Kur'an | Ehlibeyt

İslam'da İrfan, Hikmet ve Tasavvuf

.
.

Ehlader Araştırma Bölümü

Muhammed Taki Misbah Yezdî

Bu dünya sahnesinde insanlar, atmosfere bırakılan toplar misali, kendilerini sonsuz idealler ve mutluluklar dünyasına yükseltecek bir enerji potansiyeline sahiptirler. Ne var ki, yeryüzünün maddî lezzetleri, onları tabiat dünyasının aşağılığına mahkûm etmiş ve sürekli felâkete ve bedbahtlığa doğru itmektedir.

Günümüz madde eksenli medeniyet ve kültürünün çeşitli cilvelerinde kendini gösteren nefsanî eğilimler ve şeytanî vesveseler, bu inişe daha fazla ivme kazandırmaktadır.

Bu arada kalp gözleri manevî hakikatlere açılmış ve kulakları ilâhî mesajlara aşina olmuş çok az bir grup, hayvanî eğilimlerden kendilerini uzaklaştırıp "Melekût Âlemi"nin nurlu ufuklarına doğru kanat açmakta ve tekâmül süreçlerinde bütün güzelliklerin, bütün yüceliklerin ve bütün kemallerin kaynağına, tek kelimede Allah'a doğru yükselmektedirler.

Öte yandan bir top misali yeryüzüne düşerek, yere çakılan insanlar dahi, maddenin dar çıkmazından usanıp, yeniden aynı süratle, fakat bu defa inişin ters istikametinde, mutluluklar dünyasına doğru harekete geçerler. Bu iniş ve çıkış hareketi defalarca tekrarlanır.

Bu aksülamelin bariz bir örneğini, aşağılık kültüründen gına duyarak manevî değerlere susayan, tertemiz bir su kaynağı peşinde dört bir yana koşan insanlarda görebiliriz. Fakat ne yazık ki, bu insanlar çoğu, hidayet şerbeti yerine, dalâlet zehrini içiren, kurtuluş vaadiyle helâkete sürükleyen, çukurdan çıkarıp kuyuya düşüren düzenbaz kılavuzların ağına düşmektedirler.

Maddî kültürün merkezinden uzaklaşıp manevîyat kültürünün geniş dünyasına yönelme hareketi, sadece ferdî eğilimlerle sınırlı değildir. Bugün biz, dünyanın dört bir yanında, hatta yeryüzünün en kötü ve bozulmuş noktalarında dahi İslâm'ın ve manevî eğilimli hareketlerin günden güne genişleyip büyüdüğünü görmekteyiz.

İSLÂM DÜNYASINDA İRFAN

Öteden beri İslâm dünyasında "İrfan" ve "Tasavvuf" adı altında çeşitli eğilimler meydana gelmiş ve Hicri 4. yüzyıldan Hicri 8. yüzyıla kadar İran ve Türkiye gibi birçok ülkede büyük bir ilerleme kaydetmiş, hatta zirveye ulaşmıştır. Şu anda bile İslâm dünyasının çeşitli bölgelerinde muhtelif tasavvuf tarikatları mevcuttur.

Bu arada diğer dinlere mensup insanlar arasında da benzer eğilimler bulunduğu için doğal olarak hemen şu soru kafalara takılmaktadır: Acaba İslâm'da İslâmî İrfan diye bir şey var mıdır, yoksa Müslümanlar İrfan denen olguyu, başkalarından mı almışlardır?

Daha doğrusu bugün İslâmî İrfan diye tanınan, İslâm'ın değil, Müslümanların irfanı mı?

Eğer İslâm'ın İrfan diye bir şey getirdiğini kabul edersek, acaba bugün Müslümanlar arasında bulunan İrfan gerçekten İslâm'ın getirdiği irfan mı, yoksa değişime veya tahrife mi uğramıştır?

Bu sorunun cevabında, bazıları İslâm'da İrfan diye bir şeyin olduğunu temelden inkâr etmiş ve onu bid'at olarak nitelendirmişlerdir. Bazıları ise irfanın İslâm'ın dışında, fakat İslâm ile muvafık olduğunu iddia etmişlerdir. Bunu bazıları şöyle ifade etmişler: "Tasavvuf beğenilen bir bid'attir." Tıpkı Hristiyanlıktaki ruhbanlık gibi. Nitekim Kur'ân-ı Kerim şöyle buyurmaktadır:

"Ruhbaniyeti onlar (Hıristiyanlar ilk defa) icat ettiler, biz onu onlara yazmadık (zorunlu kılmadık), fakat onlar Allah'ın rızasını kazanma maksadıyla onu icat ettiler... "

(Hadid, 27)

Bilâhare bir grup da İrfan'ı, İslâm'ın bir parçası, hatta onun beyni ve ruhu olarak görüyor ve onun da İslâm'ın diğer bölümleri gibi diğer dinler ve ekollerden değil bizzat Kur'ân ve Nebevî Sünnet'ten alındığını savunuyorlar ve diyorlar ki: "İslâmî irfan ile diğer irfanlar arasında birtakım benzerliklerin olması, İslâmî irfanın onlardan iktibas edildiği anlamına gelmez. Nitekim İslâm şeriatıyla diğer semavî şeriatlar arasında bazı benzerliklerin olması, İslâm'ın onlardan iktibas edildiğine delil teşkil etmez.

Biz de işte bu son cevabı benimsiyor ve şunu da eklemeyi zaruri görüyoruz: Bizim İslâmî İrfan'ın asaletini, özgünlüğünü kabul etmemiz, bugün İslâm âleminde irfan ve tasavvuf diye adlandırılan her şeyin doğru olduğu anlamına gelmez. Nitekim İslâm'a mensup her grubun, her inanç ve amel tarzını da İslâm'a mâl edemeyiz. Aksi halde İslâm'ı çelişkilerle dolu bir inanç ve amel müessesi olarak görmemiz veya birbiriyle çelişen değişik İslâm'ların varlığını kabul etmemiz gerekir. Her hâlükârda biz, asil ve köklü bir İslâmî irfanın varlığını -ki bunun en yüksek mertebesini bizzat Resulullah (s.a.a) ve gerçek halifeleri yaşıyorlardı- kabul etmekle birlikte Müslüman arif ve mutasavvıflar arasında bazı yabancı unsurların varlığını da inkâr etmiyor ve tasavvufî grupların en azından bir kısmının, çoğu görüş ve amel tarzlarının tartışılır nitelikte olduğunu üsteliyoruz.

"İRFAN", "TASAVVUF", "HİKMET" VE "FELSEFE" KAVRAMLARININ İZAHI

İslâmî irfanın asaletini açıklamaya geçmeden önce bazı karışıklık ve yanlış anlamlara mahâl vermemek için irfan ve tasavvuf kavramları hakkında kısa bir izahta bulunmayı uygun görüyoruz.

İrfan sözcüğü lügatte, aynı kökten türeyen marifet sözcüğü gibi, tanımak-bilmek anlamına gelmektedir. Istılahta ise, duygu ve tecrübe yahut akıl ve nakil yoluyla değil, bâtınî şuhûd ve buluşla elde edilen özel bir bilgi ve marifet kastedilmiş, daha sonra o müşâhede ve mükâşefelerden bahseden ilme İrfan denmiştir. Bu şuhûd ve keşifler birtakım amelî riyâzet ve nefis terbiyesini gerektirdiği için amelî üsluplara ve seyr u sulûk âdâbına da amelî takısını ekleyerek amelî İrfan denmektedir. Nitekim mükâşefe ve şuhûdlardan bahseden ilme de Nazarî İrfan denmektedir. Nazarî İrfan da, İşrâk Felsefesinde olduğu gibi bazen aklî kanıtlara da yer verilmektedir.

Tasavvuf sözcüğüne gelince, bu sözcük en uygun ihtimale göre savf (yün) maddesinden türetilmiş ve lezzetperestlikten uzak meşakkatli bir hayat tarzının sembolü olarak yün elbise giyme anlamına gelmektedir. Bu manada tasavvuf Ameli İrfan'la daha uygun düşmektedir; nitekim irfan Nazarî İrfan'la daha uygun bir münasebet arz etmektedir.

Böylece irfan dairesinde en az şu üç unsuru rahatlıkla tespit edebiliriz:

1- Seyr u sulûk erbabına verilen ve verenlerin iddiasına göre, insanı Allah-u Teâlâ'ya, esma-i hüsnasına, yüce sıfatlarına ve mazharlarına, şuhûdî ve bâtınî bir bilgiye ve bilinçli bir huzurî ilme götüren özel amelîdüsturlar (seyr u sulûk âdâbı).

2- Salike (seyr u sulûk ehline) hâsıl olan ruhî melekeler ve hâletler ve nihayet salikin ulaştığı mükâşefe ve müşahedeler.

3- Bu mükâşefe ve müşahedeleri açıklar nitelikte olan bilgiler. Bu bilgiler amelî İrfan sürecini kat etmeyen kimseler tarafından dahi az çok kavranabilir. Ancak, onların hakikat ve künhünün idraki, sadece gerçek arifler tarafından mümkündür.

Bu açıklamaların ışığında gerçek arifin kim olduğunu da anlayabiliriz. Evet, hakikî arif birtakım özel amelî programları ve seyr u sulûk âdâbını uygulayarak Hak Teâlâ ve onun sıfât ve efali hakkında şuhûdî ve huzûrî bir bilgi ve idrâke sahip olan bir kimsedir. Nazarî İrfan ise bu buluş, şuhûd ve idrâkin izah ve tefsirinden ibarettir ki, tabiî olarak birçok eksikleri de olabilir. Aslında müsamahakâr bir şekilde yaklaşır ve ıstılahı biraz geniş alırsak hakikati bulma ve kurtuluşa erme maksadıyla bütün seyr u sulûk ve onlardan kaynaklanan ruh-î haletler ve şuhûdlara irfan diyebiliriz. Bu bağlamda hatta Hindu ve Budist irfanlara, Sibirya ve Afrika'da ki bazı kabilelere mensup irfanlara da bir anlamda irfan denilebilir.

Nitekim din kavramı da aynı müsamaha ile hatta Budizm ve Totemizm'e dahi teşmil edilebilir. Burada yeri gelmişken hikmet ve felsefe kavramlarının da anlamına kısaca değinerek geçmek istiyoruz.

Arapça kökenli bir kelime olan hikmet sözcüğü sağlam ve muhkem bilgi ve kavrayışa denir. Çoğunlukla amelî öğretiler hakkında kullanılır. Nitekim Kur'ân'da da aynı anlamda kullanılmıştır (İsra, 39). Fakat meşhur ıstılahta İlâhî Felsefe'ye, yine Amelî Felsefe'ye ve ahlak ilmine denir. Yine ahlak ilminde özel bir ıstılaha göre, aklın kullanımıyla ilintili olan nefsanî melekeye, aynı şekilde zekilik ve aptallığın ortası sayılan nefsanî duruma denir.

Her halükârda hikmet kavramı, mülhit ve şüpheci felsefeciler hakkında kullanılamaz. Ancak Yunanca kökenli olan felsefe sözcüğü böyle değildir ve evrenin genel kanunlarını kavramak için yapılan her türlü fikrî ve aklî çabaya felsefe denilebilir. Hatta hariçte gözle görünen bir varlık vücudu gibi yakinî ve değişmez bilginin inkârına yol açsa bile.

İSLÂMÎ İRFANIN ASÂLETİ

Kur'ân-ı Kerim'i, Resul-i Ekrem'in (s.a.a) ve pak Ehl-i Beyti'nin (a.s) değerli sözlerini dikkatle mütalaa eden bir kimse nazarî irfan ve aynı şekilde irfanî seyr u sulûk hakkında oldukça derin ve değerli bilgiler elde edebilir. Bu konuda zâtî, sıfatî ve efalî tevhidle ilgili olan Tevhid suresi, Hadid suresinin ilk âyetleri, Haşr suresinin son âyetleri, aynı şekilde bütün varlık âleminin Hak Teâlâ'nın huzurunda oluşu, Hakk'ın bütün varlıklara ihâtası, bütün yaratıkların Allah-u Teâlâ'ya tekvnî tesbih ve secde edişleri hakkındaki ayetleri örnek olarak gösterebiliriz.1

Yine İslâmî seyr u sulûk âdâbı diyebileceğimiz birtakım âdâp ve sünnetleri içeren âyetleri de örnek verebiliriz.

Tefekkür, tedebbür, daimî mürâkabe, teheccüt ve gece ibadeti, oruç, geceleri uzun secde ve tesbihler, huzû' ve huşû', Allah korkusu, ağlamak, Kur'ân okuyup veya dinlerken secdeye kapanmak, ibadette ihlas, iyi işleri, Hakk'ın aşk ve sevgisiyle ve O'na yakınlaşmak ve O'nun rızasını kazanmak için yapmak, Hakk'a tevekkül edip, rıza ve teslimiyet gösterme konusundaki âyetlerin hepsini örnek olarak zikredebiliriz. 2

Hz. Resulullah'ın (s.a.a) ve Ehl-i Beyt İmamlar'ının (a.s) sözlerinde, dua ve münacatlarında bu konularla ilgili örnekler zikredilemeyecek kadar çoktur.3

Bu Kur'ânî beyyineler ile ve Resulullah (s.a.a) ve pak Ehl-i Beyt'inin (a.s) açık beyanları karşısında bazıları ifrat, bazıları ise tefrit yolunu tutmuşlardır.

Birinci grupta olanlar dar ve zahirî bir bakış açısıyla bu ayet ve hadisleri, oldukça basit ve önemsiz manalara taşımış, hatta Hak Teâlâ'ya değişken hâletler, cismanî iniş ve çıkışlar öngörmüş ve bu âyet ve hadisleri son derece derin ve yüce muhtevasından soyutlamışlardır. İşte bu zihniyete sahip olanlar, İslâmî kaynaklarda irfan diye bir şeyin varlığını kökten inkâr yoluna gitmişlerdir.

İkinci grupta yer alanlar ise çeşitli içtimaî faktörlerin etkisiyle, başkalarından birtakım yabancı ve ithal unsurları alarak kabullenmiş ve neticede hiçbir dinî kaynağa dayanmayan ve Kur'ân ve sünnetten esinlenmeyen, hatta bazen tevil edilemeyecek kadar açık naslara ters düşen birtakım yanlış düşüncelere saplanmışlardır.

Aynı şekilde amelde de, bir taraftan kendi yanlarından birtakım âdâp ve adetler türetmiş veya gayri İslâmî fırkalardan ödünç almışlardır; diğer taraftan da vuslata ermiş âriften her türlü şer'î teklifin kalktığına söyleyebilecek kadar ileri gitmişlerdir.

Bütün ârif ve mutasavvıflara karşın olağanüstü bir hüsn'ü zanna sahip olan kimseler, bu görüş ve sözlerin hepsini bir türlü tevcih ve tevil etmeye çalışmışlardır. Ancak, bunların en azından bazıları kabul edilebilecek hiçbir tevil ve tevcihe elverişli değildir.

Hiçbir zaman ilmî ve irfanî şahsiyetlerin büyüklüğünün etkisi altında kalıp, onların bütün söz ve yazılarını, gözü kulağı kapalı bir şekilde kabul edip, onların eserlerini, araştırma ve eleştirme hakkını kendi elimizden almamalıyız. Elbette şunu da bilmeliyiz ki araştırma ve eleştirme hakkına sahip olmak, ham, ölçüsüz, bağnaz ve insafsızca yapılan bütün eleştirileri doğrulamak, müspet ve değerli yönleri görmezlikten gelmek demek değildir.

Her hâlükârda hak ve hakikat peşinde olup daima adalet ve insaf çizgisini takip etmeye, aşırı ve delilsiz iyimserlik veya kötümserlikten kaçınmaya çalışmalı ve hakkı tanımak ve hak yolunda sebat göstermek için Allah-u Teâlâ'dan yardım dilemeliyiz.

Açıktır ki irfan, tasavvuf, hikmet ve felsefeyle ilgili bütün konuları, onların arasındaki ilişkileri ve onların her birinin İslâm ile olan bağlantılarını bir makaleye sığdırabilmek mümkün değildir. Bu yüzden kısa bir şekilde en önemli noktalara değinmeyi yeğleyip konuların geniş bir şekilde incelenmesini daha uygun ve geniş bir fırsata bırakıyoruz.

İRFAN VE AKIL

İrfan taraftarları ve muhalifleri arasında ihtilaf nedeni olan temel konulardan birisi, irfan ve akıl arası münasebetten ibarettir. İddiaya göre irfanî veriler, batınî keşf ve şuhûd yoluyla elde edilmektedir.

Acaba akıl, bu veriler üzerinde herhangi bir değerlendirme ve yargıda bulunma hakkına sahip midir? Meselâ bu mükâşefe ve şuhûdların bazısını reddedebilir mi, yoksa edemez mi?

Bu sorunun cevabını oldukça önemli kılan nokta şudur: Ariflerden birçoğu, aklî bir yaklaşımla açıklanamayacak birçok görüşler ortaya koyarak, onları bâtın yoluyla keşfettiklerini ve aklın bunları kavrayamayacağını, sonuç itibariyle onları ret ve inkâr hakkına sahip olmadığını iddia etmektedirler.

Bu meyanda en çok tartışılan konuların başında Vahdet-i Vucud meselesi gelmektedir. Bu konu, çeşitli şekillerde dile getirilmiş ve hakkında çeşitli görüşler öne sürülmüştür. Bazıları, Allah-u Müteâl'den başka hiçbir şeyin var olmadığını ve hiçbir zaman da var olmayacağını ve Allah'tan gayri, varlık adını taşıyan her şeyin bir hayal ürünü olduğunu iddia etmişlerdir! Bazıları ise, Allah'ın zâtının dışında veya Allah'ın ilminin dışında bir şey bulunmadığını ve böylece vahdettekesret görüşünü benimsemişlerdir.

Daha çok yaygın olan bir diğer görüş ise şudur: Sâlik seyrinin sonunda "fenâ" makamına erişir artık vücudundan, isimden başka bir şey kalmaz. Bilâhare bundan da itidalli görüş şudur: Sâlik öyle bir noktaya ulaşır ki artık Allah'tan gayri hiçbir şeyi göremez, her şey O'nda kaybolur. Daha dakik bir deyişle, her şeyin Allah-u Teâlâ'da kaybolduğunu görüyor; tıpkı zayıf bir ışığın güneş ışığında kaybolup gittiği gibi.

Bu tür lerde muhalifler genellikle aklî delillerden yararlanırlar. Bu görüş sahipleri yine nihâyetinde bu tür konuların akıl sınırını aştığını iddia ederek, iddialarına aklî bir açıklama getirme yükünden kendilerini kurtarmaya çalışırlar.

Bütün bu tartışmaların ardından hemen şu soruyla karşı karşıya kalıyoruz: Acaba aklın idrak edemediği için reddedemeyeceği gerçekler de düşünülebilir mi?

Burada kısaca şunu söyleyebiliriz: Akıl daima kavramlarla alâkadar olur. Bu yüzden, değil Allah'ın yüce varlığını idrak etmek, hariçte mevcut olan hiçbir varlık ferdinin aynî vücudunun hakikatini ve künhünü tanımak aklın işi değildir. Ne var ki aklın verdiği olumlu veya olumsuz hükümler, eğer kendisi bedihî (tereddüt edilemeyecek kadar aşikâr) olduğu veya bedihî olan bir sonuçla sonuçlandığı takdirde, eleştirilemez ve bozulamaz. Başka bir değişle; gerçekçi aklın işi, künhü tanımak değildir; ama yüzeysel tanımlamalarda, yukarıda bahsettiğimiz şart mevcut olursa, aklın verdiği hükümde asla tereddüt edilemez.

Vahdet-i vücud meselesine gelince söylenmesi gereken şudur: Allah-u Muteâl'den başka her şeyin varlığını inkâr edip, mutlak bir şekilde kesreti nefyetmek, sadece aklın verdiği hükümleri itibarsız kılmakla kalmayıp, aynı zamanda nefse ait olan huzurî bilgilerin ve yine nefse ait olan fiil ve infiallerin de itibarını inkâr etmek demektir.

Böyle olunca da bizzat keşf ve şuhûd olgusu da tereddüt altına girmiş olur. Zira keşf ve şuhûdun tutarlılığının en büyük mesnedi "huzurî ilme" dayanmasıdır. Bu yüzden böyle bir vahdet-i vücüd anlayışı kesinlikle kabul edilemez.

Ancak Molla Sadra'nın "Hikmet-i Mütealiye"sinde vahdet-i vücuda getirilen yorum kabul edilebilecek niteliktedir.

O yorumun hâsılı kısaca şudur: Mahlûkatın vücudu, Hakk'ın vücuduna nazaran taallukî ve rabıtî (bağımlı) vücutlardır ve dikkatle bakıldığında taalluk ve bağımlılığın ta kendisidirler ve kendilerinden hiçbir bağımsızlığa sahip değillerdir.

Ârifin mükâşefe yoluyla bulduğu şey de, diğer varlıklardan hakikî vücut denilen bu müstakil vücudu nefyetmektir.

Yukarıdaki soruyu bir de şöyle sorabiliriz: Acaba aklın hükmünü vicdan ve keşfe tercih edebilir miyiz? Başka bir deyişle; husulî bir ilim (kesbî bir bilgi) olan akıl hükmüyle, huzurî ilim (bilgi) inkar edilebilir mi?

Cevabımız şudur ki, halis bir huzurî ilim, aslında gerçeğin ta kendisini bulmak demektir. Bu yüzden de inkâr edilemez. Ne var ki huzurî ilim, çoğu zaman zihnî bir yorumu da beraberinde getirir ki bunları birbirinden ayırt edebilmek son derece dikkat ister.

Bu zihnî yorumlar, husulî ilimler kabilinden olduğu için hatalı da olabilir. Aklî burhanlarla reddedilen şey huzurî ilimler ve şuhûdlar üzerinde zihnin yaptığı bu yanlış yorumlardır; direkt olarak huzurî ve şuhûdî bilginin taalluk ettiği şeyler değildir.

Vahdet-i vücut konusunda da şuhûd edilen şey, istiklâlî ve bağımsız vücudun Hak Teâlâ'ya mahsus olduğudur. Tabirde müsamaha ile bu vücuda hakikî vücut denildiği için diğer varlıklardan "hakikî vücut" nefyedilmektedir.

Burada hatırlatılması gereken bir nokta da şudur: Büyük İslâm âriflerinin de açıkça söylediği gibi, bazı mükâşefeler şeytanî ve tutarsızdır ve şahit ve delillerle teşhis edilebilir. Bilâhare onları yakinî deliller ve Kur'ân ve sünnet ile karşılaştırırsak, hak veya bâtıl olduklarını anlamak pek de zor olmayacaktır.

Ancak takdir edilir ki, bu mükâşefe ve müşahede türleri ve çeşitli huzurî ilimler ve onların zihne yansıması ve zihnin onlar üzerinde yaptığı yorumların bazısının yanlışlık nedenleri ve doğruyu yanlıştan ayırt etmenin yollarını incelemek, bu kısa makalenin kapasitesini aşan bir şeydir.

İRFAN VE ŞERİAT

Bu makalenin sonunda ele alınması gereken bir konu da amelî irfanın şer'î hükümlerle ilişkisi veya şeriat ile tarikat arasındaki münasebettir. Bazılarının zannına göre, "amelî irfan" hakikatlerin keşfinde müstakil bir yoldur ve şer'î hükümlere bağlı kalma zorunluluğu olmadan yararlanılabilir. İslâm da ya bunu teyit etmiş (beğenilen bid'at) ya da en azından buna engel olmamıştır. Aşırı giden bazıları ise, herhangi bir dine bağlılığın yeterli olacağını söylemişlerdir.

Ancak İslâmî açıdan, irfanî seyr u sulûk yolu, şer'î yoldan müstakil bir olgu değil, onun daha dakik ve daha lâtif bir bölümüdür.

Eğer şeriatın zahirî hükümlere ait olduğunu söylersek, o zaman tarikatı da şeriatın bir uzantısı olarak görmeli veya onun bâtınında ona yer vermeliyiz ki bu bâtın ancak zahirî olan şeriatın hükümlerine riayet etmekle gerçekleşebilir.

Örneğin şeriat, namazın zahiri hükümlerini belirler, tarikat ise namazı nasıl huzur-i kalp ile kılabileceğimizi ve ibadetlerin kemal şartlarını açıklamayı üstlenir. Şeriatta ilâhî azaptan kurtulma ve cennet nimetlerine kavuşmak için ibadetleri yerine getirmek yeterlidir. İrfanda ise niyetin Allah'tan gayri her şeyden temizlenmesinde ısrar edilir ki, bu tür bir ibadet Ehl-i Beyt'in (a.s) rivâyetlerinde "hür insanların ibadeti" diye tanımlanır.

Yine şeriata baktığımızda, şirkten maksat, açık şirk diye nitelendirilen putların vb. şeylerin ibadetidir. Fakat tarikatta, şirkin, gizli ve daha gizli diye daha dakik türlerinin tanıtımı söz konusudur.

Allah'tan gayrisine umut bağlamak, ondan gayrisinden korkmak, ondan başka birisinden yardım dilemek, ondan başkasına sevgi ve aşk beslemek, bütün bunlar asaleten ve müstakil bir şekilde gerçekleşir ve ilâhî emirlere itaat amacı taşımazsa, bir nevi şirk sayılır. Bu yüzden bid'at sayılan ve insanların kendisi tarafından üretilen ayinler, âdâp ve âdetler, istenilen-beğenilen şeyler olmamasının yanı sıra, insanın hakikî irfana ulaşmasına da engel olabilir.

Bu ayinlerin durumu böyle olunca, açık ve kesin bir şekilde nehyedilen ve haram kılınan vesilelerden yararlanmanın durumunu kendin anla.

Bazı işlerin, bazı geçici irfanî hâletlere yol açabilmesi mümkündür; fakat iyi bir akıbeti yoktur ve kesin felâkete sürükleyecek şeytanî bir tuzak da olabileceği için bu tür şeylere itibar edilmemelidir.

Velhâsıl; hak olan, Hak Tealâ'ın buyurduğu şeydir: "Hak'tan sonra dalâletten başka ne olabilir?" (Yunus, 32)

Allah'ın selâmı hakka uyanların üzerine olsun.

1- Örnek olarak şu ayetleri zikredebiliriz:

"Göklerde ve yerde olan (her) şey O'na tesbih etti ve O'dur izzet ve hikmet sahibi. * Göklerde ve yerde olan (her) şeyin mülkiyeti O'na aittir; diriltir ve öldürür ve O her şeye kadirdir. * O'dur evvel, O'dur âhir; O’dur zâhir, O'dur bâtın ve Odur her şeyden haberdar olan."(Hadid, 1-3)

"Olduğunuz her yerde O sizinle birliktedir ve Allah yaptığınız her şeyi görendir."(Hadid, 4)

"O, Allah'tır ki, O'ndan başka ilâh yoktur. Gaybı ve açıkta olanı bilendir; O'dur Rahmân ve Rahim. * O, Allah'tır ki, O'ndan başka ilâh yoktur. Melik'tir; 'Kuddüs'tür; Selâm'dır; Mü'min'dir; Müheymin'dir (koruyup gözetendir); Aziz'dir; Cebbar'dır; Mütekebbir'dir. Allah, (müşriklerin) şirk koşmakta olduklarından çok yücedir. * O Allah'tır ki, yaratandır (en güzel bir biçimde) kusursuzca var edendir; şekil ve suret verendir. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanların tümü, O'nu tesbih etmektedir. O, izzet ve hikmet sahibidir.(Haşr, 22-24)

"Görmedin mi ki, göklerde ve yerde olanlar ve dizi dizi uçmakta olan kuşlar, gerçekten Allah'ı tesbih etmektedir. Her biri, kendi duasını ve tesbihini hiç şüphesiz bilmiştir. Allah, onların işlemekte olduklarını bilendir."(Nur, 41)

"Yedi gök, yer ve bunların içindekiler O'nu tesbih etmektedir. O'nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur; ancak siz onların tesbihini kavramıyorsunuz. Şüphe yoktur ki O, halim olandır, bağışlayandır."(İsrâ, 44)

"Göklerde ve yerde olan her şey, -isteyerek de olsa istemeyerek de- Allah'a secde eder. Sabah akşam gölgeleri de."(Ra'd, 15)

"Allah'ın herhangi bir şeyden yarattığına bakmıyorlar mı? Onun gölgeleri küçülerek, sağdan ve soldan Allah'a secde eder vaziyette döner. * Göklerde ve yerde olan ne varsa, canlılar ve melekler Allah'a secde ederler ve Onlar büyüklük taslamazlar."(Nahl, 48-49)

"Biz ayetlerimizi hem âfakta hem de kendi nefislerinde onlara göstereceğiz; öyle ki şüphesiz onun hak olduğu kendilerine açıkça belli olsun. Her şeyin üzerinde senin Rabbinin şahid olması yetmez mi? * Dikkatli olun; gerçekten onlar Rablerine kavuşmaktan yana derin bir kuşku içindedirler. Dikkatli olun; gerçekten O, her şeyi sarıp -kuşatandır."(Fussilet, 53-54)

"...Allah yapmakta olduklarını kuşatandır. * ...Allah her şeyi kuşatandır."(Nisa,108-126)

"...Her nereye dönerseniz Allah'ın yüzü orasıdır. Şüphe yok ki Allah, kuşatandır, bilendir."(Bakara, 115)

2- Mesela şu âyetler gibi:

"...İman eden kimseler, Allah'a karşı en şiddetli sevgiye sahiptirler..." (Bakara, 165)

"...Allah, çok geçmeden, kendisinin onları sevdiği, onların da kendisini sevdiği... bir topluluk getirir..."(Mâide, 54)

"İman edip salih amelde bulunanlar ise, işte onlardır yaratılmışların en hayırlıları. * ...Allah onlardan razı olmuştur; onlar da Allah'tan razı kalmışlardır. İşte bu, Rabbinden içi titreyerek korkan kimse içindir."(Beyyine, 7-8)

"Ey mutmain nefs! * Dön Rabbine (O'ndan) razı olmuş, (O da senden) razı olmuş halde. * Gir kullarımın arasına. * Gir cennetime."(Fecr, 27-30)

"Hayır, kim iyilik yapıcı olarak, yüzünü Allah'a teslim ederse, artık onun Rabbi katında ecri vardır. Onlar için korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır."(Bakara, 112)

"...Rableri onlara tertemiz olan ve temizleyen bir şarap içirir."(İnsan, 21)

"Gecenin bir bölümünde O'na secde et ve geceleyin de uzun uzadıya O'nu tesbih et." (İnsan, 26)

"Ve onlar Rablerinin yüzünü isteyerek sabrederler; namazı dosdoğru kılarlar..."(Ra'd, 22)

"O'nun katında hiç kimsenin karşılığı verilecek bir nimeti (borcu) yoktur; * Yüce Rabbinin vechini istemek başka. * Ve çok geçmeden o razı olacaktır."(Leyl, 19-20-21)

"İnsanlardan öylesi vardır ki Allah'ın rızasını kazanmak için nefsini (canını) satar. Ve Allah kullara çok şefkatli olandır."(Bakara, 207)

"...Öyleyse sen de dini yalnızca O'na halis kılarak Allah'a ibadet et. * Bil ki halis olan din yalnız Allah'a aittir..."(Zumer, 2-3)

"Onlar ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah'ı zikrederler ve göklerin ve yerin yaratılışı konusunda düşünürler (ve derler ki:) "Rabbimiz, sen bunu boşuna yaratmadın. Münezzehsin sen; bizi ateşin azabından koru."(Âl-i İmrân, 191)

"İman edip sâlih amellerde bulunanlar ve Rablerine kalpleri tatmin bulmuş olarak bağlananlar, işte bunlar da cennetin ashabı (halkı)dırlar. Onda ebedi olarak kalıcıdırlar."(Hud, 23)

"Gecenin bir kısmında kalk, sana ait nafile olarak onunla (Kur'ân'la) ibadet et (Kur'ân oku, namaz kıl). Umulur ki Rabbin, seni övülmüş bir makama ulaştırır."(İsrâ, 79)

"...O (Kur'ân), daha önce kendilerine ilim verilenlere okunduğu zaman, çenelerinin üstüne kapanarak secde ederler."(İsra, 107)

3- Bunlardan da sadece bazı örnekler vermekle yetiniyoruz:

Hz. Emir'ül Mu'minin Ali (a.s) bir hutbesinde, "...Öyle kişiler vardır ki onları ne bir ticaret, ne de alış veriş Allah'ın zikrinden alıkoyamaz..." (Nur, 37) ayetini okuduktan sonra şöyle buyurmuşlardır: " Allah Subhanehu ve Teala zikri, kalplerin cilası kılmıştır... Öyle zikir ehli kimseler vardır ki, o zikri dünyaya karşılık olarak seçmişlerdir; onları ne bir ticaret, ne de bir alış veriş bundan alıkoyabilmiştir... Dünyada oldukları halde, sanki dünyayı ahirete taşımışlar ve ötedeki şeyleri görmüşlerdir. Orada kaldıkları sürece sanki berzah ehlinin gaybî hallerine muttali olmuşlar, kıyamet bütün yönleriyle üzerlerinde gerçekleşmiş de dünya ehlinin gözünün önüne gerilen perde aralanmıştır ve onlar, insanların göremediklerini görüp, işitemediklerini işitmişlerdir..." (Nehc-ül Belâğa, Hutbe: 222)

Yine Hz. Ali (a.s) Şa'baniye Münâcâtı'nın bir bölümünde şöyle yalvarıyor Rabbine: "...Ey Rabbim, her şeyden kopup sana yönelmeyi bana lütfeyle. Kalp gözlerimizi sana bakma nuruyla aydınlat; öyle ki kalp gözlerimiz nur hicaplarını (perdelerini) yırtsın ve azamet madenine ulaşsın; ruhlarımız da kudsünün izzetine bağlansın..." (Mefatihül Cinan, Şabaniye Münâcâtı)

İmam Hüseyin (a.s) Arefe günü duasının bir bölümünde şöyle münâcât ediyor mabuduyla: "...İlâhî, eserlerin değişmesi ve durumların intikalinden anladım ki hiçbir şeyde sana cahil kalmamam için, her şeyde kendini bana göstermek istemişsin... İlâhî, vücudunda sana muhtaç olan bir şey, nasıl senin (varlığına) delil olarak gösterilebilir? Acaba senden başkası senden daha aşikâr mıdır ki, senin açıklanmana vesile olsun?! Sen ne zaman gâip oldun ki, sana götürecek bir delile ihtiyacın olsun?! Ve ne zaman uzaklaştın ki, eserler (seni arayanları) sana ulaştırsın? Kör olsun seni kendine gözetleyici olarak görmeyen göz! Ve ticaretinde hüsrana uğrasın muhabbetinden nasiplendirmediğin kul!... İlâhî, beni dergahının mukarreblerinin sahip olduğu hakikatlerle süsle ve (cemaline) müştâk olanların yolunda yürüt beni!... Seni kaybeden neyi bulmuştur ve seni bulan neyi kaybetmiştir?!...Sensin her şeyde bana kendini gösteren; böylece ben senin her şeyde zâhir olduğunu gördüm..." Mefâtih'ül Cinân, Arefe duası)

İmam Zeyn'elabidin (a.s) "Âriflerin Münâcâtı" isimli duasında şöyle münacat ediyor: "...İlâhî, bizi sinelerinin bağlarında sana olan şevk ve muhabbet ağaçları derin kök salan ve bütün kalpleri muhabbet ateşinle yanan kimselerden eyle. Onlar düşünce yuvalarına sığınmış, kurb ve mükâşefe bahçelerinde yayılmışlardır...Ve sevgililerine bakarak gözleri aydınlanmıştır..." (Mefâtih-ül Cinân, Ariflerin Münâcâtı)

"Müridlerin Münâcâtı" isimli münâcâtında şöyle yalvarıyor Hak Teâlâ'ya: "...İlâhî, bizi sana ulaştıracak yollardan yürüt ve dergâhına bizi vardıracak en yakın yollardan götür... Sensin benim muradım, başkası değil; sadece senin için geceleri uyumadan sabahlarım. Seninle buluşmaktır gözümün aydınlığı ve sana kavuşmaktır nefsimin arzusu; şevk ve iştiyakım sanadır; muhabbetine hayran ve tutkunum..." (Mefatih'ül Cinân, Müridlerin Münâcâtı)

"Sevenlerin Münacatı" isimli duasında ise şöyle arz ediyor: "...İlâhî, kim senin muhabbetinin tadını alır da başkasına yönelir? Kim kurbuna alışır da senden ayrılmak ister?!..." (Mefâtih-ül Cinân, Sevenlerin Münâcâtı)

İmam Cafer Sâdık (a.s) ibadet edenlerin kısımları hakkında şöyle buyuruyor: "İbâdet edenler üç kısımdır: "Bir grup Allah Azze ve Celle'ye korkudan ötürü ibadet eder; bu kölelerin ibâdetidir. Bir grup Allah Tebâreke ve Teâlâ'ya sevaba kavuşmak için ibâdet eder; bu da ücretlilerin ibâdetidir. Bir grup ise Allah Azze ve Celle'ye O'nu sevdikleri için ibâdet ederler; işte bu hür insanların ibâdetidir ve en faziletli ibâdet de budur." (el-Kâfî, c.2, s.84)