.
.
Ehlader Araştırma Bölümü
Rahmân ve rahîm Allah’ın adıyla
Allah tarafından insanı hidayet edip onu ebedî mutluluğuna ve kemaline kavuşturmak için gönderilen dinlerin en kâmili ve en kapsamlısı İslam dinidir. İslam dinini kabul etmemizi gerektiren nedenler aşağıdaki kanıtlar ve delillerdir.
1- İslam dininin kapsamlılığı;
2- İslam dininin öğretilerinin akl-ı selim ile uyum içinde olması;
3- İslam dininin dışında kalan dinlerin olgunlaşmamaları;
4- İslam dışındaki dinlerin tarihlerinin bitmesi ve zamanla tahrife uğramaları.
Bunlar, seçilmiş bir din unvanıyla İslam dinini kabul etmemizi sağlayan bazı delillerdir.
* * *
İslam sözcüğü infial babının mastarı olup “s-l-m” kökünden gelme ve sıhhat, afiyet, her çeşit noksanlık, fesat ve ayıptan uzak anlamındadır. İnfial babı ise şu manalara sahiptir: Boyun eğme, itaat etme ve hiçbir şekilde itiraz etmeksizin emir ve yasaklara imtisal etmek.[1]
Kemal ve mutluluğa ulaşmak için ilahi dinler silsilesinde İslam dini, insanları hidayet etmek için Allah tarafından gönderilmiş en kâmil ve en kapsayıcı dindir. İslam dinini kabul etmemizin nedenleri aşağıdaki delil ve argümanlardır:
a) Hak Dinin Bir Tane Olması:
Her zaman hak olan din bir tanedir. Herkes hak olan bu dini, kâmil bir şekilde tanıyıp ona tabi olmak zorundadır. Kur’an-ı Kerim anlayışında sahih ve doğru din İslam dinidir. Onu seçip onun doğrultusunda hayatını tanzim etme zorunluluğu vardır. Kur’an-ı Kerim şöyle buyurmaktadır:
“Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, (bilsin ki o din) ondan kabul edilmeyecek ve o ahirette hüsrana uğrayanlardan olacaktır.”[2]
Üstad Şehit Mutahharî bu noktayı tekit ederek şöyle yazıyor: “…Hak olan din her zaman bir tanedir. Herkes onu takip etmek zorundadır. Son zamanlarda kendilerini aydın olarak nitelendiren bazı kimseler arasında revaç bulmuş olan anlayış ve düşünce -ki şöyle diyor: bütün semavî dinler muteber olma noktasında aynı ve her zaman için geçerli ve haktırlar- yanlış bir düşüncedir. Allah’ın peygamberleri arasında herhangi bir ihtilafın ve anlaşmazlığın olmadığı doğrudur… ama bu söz hak olan dinler birkaç tanedir ve herkes onlardan herhangi birisini seçebilir anlamına gelmemektedir. Tam aksine bu sözün anlamı şudur: İnsan Allah’ın göndermiş olduğu bütün peygamberleri kabul etmeli ve bilmelidir ki, bir önceki peygamber bir sonraki peygamberin ve özellikle onların en faziletlisi olan son peygamberin müjdeleycisiydiler. Sonra gelen her hak peygamber de kendisinden önce gelmiş olan peygamberleri tasdik etmiştir. Bütün peygamberlere iman etmenin gereksinimi, her zamanın insanının kendi dönemindeki peygamberin şeriatine tabi olmasıdır. Dolayısıyla hatemiyet döneminde Allah tarafından son peygamber vasıtasıyla gönderilen en son şeriate ve düsturlara tabi olmak ve onlarla amel etmek bir zorunluluktur. Bu İslam’ın gerekliliğidir; yani Allah’a teslim olmak ve göndermiş olduğu resullerin şeriatlerini kabul etmek gereklidir…
Dinde zorlama olmadığı doğrudur; “La ikrahe fi’d-din.”[3] Ancak bu söz, her zaman Allah’ın dini birkaç tanedir ve istediğimiz herhangi birisini seçme hakkına sahibiz anlamında değildir… Her zamanda tek bir din haktır. Onun dışında kalan bütün dinler batıldır. Her zaman şeriat sahibi bir peygamber Allah tarafından gelmiş ve toplum onun yaptığı kılavuzluklardan yararlanmak, kendi kanun ve ahkâmını -ister ibadetler bağlamında olsun ister ibadetler dışında kalan diğer konular bağlamında olsun- ondan almakla yükümlüdürler. Bu durum peygamberlerin sonuncusu olan Hz. Muhammed’e (s.a.a.) sıra gelinceye kadar devam etmiştir. Bu dönemde Allah’a varmak isteyen herkesin onun (son peygamberin) dininden yardım dilemesi ve ondan kılavuzluk alması gerekir. Bu bağlamda Kur’an-ı Kerim şöyle buyurmaktadır:
“Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, (bilsin ki o din) ondan kabul edilmeyecek ve o ahirette hüsrana uğrayanlardan olacaktır.”[4]
İslam’dan maksat bizim dinimiz değildir, bilakis Allah’a teslim olmak maksattır, denilirse cevap şudur: Doğrudur ki İslam teslim olmaktır ve İslam dini, teslim olma dininin kendisidir. Ancak teslim olmanın hakikati her zaman aynı şekilde idi. Bizim dönemimizde ise onun şekli peygamberlerin sonu olan Hazreti Muhammed’in (s.a.a) mübarek elleriyle zuhur bulmuş olan değerli dinin kendisidir. İslam kelimesi zorunlu olarak buna karşılık gelmektedir. Onun dışında hiçbir dine karşılık gelmemektedir. Başka bir beyanla Allah’a teslim olmanın gereksinimi Allah’ın düsturlarını kabul etmektir. Her zaman Allah’ın son düsturlarına amel edilmesinin gerekliliği çok açık ve nettir. Allah’ın en son düsturları, Onun son peygamberi tarafından getirilen dinin kendisidir.”[5]
b) İslam Dışında Dünyada Var Olan Dinlerin Yetersizliği:
Günümüz dünyasında mevcut olan dinlerin sahip oldukları delil ve argümanlar yetersizdir.
Birinci nokta: Maksadımız (İslam dışında kalan) diğer ilahi dinlerde var olan her şey batıldır ve bu dinlerde hak olan hiçbir söz bulunmamaktadır, demek değildir. Bilakis maksadımız, bu dinlerde bazı kabul edilmesi imkânsız bazı noktalar olduğunu, (dolayısıyla) bu dinlerin dinin kâmil olan çehresini açıklamaktan aciz olduğunu söylemektir.
İkinci nokta: Bu kısa araştırmada günümüz dünyasının en önemli dini olan Yahudiliğin ve Hıristiyanlığın yetersiz olduklarına kısa bir şekilde değineceğiz. Böylece değer ve muteber olma bağlamında bu iki dinden daha düşük olan diğer dinlerin de yetersiz ve değersiz oldukları anlaşılmış olacaktır.
Günümüzdeki Hıristiyan dininin, hakikatin kâmil çehresini açıklamaktan aciz olduğunu ispatlayan deliller şunlardır:
1- Hali hazırda Hıristiyanların elinde bulunan İncil mütevatir ve senedi de kati değildir. Hz. İsa (a.s.) İsrailoğullarından idi. Dili İbranice’ydi ve Beytu’l-Mukaddes’te peygamberlik iddiasında bulundu. O bölgenin insanları da İbranî idi. Az bir topluluk hariç kimse ona iman etmedi. Kendisine iman eden az topluluk hakkında da hiçbir bilgiye sahip değiliz. Ama Yunanca bilen Beytu’l-Mukaddes halkından bir kaçı Anadolu şehirlerine dağıldılar ve insanları Hz. İsa’nın dinine davet ettiler ve Yunan diliyle bazı kitaplar yazdılar. O kitaplara bazı konular yerleştirdiler ve Yunan halkına şöyle dediler: Hz. İsa şöyle dedi ve böyle yaptı. Hz. İsa’yı görüp amel ve davranışlarını müşahede eden ve onun dilini bilip sözlerini işiten kimseler Filistin’de idiler ve Hz. İsa’yı peygamber olarak kabul etmediler. Yunan diliyle yazılanların uydurulmuş olduğunu savundular. Bu kitapları ve kıssaları kabul edenler ise Beytu’l-Mukaddes’i görmemiş ve ondan uzak idiler. Ne Hz. İsa’yı görmüşlerdi, ne de onun dilini biliyorlardı. Bunların İncil’de yazdıkları kıssaların hepsi yalan bile olsaydı onları (yazarları) bu kıssaları yazmaktan alıkoyacak hiç kimse yoktu. Onu duyanların da onları yalanlamak için başvurabilecekleri herhangi bir ölçü ve yol yoktu.
Örneğin İncil’de şöyle yazmaktadır: Hz. Mesih (İsa a.s.) doğduktan sonra doğudan birkaç Mecusî geldi ve Yahudilerin doğan yeni padişahı nerededir, diye sordular ve şöyle devam ettiler: Onun yıldızını doğuda gördük. Onlar (sorulanlar) Hz. Mesih’in yerini kendilerine göstermediler. Onlar ansızın daha önce görmüş oldukları yıldızın gökyüzünde hareket edip İsa’nın (a.s) içinde bulunduğu eve doğru gittiğini ve o evin üzerinde durduğunu görünce Hz. İsa’nın o evde olduğunu anladılar. Uyduruk olduğu kesin olan böylesine bir öykü ve hikayeyi rezil olacaklarından çekinmeden İncil’de yazmışlardır. Beytü’l-Mukaddes halkı için İbranice yazmamışlardı, bilakis batılılar için yazmışlardı. Kesin biliyoruz ki hiçbir yıldız bilimci (astrolog) birisinin yaratılmasıyla bir yıldız çıkacağına ve doğan kişinin üzerinde hareket edeceğine inanmıyor. Mecusîler de buna inanmıyorlar.
Hakeza şöyle diyoruz: Eski Hıristiyanlar Hz. İsa’nın öldürülmesi hususunda ihtilaf içindeydiler. Bazı İncil kitaplarında Hz. İsa’nın kesinlikle öldürülmediği yazıyor. Oysaki bir şehirde herhangi birisi öldürülse çoğunluğun dikkatinden gizli kalamaz. Hele hele öldürülmesi asılarak idam türünden ise kesinlikle gizli kalması imkânsızdır. Ama İncil’i yazan kimseler yabancıdır ve yabancı bir dilde yazmışlardır. Yazarların kendileri de Beytu’l-Mukaddes’te olmadıkları için, Hz. İsa’nın öldürülüp öldürülmediğinden haberdar olamamışlardı. İncil yazarları özgürce, hiçbir şeyden çekinmeden maslahat gördükleri her şeyi yazmışlar. Hz. İsa’dan üç yüz yıl sonra Hıristiyanların âlimleri bir toplantı düzenlediler ve bu toplantıda İncillerde yazılı olan bu tutarsızlıkları gidermek için kendi aralarında istişare ettiler. Yazılmış olan İnciller arasından dört tanesini seçip onlarda yazılmış olan şeylerin doğru, geride kalan sayısı belli olmayan diğer İncillerin batıl olduğunu ilan ettiler. Diğer İncillerde yazılı olan Hz. İsa’nın öldürülmediği meselesi de böylece resmiyetten düşmüş oldu.[6]
2- Hıristiyanlığın yetersizliği hakkındaki ikinci delil, günümüzdeki İncil kitabında yer alan birçok tahrif ve tenakuzlardır. Konuyla ilgili bilgi edinmek için şu kitaplara müracaat ediniz: Allâme Şa’rani, Saadet Yolu,[7] Fazıl Hindî, İzharu’l-Hak, Şehit Haşimi Nejad, Kur’an ve Diğer İlâhî Kitaplar.
3- Hıristiyanlığın yetersizliği hakkındaki üçüncü delil, Hıristiyanların sahip oldukları bazı inançlarının akıl ve mantık kurarlarıyla tezat içinde olmasıdır. Şu inançlar bunun birkaç örneğidir: Allah’a çocuk nispet edilmesi, Allah’ın insan şeklinde mücessem olması, insanların günahlarını kendi üzerine alması, çarmıh meselesindeki meşakkate tahammülünün işlenmiş günahların kefaretine döndürülmesi.
Yuhanna İncilinde şöyle yazmaktadır: “Yüce Allah varlık âlemini çok sevdiği için biricik ve yegâne oğlunu gönderdi ki insanlar ona iman etsinler ve ona iman ederek helak olmaktan kurtulup ebedî hayat kazansınlar. Yüce Allah kendi oğlunu varlık âlemine hükmetsin diye göndermedi. Yüce Allah kendi oğlunu, varlık âlemi onunla kurtuluş bulsun diye gönderdi.”[8]
Yahudilik dini hakkında da aynı üç sorun vardır.
Zira öncelikle onlarda da üç nüsha Tevrat vardır:
1- İbranice yazılmış nüsha; bu nüsha Yahudiler ve Protestan âlimleri tarafından muteber sayılmaktadır.
2- Samiri nüshası; bu nüsha Samirilerce (İsrailoğullarından bir diğer gurup) muteber sayılmaktadır.
3- Yunanca nüsha; Protestanların dışında kalan Hıristiyan âlimleri tarafından muteber sayılmaktadır.
Samirilerin kabul ettikleri nüsha, sadece Hz. Musa’nın (a.s.) beş kitabını ve Yuşa ve kazıların (hâkim) kitabını kapsamaktadır. Ahd-i Atik’in diğer kitaplarını muteber görmüyor. Hz. Âdem ile Hz. Nuh (a.s.) döneminde gerçekleşen tufan arasındaki fasılanın birinci nüshada 1656, ikinci nüshada 1307, üçüncü nüshada 1362 sene olduğu yazılmaktadır. Bu çelişkiye dikkatle her üç nüshanın da doğru olduğu kabul edilemez. Dolayısıyla onlardan birisinin doğru olması gerekiyor, onun da hangisi olduğu belli değildir.[9]
İkinci olarak Tevrat’ta da insan aklının kabul edemeyeceği bazı konular söz konusudur. Örneğin Tevrat’ta Yüce Allah insan suretinde olup yol yürüyor ve türkü söylüyor. Yalancı ve aldatıcı bir kimse olarak tarif ediliyor. Zira (kendilerince Allah) Âdem’e (a.s.) şöyle demişti: İyi ve kötü ağaçtan yersen öleceksin. Oysa Âdem ve Havva o ağacın meyvesinden yediler, ölmemelerini bırakın, onlar iyilik ve kötülüklerle bile tanıştılar.[10] Tevrat’ta; Allah’ın Hz. Yakup ile güreş tuttuğu destanı da zikredilmektedir.[11]
c) İslam Dininin Üstünlüğü:
İslam dinini kabul etmemize neden olan delillerden birisi, İslam dinin üstünlüğüdür. İslam dininin üstünlüğünü birçok açıdan açıklayabiliriz.
1- İslam dininin canlılığı ve kalıcı mucizesi: Bu dinin asıl mucizesi Kur’an’dır. Diğer geçmiş peygamberlerin tersine bu dinin mucizesi olan Kur’an kitap, mantık ve bilgi türündendir. Diğer peygamberlerin mucizeleri ise hissedilen şeyler türündendiler. Bu nedenle sürekli canlıdır ve bağımsız olup özüyle kaimdir. Peygamber’in (s.a.a.) hazırda bulunmasına ve Onun (s.a.a.) hayatına has bir şey değildir. Bu nedenle İslam dininin mucizesi kalıcı ve süreklilik özelliğini taşımaktadır. Bunun yanı sıra Kur’an-ı Kerim, meydan okumak ve insanları mübarezeye davet etmesiyle günbegün canlılığını ve sürekliliğini ilan etmektedir. “
Eğer kulumuza (Muhammed’e) indirdiğimiz (Kur’an) hakkında şüphede iseniz, haydi onun benzeri bir sûre getirin ve eğer doğru söyleyenler iseniz, Allah’tan başka şahitlerinizi çağırın (ve bunu ispat edin.)”[12]
2- İslam’ın semavî kitabının (Kur’an’ın) tahriften korunması: İslam dininde (Kur’an-ı Kerim’de) hiçbir değişiklik ve tahrif gerçekleşmiş değildir. Zira Allah’ın vermiş olduğu “Kur’an’ı ben kendim koruyacağım”[13] sözünün yanı sıra Peygamber’in (s.a.a.) kendisi de şahsen Kur’an’ın korunmasına dakik bir şekilde özen göstermiştir. Bunun için ilk olarak sonradan vahiy kâtipleri olarak bilinen bir kısım sahabeyi tayin etti ve onlardan Kur’an âyetlerini ve sûrelerini yazmalarını istedi. İkinci olarak kendi ashabını Kur’an’ı ezberlemeye davet ve teşvik etti. Bu nedenle sahabelerin birçoğu Peygamber (s.a.a.) daha hayatta iken Kur’an’ın hafızları olarak tanınmışlardı. Üçüncü olarak sahabelerini Kur’an’ı okumaya teşvik ediyordu. Bunu yaparken Kur’an’ın elfazlarını, tecvidini, kelimelerini doğru okumalarını ve Kur’an’ın kavram ve muhtevasını öğrenmekle yetinmemelerini tekit ediyordu.[14] İşte bu etkenler Kur’an’ın tahriften korunmasını sağladılar.
3- İslam’ın üstünlüğünü ispatlayan üçüncü delil, Hz. Resulullah’ın (s.a.a.) hatemiyet meselesine göstermiş olduğu dikkattir: İslam’ın dini metinleri[15] Hz. Resulullah’ın Allahın son peygamberi olduğunu ve ondan sonra her hangi bir peygamberin söz konusu olamayacağı tekitle vurgulamaktadırlar. Tüm beşeri topluluklarda bir müdürün son düsturları ve son bildirileri amellerinin ve yaşamının nasıllığı için ölçü olarak kabul görülmekte ve zorunlu olarak icra edilmeye tabi tutuluyor. Gelende yeni düsturlarla daha önceki düsturlar kendiliğinden devreden çıkıp ilga olunuyor.
Diğer dinlerin dini metinlerde, peygamberlerinin Allahın son peygamberi olduğu zikir edilmemiştir. Bilakis kendi muhataplarını dolaylı veya dolaysız bir şekilde Hz. Resulullah’ın (s.a.a.) çıkacağını müjdelemişler.[16] Yani bu dini metinler bir anlamda kendilerin getirmiş oldukları şeriatın geçici olduğunu yine kendileri açıklamışlardır.
4- İslam’ın Kapsamlılığı: İslam’ın üstünlüğü bağlamında dikkate alınması gereken diğer nokta İslam dininin kapsamlılığıdır. İslam dininin öğretileri insanın bütün boyutlarını; bireysel ve toplumsal, ruhsal ve psikolojik, maddî ve manevî yaşamını kapsar. Bütün bu boyutlarla ilgili söz söylemiştir. İslam dininin kapsamlılığını ve bu bağlamda İslami kavramların üstünlüğünün anlaşılması için karşılaştırmalı bir çalışma yapılması gerekmektedir. Bu çalışmada İslam dininin dinî metinlerinin muhtevasıyla diğer dinlerin dinî metinlerinin muhtevası karşılaştırılmalıdır. Bu karşılaştırmada İslam dininin inançlar, tevhit ve Allah’ın sıfatları, bireyin ahlâkı, toplumun ahlâkı, hukuk, iktisat, siyaset, hükümet gibi konularda diğer dinlerden ne kadar farklı ve ne kadar üstün olduğunu göreceksiniz.
5- Muteber bir tarihe sahip olması: İslam’ın üstünlüğünü ispatlayan noktalardan bir diğeri, günümüz dünyasında varolan dinler arasında canlı ve muteber bir tarihe sahip olan dinin İslam dini olmasıdır. Tarihçiler Hz. Resulullah’ın (s.a.a.) çocukluk dönemini bile en ince ayrıntılarıyla yazmışlardır. Oysa diğer dinler muteber ve geçerli tarihi belgelere sahip değillerdir. Bu nedenle bazı batılı düşünürler Hz. İsa’nın (a.s.) varlığına dair şüphe duymuşlardır. Eğer Müslümanların kitabı olan Kur’an-ı Kerim, Hz. İsa ve diğer peygamberlerin ismini zikretmemiş olsaydı, Yahudilik, Hıristiyanlık ve peygamberleri, beşeri topluluklarda bu denli resmiyet kazanamaz ve bu denli revaç bulamazlardı kanısındayız.[17] [18]
- - - - - - - - - - - -
[1] en-Nuketu ve’l-Uyun (Tefsir-i Maverdî), c. 1, s. 379-380.
[2] Âl-i İmran, 85.
[3] Bakara, 256.
[4] Âl-i İmran, 85.
[5] Mecmua-i Âsar, c. 1, s. 277.
[6] Şa’rani, Ebu’l-Hasan, Rah-ı Saadet, s. 187-188; 197-221.
[7] A.g.e.
[8] Yuhanna İncili, 3: 16-17
[9] Rah-ı Saadet, s. 206-207
[10] Tevrat, Sefer-i Peydayeş, 2 ve 3. Bâb.
[11] A.g.e., 21. bâb, 24. âyet.
[12] Bakara, 23.
[13] Hicr, 9.
[14] Rah-ı Saadet, s. 22, 24, 25, 215.
[15] Ahzap, 40; Sahih-i Buharî, c. 4, s. 250.
[16] Rah-ı Saadet, s. 226-241; Yuhanna İncili, 21: 41.
[17] Mecmua-i Asar, c. 16, s. 44.
[18] Başka bir sorudan alıntı yapılmıştır.