlığıyla topluma karışmalı, insanların arasında bulunmalıdır. Öğretileriyle zalimlere ve tağutlara karşı çıkmalı, Allah'ın risaletini onlara tebliğ etmelidir.

3- Zalimlerin, dinamiklerini işlevsiz hâle getirmek, güçsüzleştirmek; maneviyattan, moral motivasyonundan yoksun bırakmak, insanları hakka ve iyiliğe dayalı fıtrattan uzaklaştırmak maksadıyla toplum içinde yaydıkları fesada, dejenerasyona karşı koymalıdır.

İmam (a.s), bu hususların tümünde geniş bir faaliyet alanına sahipti. Dolayısıyla yaşadığı dönemin, Benî Ümeyye tağutlarının ümmete, mukadderatına ve İslâmî hilafetin ma-kamına tahakküm ettikleri, iktidarlarına muhalefet edenleri gözlerini kırpmadan kanını döktükleri, İslâm'a baş kaldırıyor adı altında kılıçtan geçirdikleri bir dönem olmakla belirginleşmesine rağmen, İmam'ı (a.s) ilâhî ıslahatçıların önde gelenlerinden saymak gerekir.

İmam'ın (a.s) toplumsal faaliyetlerinin yanında ilmî faaliyetleri hakkında birkaç açıdan söz söylemek mümkündür:


a) Ümmet Genelinde ve Ehl-i Beyt Tâbileri Özelinde Ahlâk ve Terbiye

İmam Zeynelabidin (a.s), gerek kişisel davranışları, gerekse insanlarla, hatta çevresindeki bütün varlıklarla kurduğu ilişkileri bağlamında Muhammedî (a.s) ahlâkın somutlaş-mış en göz kamaştırıcı örneğiydi.

Yüksek ilmî kabiliyet, üstün şeref ve kalpleri kendine çekip onlara hükmetme, sorunlarla yüzleşme, büyük bir sabır, metanet ve sükûnetle problemlerin önüne geçme özelliklerini kendinde toplayan deneyimli İslâmî önderlik kişiliği onda adeta billurlaşmıştı.

Bir karakter olarak bezendiği ve Kerbelâ faciasında karşılaştığı felaket esnasında destansı bir şekilde sergilediği sabır, onun büyük sabrının en somut göstergesidir.

İmam'ın İslâmî pratik hususundaki devamlılığı, sürekliliği herkesin gözlemlediği bir realitedir. Bu alan, onun azimli siyasal ve sosyal faaliyetlerinin önemli bir bölümünü oluşturmaktadır.

Kardeşlerinin, fakirlerin, düşkünlerin, dul ve yetimlerin ihtiyaçlarını gidermesi, malını bu alanda harcaması, bağışta bulunması, infak etmesi herkesin dilindeydi.

Kölelere, akrabalara, yabancılara, hatta düşmanlarına ve hasımlarına karşı merhametli olması ve acıması dillere destandı.

Allah'a sürekli ibadet etmesi, ulu Allah'tan korkması ile ilgili haberler sayfalar dolusudur. Öyle ki "Zeynü'l-Abidin" (İbadet Edenlerin Süsü) ve "Seyyidü's Sacidin" (Secde Edenlerin Efendisi) diye anılmaya başlamıştı. Allah'ın izniyle ileriki bölümlerde bu özelliklerden söz edeceğiz. Daha önce az da olsa değinmiştik bu meseleye.


b) Islah ve Devlet

Bazı tarihçilere göre, İmam Hüseyin'in (a.s) soyundan gelen İmamlar (a.s), Kerbelâ katliamından sonra siyasetten uzak durdular. Kendilerini irşada, ibadete ve dünyadan el etek çekmeye verdiler.

Bu görüşlerinin kanıtı olarak da, İmam Seccad'ın (a.s) hayatını göstererek, onun genel İslâmî hayattan çekildiğini iddia ediyorlar. Tarihçilerin bu yanlış düşüncelerinin sebebinin, İmam Hüseyin'den (a.s) sonra Ehlibeyt İmamları'nın (a.s) iktidarlara karşı silahlı bir harekete girişmediklerini görmeleri olduğu anlaşılıyor. Bunun yanında tarihçiler, önderliğin siyasî boyutuna son derece dar bir anlam yüklüyorlar. Bu da ancak silahlı bir hareket için geçerli olabilecek niteliktedir.

Her şeyden önce, Hüseyin'in (a.s) soyundan gelen Ehlibeyt İmamları'nın (a.s) siyasetten çekildikleri, dünyadan el etek çektikleri iddiası tamamen yalandır ve bizzat Ehlibeyt İmamları'nın (a.s) hayatları bunu olumsuzlamaktadır. Çünkü İmamlar'ın (a.s) hayatları, buna dair pozitif örneklerle, siyasal hayata aktif katılım türleriyle doludur.

Bunlardan biri, İmam Zeynelabidin'in (a.s) ümmetle, kit-le önderleriyle kurduğu geniş ilişkilerdir. İmam (a.s), uzun soluklu hareket çizgisi bağlamında, bu ilişkilerinden yararlanıyordu. İmam'ın (a.s) böyle bir önderliği tesadüfen elde etmiş olması mümkün değildir. Ya da sırf Hz. Peygamber'in (s.a.a) soyundan gelmekle bu etkinliği elde etmesi söz konusu değildi. Aksine İmam (a.s); cömertliği, ümmet içinde sergilediği pozitif tavrı, yönetimde olmamasına rağmen, halkın dertleriyle yoğun bir şekilde ilgilenmesiyle bu konumu elde etmişti. Çünkü ümmet (genellikle) önderliği bir kişiye karşılıksız olarak vermez. Bir kişi, büyük bir cömertlik sergilemedikçe ve ümmet de bu cömertliği hayatının değişik alanlarında hissetmedikçe, bireylerin kalplerini kazanmak, önderliğine kurulmak mümkün olmaz. Ümmet, problemlerin çözümünde ve risaletin korunmasında istifade ettiği kimselere ancak önderlik makamını bahşeder.

Kaldı ki, İmam'ın (a.s) bütün dinî faaliyetleri siyasal hareket özelliğine sahipti. Özellikle o dönemde henüz din siyaset ayırımı diye bir şeyin söz konusu olmadığını göz ö-nünde bulundurursak, İmam'ın (a.s) hayatının akışı içinde açık siyasal duruşlar, müdahaleler diyebileceğimiz somut örnekler görmemiz mümkündür. Nitekim o İmam'dan (a.s) rivayet edilen sözlerden de anlaşılacağı gibi o, siyaset alanına yakın biri olarak görünüyor, ateşli siyasal tartışmalara giriyor, olayların akışını takip ediyor ve ümmetin yaşadığı tehlikeli ifsat pratiğine karşı net açıklamalarda bulunuyordu. Aşağıda buna dair birkaç örnek bulacaksınız:

1- Abdullah b. Hasan b. Hasan şöyle der:

"Ali b. Hüseyin b. Ali b. Ebu Talib her gece, yatsı namazından sonra Mescid-i Nebevî'nin son bölümün-de Urve b. Zübeyr'le birlikte otururdu. Ben de onların yanına otururdum. Yine böyle bir gecede ikisi konuşuyordu. Benî Ümeyye'den bir zorbanın işlediği zulümlerden ve zalimlerle beraber aynı yerde oturmaktan söz ediyorlardı. Urve, Ali'ye dedi ki: "Ey Ali! Bir kimse zalimleri terk etse ve Allah, onların yaptıklarına buğzettiğini bilse, bu arada zalimlerin bulunduğu yerden bir mil uzakta bulunsa, şayet Allah zalimlerin üzerine azabını indirirse, bu kimsenin, zalimlere isabet eden azaptan kurtulması umulur."

Urve bunları söyledi ve Medine'den ayrılıp el-Akik denilen yerde ikamet etmeye başladı.

Abdullah b. Hasan der ki:

"Ben de Medine'den ayrıldım ve Suveyke denilen yerde ikamet etmeye başladım."

Fakat İmam (a.s), Medine'den ayrılmadı. Bilakis, bütün hayatı boyunca Medine'de yaşamayı tercih etti. Çünkü o, bu tarz ayrılışları, siyasal hareketten kaçış ve toplumsal meydanı zalimlerin istedikleri gibi at oynatabilecekleri şekilde terk ediş olarak değerlendiriyordu.

Belki de (bir Ehl-i Beyt (a.s) düşmanı olan) Urve b. Zübeyr'in bu önerisi, kendisi tarafından hazırlanan bir siyasî plândı. Ya da bizzat yöneticiler, onun aracılığıyla böyle bir öneri sunmuşlardı ki, İmam'ı (a.s) siyasal ve toplumsal hayattan uzaklaştırabilsinler. Ama İmam (a.s) Medine'den ayrılmadı, cihat hareketini kendi belirlediği metot çerçevesinde sürdürdü.

2- İmam (a.s) bir yerde şöyle diyor:

"Hiç kuşkusuz münkerin maruf üzerinde, şerrin hayır üzerinde, cehaletin hilim üzerinde, paniğin sabır üzerinde, ahmaklığın yumuşaklık üzerinde, kuraklığın bereket üzerinde, şiddetin bolluk üzerinde, dünyaya düşkünlüğün züht üzerinde, pis evlerin şerefli evler üzerinde; çorak toprakların yosunlu, yeşilli topraklar üzerinde bir galibiyeti söz konusudur. Bu tür galibiyetlerden ve azaplarla dolu bir hayattan Allah'a sığınırız."

"Devlet" kelimesi, Arapçada galibiyet ve istila anlamına gelir. Bu da egemen iktidarın en belirgin vasfıdır. Şu hâlde yukarıdaki metin gösteriyor ki İmam (a.s), siyasal iktidar meselesini, hayatın ve doğanın diğer meselelerinin kapsamında içselleştirmiş, diğer meseleler gibi onunla da ilgilenmiş ve ıslahı için düşünceler üretmiştir.

Bakar mısınız! İmam'ın (a.s) döneminde pis evlere mağlup düşen şerefli evler hangileri ola ki? Bir yöneticinin devletinden, galibiyetinden Allah'a sığınmak; hiç varlığı reddedilmeyen, egemenliğine karşı çıkılmayan bir olguyla ilgili olabilir mi? Siyasal bir şahsiyet için bundan daha güçlü bir tavır tasavvur edilebilir mi?

Özellikle İmam'ın (a.s), içinde yaşadığı koşulları ve bu koşullarda sergilediği tavrı ve İslâmî hareketin önderliği bağ-lamında izlediği kapsamlı stratejiyi göz önünde bulundurduğumuz zaman bunun çok önemli bir siyasal tavır olduğunu görmememiz mümkün müdür? Ve siyasetten el etek çektiği, siyasal hayattan uzaklaştığı iddia edilen bir adamdan bu tür sözler sadır olabilir mi


c) Fesada Karşı Direnişi

Hiç kuşkusuz bir ıslahatçının, özellikle ilâhî bir ıslahatçının en önemli yükümlülüklerinden biri, fesada karşı çıkması ve yeryüzünde bozgunculuk çıkaranlara savaş açmasıdır. Dolayısıyla İmam Zeynelabidin (a.s) bu görevi en belirgin bir şekilde yerine getirmiştir.

İmam'ın (a.s) yaşadığı çağ, özellikle sosyal problemlerle çalkalanmasıyla belirginleşmişti. Kuşkusuz bu problemlere birçok dönemde rastlanabilirdi; ancak onun döneminde çok daha belirgin ve çok daha yoğundular. İmam (a.s) da kendine özgü yöntemiyle bu problemleri çözmeye çalıştı.

Bu yöntemin ayırıcı bir özelliği ve rengi vardı. İmam'ın (a.s) cihadında ön plâna çıkan yönteminin temel amacı, en önemli sorun hâline gelen fakirlik problemini ve kölelik sorununu çözmekti.


Kaynaklar


[1]- Tevbe, 111
[2]- Men La Yahduru'l-Fakih, 2/141; Menakıb-u Âl-i Ebî Talib, 4/173. İki kaynaktaki metin arasında küçük bazı farklılıklar vardır.
[3]- Kaside uzundur. Birçok tarih ve edebiyat kaynağında zikredilir. Vafeyatu'l-A'yan, İbn Hallikan, 6/96; el-İrşad, Şeyh Mufid, 2/150–151 Muhammed b. İsmail b. Cafer Sadık'tan (a.s) rivayet edilmiştir. Ayrıca bk. bu iki kaynaktan başka, kitabımızın birinci babı, birinci faslın başları.
[4]- Hadislerin yazılması ve rivayet edilmesinin yasaklanması, Pey-gamberimizin (s.a.a) vefatından hemen sonra başlamıştı.
[5]- el-Mehasin, s.221 Hadis: 133
[6]- el-Burhan Tefsiri, 3/156
[7]- Biharu'l-Envar, 46/107
[8]- age. s.70, bab: 5, Hadis: 45
[9]- el-İrşad, s.312–319
[10]- et-Tevhid, es-Saduk, s.366
[11]- Keşfu'l-Ğumme, 2/89
[12]- Cihadu'l-İmami's-Seccad, s.107
[13]- el-Emali, Şeyh Saduk, s.112; el-İhticac, s.317
[14]- Tarih-u Dımışk, Hadis: 21
[15]- Kifayetu'l-Eser, s.236–237
[16]- Nüzhetu'n-Nazir, s.45