Düşünce | İslamî Araştırmalar

İslam'ın Aklın İşlevselliğine Bakışı

.

.

Ehlader Araştırma Bölümü

"Akıl" kelimesi ve ondan türeyen kelimelerin sözlük anlamı, anlamak, idrak etmek ve ayakkabı bağı anlamındadır.[1]

Kur’ân-ı Kerim’de anlamak ve idrak manasında gelmiştir.[2] Rivayetlerde ise teşhis ve idrak eden, insanı iyiliğe ve salaha yönlendiren ve fesat ve şerden uzak tutan bir güç anlamlarını ifade eder.[3]

Akıl, terim anlamı olarak insanların gerçekleşen olayları onun vesilesiyle idrak ettikleri bileşik olmayan bir cevherdir. Buna göre akıl, gerçekleşen olayları idrak etme gücüdür. Bu hakikatleri idrak etmeye ilave olarak akıl, insanın ruhunu kontrol ederek ona yücelik vermektedir.[4]

Aklın çeşitli kısım ve dereceleri vardır:

Teorik akıl: İnsanın vesilesiyle tabiatı, matematiği, mantığı, ilahiyatı ve genel olarak teorik hikmetle ilgili olan, var olan ve olmayanları idrak ettiği güçtür.

Pratik akıl: İman, karar alma, azim ve iradenin konu olduğu, yani amelin başladığı yerdedir.

Normal akıl: Bütün çaba ve uğraşısı zahirdeki hayatı korumak olan akıldır. İnsanların çoğunluğu bu şekilde idrak eden ve faal olan bir güce akıl demektedirler.[5]

Başka bir deyişle, teorik aklın işi olayları idrak etmek, tanımak ve o olaylar hakkında hüküm vermektir.[6]

Pratik akıl insan davranışlarını kontrol eden güçtür[7], diğer bir deyişle onun işi olması gereken ve olmaması gereken şeyleri idrak etmektir ve aslında pratik akıl, sosyal bilimlerin temelidir. Pratik akıldaki hüküm “Bu iş yapılsın veya yapılmasın” şeklindedir.[8]

Pratik akıl, İmam Cafer-i Sadık’ın (a.s) tabirine göre, insanın Allah’a kulluğunu ve cenneti kazanmasını sağlayan sermayesidir.[9]

İslâm okulunda, aklın yüce ve değerli bir yeri vardır. Allâme Tabatabâî, el-Mizantefsirinde şöyle yazmaktadır: Akıl, insan vücudundaki en şerefli güçtür.[10] Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerim’de üç yüzden fazla yerde, insanları bu Allah vergisi güçten istifade etmeye davet etmektedir.[11] Allâme Tabatabâî’ye göre, İslâm dininde akletmenin ve düşünmenin yeri o kadar yücedir ki Yüce Allah, hiçbir âyette kullarını anlamamaya veya körü körüne bir işi yapmaya çağırmamıştır.[12]

Aklın İşlevi ve Faaliyet Alanı:

Aklî ve naklî delillere göre aklın işlevi ve faaliyet alanı, âlemdeki mahlûklar ve varlıklar çerçevesindedir. Şeriat hükümlerini ve Allah’ı tanıması çok sınırlıdır. Yani insan aklı Allah’ın zatını tanımaya ve idrak etmeye kadir değildir. Çünkü bütün mahlûklar, yaratılmış ve oluşturulmuş olmalarından dolayı sınırsız ve sonsuz olamazlar. İnsan aklı da Allah’ın yarattığı bir şey olduğu için sınırlıdır ve sınırsız ve sonsuz olan bir varlığı tanıyamaz.

İnsan aklı, âlemi, ondaki varlıkları ve ona hâkim olan kuralları tanıyabilir ve hüküm verebilir.

Hükümlerin anlaşılması hususunda da ona dayanmaktadırlar. Fıkıh ilminde akıl, Kur’ân ve sünnetin yanında delil olarak kullanılmaktadır. Usul ilminde de aynı şekilde hüsn ve kubh-u aklî (aklın idrak ettiği iyi ve kötü şeyler) bâbında kullanılmaktadır ve akıl, Allah’ın emir ve yasaklarına uymanın gerekliliğine hükmetmektedir.[13]

Elbette İslâm dininde, inançlar ve hükümler alanında da akıl ötesi bazı hükümler ve konular vardır ve akıl bu konuları reddetmemekle birlikte onların aslını (örneğin hükümlerin felsefesi, meadın, kıyametin ince ayrıntıları gibi) konuları anlayamaz.

Allâme Tabatabâî, Fransız Henry Corbin’in “Eğer akıl ile Kur’ân, sünnet ve şeriat arasında ihtilaf olursa ne yaparsınız?” sorusunun cevabında şöyle diyor:

“Kur’ân açıkça aklın görüşünü onayladığı ve tasdik ettiği için hiçbir zaman onların arasında ihtilaf oluşmaz.”[14]

Buna ilave olarak Nehcü’l-Belağa’daki Hz. Ali’nin (a.s) peygamberlerin risaleti hakkındaki sözlerinden, akıl ve Kur’ân’ın çelişmesinin imkânsız olduğu ve bunların uyumlu bir şekilde birbirlerini onayladıkları anlaşılmaktadır. Hz. Ali (a.s) şöyle demiştir:

“Ve akıl, hazinelerini onlar için ortaya çıkarttı.”[15]

Hz. Ali (a.s) bu açıklamasında, peygamberlerin gönderiliş felsefesinin, insanların uyuşmuş akıllarını uyandırmaları olduğunu açıklamıştır.

İnsanın akıl ve fıtratı, bütün hakikat ve gerçeklerin bulunduğu bir depo gibidir. Peygamberlerin söyledikleri her şey akıl ve mantığa uygundur. Usul ve Fıkıh ilminde gereklilik kaidesi vardır: “Aklın hükmettiği her şeye şeriat de hükmeder.”[16] Bunun tersi de doğrudur; yani “Şeriatin hükmettiği her şeye akıl da hükmeder.” Çünkü şeriatin kaynaklarından birisi de akıldır.

Buna göre, peygamberlerin ve şeriatin hükümleri aklın karşısında değildir. Onların söyledikleri her şey aklın derinliklerinde olan ama şeytanın vesveseleri sonucu insanların gaflet ettiği şeylerdir. Peygamberler, insanların akıllarının derinliklerinde olan hazineleri onlara hatırlatmak için gelmişlerdir.

Bu açıklamalardan anlaşılıyor ki şeriat ve akıl birbiriyle uyumlu ve iç içedirler ve şeriatta fıtratla çelişecek bir hüküm yoktur. Bu yüzden, insan bir şeyi kabul etmek için vicdanını ikna edecek delillerin peşine gitmektedir ve bir hakikat delille açıklandığı zaman onu kabul etmektedir. Bütün bu açıklamalar, âlemi ve ondaki varlıkları tanımak, varlık âlemine hâkim olan kanunlar, aklın gücü ve sınırları içerisindeki, aklın değerlendirdiği ve hüküm verdiği şeriat hükümleri ile ilgili konularla ilgiliydi. Ama akıl, Allah’ın zatını ve hakikatini tanıma hususunda sınırlı ve güçsüzdür.

Hz. Ali (a.s) bu hususta şöyle buyurmaktadır:

“Akıllar, Allah’ın sıfatlarını tam olarak kavrayacak güçte değillerdir …”[17]

Allah’ın sıfatları O’nun zatının ta kendisidir ve Allah da sınırsız bir varlıktır. Yani Allah’ın ilmi, kudreti ve hayatı ve bu türden kemal sıfatları da aynı şekilde sınırsız ve zatının ta kendisidirler. Onun sıfatları sınırsız olduğu için, insan aklı onların hakikatine ulaşamaz ve onları idrak edemez. Diğer bir açıklamayla, insan yaratık olduğu ve sınırlı olduğu için, sınırsız olan bir varlığın zatına ulaşamaz. Hz. Ali’nin (a.s) şu sözünün manası da budur:

“İnsanların akıllarına, sıfatlarının gerçeğini vakıf kılmamıştır.”

Elbette bu, Allah’ın insanların kendisini tanımalarına engel olduğu anlamına gelmez. Çünkü Hz. Ali (a.s) hutbenin devamında şöyle buyurmaktadır:

“Aklı, kendisini tanıma hususunda perdelememiştir.”[18]

Yani Allah, insanı kendisini tanımaktan menetmemiştir. Yine İmam Cafer Sâdık (a.s) bu hususta şöyle buyurmaktadır:

“…Akıl sayesinde kullar, kendi yaratıcılarını tanımakta, yaratılmış olduklarını bilmekte, onun rab olduğunu ve kendilerinin de onun tedbiri altında olduklarını ve yaratıcılarının ebedî ve kendilerinin de fani olduklarını anlamaktadırlar.”[19]

İnsan aklı, bu âlemin bir yaratıcısı olduğunu ve o yaratıcının ilim, kudret ve hayat gibi kemal ve celal sıfatlarına sahip olduğunu anlayabilecek ölçüdedir. Aklın tanıma görevi bu ölçüdedir; Allah ona bu gücü vermiş ve menetmemiştir. Ama bundan daha fazlası olan, Allah’ın künhünü, hakikatini ve sıfatlarının gerçeğini tanımakta ise insan aklı aciz ve güçsüzdür.

[1]     Muin, Muhammed, Ferheng-i Muin, (bir ciltlik), Akıl kelimesi.

[2]     Seccadî, Seyyid Cafer, Kelamî ve Felsefî İlimler Sözlüğü, Akıl sözcüğü.

[3]     Kuleynî, Usul-u Kâfi, c. 1, s. 11.

[4]     Kerecî, Ali, Felsefî Terimler ve Onların Birbirleriyle Olan Farklılıkları, s. 171-172.

[5]     Cevad Âmulî, Abdullah, Kur’ân’da Fıtrat, c. 12, s. 29-30 ve 397.

[6]     Şehit Mutahharî, On Konuşma, s. 30-31.

[7]     Cevad Âmulî, Abdullah, Rehig-i Mehtum, c. 1, birinci bölüm, s. 153.

[8]     Şehit Mutahharî, On Konuşma, s. 30-31.

[9]     Kuleynî, Usul-u Kâfi, c. 1, s. 11, 3. Hadis.

[10]    Tabatabâî, Muhammed Hüseyin, el-Mizan, c. 3, s. 57.

[11]    a.g.e, c. 5, s. 255.

[12]    Nefisî, Şadi, 14. Asır Tefsirlerindeki Akılcılık, s. 194-195.

[13]    Meliki İsfahanî, Mücteba, Usul Terimleri Sözlüğü, c. 2, s. 279.

[14]    Kediver, Muhsin, Akıl Defteri, s. 115.

[15]    Nehcü’l-Belağa, Birinci Hutbe.

[16]    Sebzevarî, Seyyid Abdula’la, Tehzibu’l-Usul, c. 1, s. 145; Muzaffer, Muhammed Rıza, Usulu’l-Fıkıh, c. 1, s. 217.

[17]    Nehcü’l-Belağa, 49. hutbe.

[18]    A.e.

[19]    Kuleynî, Usul-u Kâfi, c. 1, s. 33-34.