.
.
Ehlader Araştırma Bölümü
Kur’an-ı Kerim: Allah’ın İnsanlık İçindeki Asli Vahyi
Müslümanların semavi kitabı Kur’an-ı Kerim, Hz. Muhammed’in (s.a.a) baştan sona tertemiz ve doğruluk içinde geçmiş ömrünün kırkıncı yılında, 609 senesinin 27 Recep gününde Alak suresinin ilk ayetlerinin[1] inmesiyle tebliğ edildi. Ondan sonra da cahiliye çağındaki eleştiricilerin itirazına rağmen (Furkan 32) ilahi hikmet gereğince ve bireysel, toplumsal yaşamın hayat bahşeden kaynağı Kur’an’ı idrak etmeye ve almaya insanları tedricen hazırlamak için yaklaşık 32 yıl süresince inmeye devam etti. Kur’an-ı Kerim hakkında nüzul veya indirmek ya da başka bir kelime kullanılmasının maksadı, kökeni ilahi ilim olan ve levh-i mahfuz, ümmül-kitap, kitab-ı mübin vs. gibi değişik ifadelerle zikredilen Allah’ın hidayet mesajının fiilen zuhur etmiş ve Peygamber’e (s.a.a) tebliğ ve vahy edilmiş olmasıdır. Bu yüzden nüzul kelimesi, ilahi mesajın Peygamber (s.a.a) için zuhuru ve tecellisi anlamından başka bir şey değildir.
...فَتَجَلّي لَهُم سُبْحانَهُ في كِتابِهِ مِنْ غَيْرِ اِنْ يَكُونُوا رَأوهُ
“Allah Subhanehu, onlara kitabında, onlar kendisini görmeden tecelli etti.”[2]
Kur’an-ı Kerim, Hazret-i Muhammed’e (s.a.a) nazil olan vahyin anlam ve içeriğine ek olarak lafızları ve cümle kuruluşu yapısıyla da Allah katından, yani vahyin kaynağından tayin edilmiş olduğunu açıklıkla ortaya koymaktadır.
الر كِتَابٌ أُحْكِمَتْ ءَايَاتُهُ ثُمَّ فُصِّلَتْ مِنْ لَدُنْ حَكِيمٍ خَبِير
“Elif, Lâm, Râ. Bu öyle bir kitaptır ki âyetleri en kesin delillerle desteklenmiş, sonra da güzelce açıklanmış, tam hüküm ve hikmet sahibi, her şeyden haberdar olan (hakîm ve habîr) tarafından gönderilmiştir. “[3]
...وَلَقَدْ جِئْنَاهُمْ بِكِتَابٍ فَصَّلْنَاهُ عَلَى
“Andolsun biz onlara, bilerek açıkladığımız bir kitabı, inanan bir toplum için bir yol gösterici ve rahmet olarak getirdik.”[4]
.إِنَّا جَعَلْنَاهُ قُرْآناً عَرَبِيّاً لَّعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ وَإِنَّهُ فِي أُمِّ الْكِتَابِ لَدَيْنَا لَعَلِيٌّ حَكِيمٌ
“Apaçık Kitab’a andolsun ki, iyice anlayasınız diye biz, onu Arapça bir Kur’an yaptık. “[5]
Bunun gibi, bazı yerlerde, Kur’an’ın değiştirilmesini ve başka bir şey yapılmasını isteyen vahye muhalif olanlara Peygamber’in (s.a.a) dilinden cevap verilirken, bu metnin okunmasının ve vahyi bilmenin Peygamber’in gücü ve yetkisi dahilinde olmadığı, bilakis bütün bunların Allah’ın vahyine bağlı şeyler oldukları ve kimsenin onu değiştirmeye cüret edemeyeceği karşılığı verilmiştir. (Yunus 15-16).
Allah, müşriklere hitap edilen başka bir yerde de, Peygamber eğer ona yakışıksız şeyler ve yalanlar katıştırırsa Allah’ın onun varlığına ve hayatına son vereceğini, hiçkimsenin de onu savunmaya güç yetiremeyeceğini ikaz etmektedir. (Hakka 43-47).
Bu sebeple bütün İslam fırkaları, Kur’an’ın lafız, terkip ve cümlelerinin seçimi ve yapısının ilahi vahiy olduğu ve Peygamber’in (s.a.a) bunda hiçbir rolü bulunmadığı görüşünde ittifak halindedir.
وَقُرْآناً فَرَقْنَاهُ لِتَقْرَأَهُ عَلَى النَّاسِ عَلَى مُكْثٍ وَنَزَّلْنَاهُ تَنزِيلاً
“Ve Kur’ân’ı. Onu insanlara sindire sindire okuyasın diye ayırdık ve onu yavaş yavaş indirdik.”[6]
Diğer bir ifadeyle, Kur’an’ın Kur’an olması ve Kur’an metnindeki mucize, ilahi mesajların kendine özgü lafızlar ve özellikli cümle yapıları ve kompozisyonlar formunda kimsenin dengini yapamayacağı eşsiz ihtişamını meydana getirmiş olmasındadır.
Mütevatir ve kesin delillere göre, Müslüman bireylerin Kur’an ayetlerini korumak ve taşımak için gösterdiği yüksek ihtimama ilaveten Peygamber-i Ekrem (s.a.a) okuma yazma bilen çok sayıda takipçisini Allah’tan nazil olan ayetleri yazmaya memur etmişti.
İslam bilginlerinin ve oryantalistlerin tarih araştırmalarına göre vahiy kâtipleri ve yazarları kırk kişiden fazlaydı ve başlarında da Ali b. Ebi Talib (a.s), Ubeyy b. Ka’b ve Zeyd b. Sabit vardı.[7]
Vahiy kâtipleri Kur’an ayetlerini büyük bir dikkatle hayvan derisi, özel kumaşlar, temizlenmiş odun parçaları, yüzeyi düzgün taşlar, hurma yaprağı vs. gibi şeyler üzerine yazıyorlardı. Allah Rasulü’nün (s.a.a) emriyle, her türlü hatayı önlemek için bu yazdıklarını kendisine okuyor ve yazılan kısımların bir nüshası da İslam Peygamberi’nin evinde muhafaza ediliyordu. Aynı zamanda bu kâtiplerin her biri de kendisi için bir mushaf oluşturuyordu. Peygamber-i Ekrem (s.a.a) rıhleti esasında, vahyin işaretiyle seçilmiş halefi olan Ali’ye (a.s) şöyle buyurdu:
يا علي، القرآن خلف فراشي في المصحف والقراطيس، فخذوه واجمعوه ولاتضيعوه
“Ey Ali! Kur’an yatağımın arkasında, sayfalarda, kumaşlarda, kâğıtlarda (yazılmış halde). Onu alın, toplayın ve ziyan etmeyin.”[8]
Fırkaların ortak rivayetine göre, Kur’an’ın nüzul zamanları ve yorumu konusunda insanların en bilgilisi olan Emirulmü’minin Ali (a.s) Allah Rasulü’nün (s.a.a) vefatından sonra Kur’an-ı Kerim’i tevil ve tefsiriyle birlikte bir tek mushaf halinde insanlara sundu.[9] Tabii ki Ali’nin (a.s) mushafı hilafet sisteminde pek rağbet görmedi, ama ortada zaruret bulunduğundan hilafet sistemi de mushafı tek yerde toplama işine girişti. Kur’an-ı Kerim Müslümanların karar almada temel merci sayılıyordu ve Peygamber (s.a.a) de bu talimatı vermişti, ama bir yandan da Allah Rasulü’nün (s.a.a) hayatının son demlerine kadar hâlâ Kur’an’ın nüzul penceresi açık olduğu ve vahyin inmesi beklendiğinden doğal olarak bir kitap gibi son bulmuş telakki edilemezdi. Bu nedenle bu çalışma Allah Rasulü’nün (s.a.a) rıhletinden sonra gerçekleştirildi. Bu sebeple, ortaya çıkan şartlarda birinci halife, sahabe içinden kâtip, hafız ve kârilerinden oluşan bir topluluğun Zeyd b. Sabit’in gözetiminde Kur’an ayetlerini ve surelerini, Allah Rasulü’nün evinde ve kâtiplerin elinde cüzler halinde bulunan çeşitli araçlar üzerinden tek nüsha halinde yazmaları emrini verdi. Bu nüsha hazırlandı, iki kapak arasında ciltlendi ve tamamlanmış bir kitap suretinde Müslümanlar arasında resmiyet kazandı.[10]
Kur’an’ın nüzulü çağında Arapça yazısının nokta ve noktalama işaretleri bulunmuyordu ve İslam âlemi, Müslümanlar da metne bu ilaveyi yapmaya koyulmuşlardı. Ayrıca çeşitli ağızlar ve lehçelerin müdahalesi de sorun yaratıyordu. Bunun üzerine okuma farklılıklarını ortadan kaldırmak ve ayetlerin anlamlarının değişmesini önlemek için üçüncü halife sahabenin büyükleriyle yaptığı istişareyle ve onların muvafakatını alarak resmi bir nüsha (imam) oluşturmayı bu güçlüğü aşmanın yolu olarak gördü. Bu amaçla Zeyd b. Sabit, Said b. Âs, Abdullah b. Zübeyir ve Abdurrahman b. Haris’in katılımıyla bir komite oluşturuldu. Daha sonra Ubeyy b. Ka’b, Malik b. Ebir Âmir, Kesir b. Eflec, Enes b. Malik ve Abdullah b. Abbas bu komiteye ilave edildiler. Bu topluluk Ubeyy b. Ka’b’ın başkanlığında, Zeyd b. Sabit’in yazdığı önceki nüshadan örnek nüshalar çoğalttı ve kârilerin eşliğinde büyük şehirlere gönderdi. Ondan sonra da bütün Müslüman fırkalar aynı şey üzerinde ittifak ettiler: Kur’an Peygamber’e (s.a.a) eksiksiz ve noksansız nazil olmuş, her türlü tasarruf ve el değmesinden korunmuş, Allah’ın insanlar üzerindeki hücceti ve Muhammed’in (s.a.a) ölümsüz mucizesi olarak sapasağlam kalmıştır. Bu metin tüm beşeriyeti hidayete çağırarak hiçkimsede onun benzerini ortaya koyacak güç ve cüret bulunmadığını ilan etmiştir.
قُل لَّئِنِ اجْتَمَعَتِ الإِنسُ وَالْجِنُّ عَلَى أَن يَأْتُواْ بِمِثْلِ هَـذَا الْقُرْآنِ لاَ يَأْتُونَ بِمِثْلِهِ وَلَوْ كَانَ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ ظَهِيراً
“De ki: İnsanlar ve cinler Kur’an’ın benzerini getirmek için biraraya gelseler onun benzerini getiremezler; velev ki birbirlerine destek olsalar da.”[11]
- - - - - - - - - - - - -
[1] Alak 1-5. (Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı alaktan yarattı. Oku! Rabbin, en büyük kerem sahibidir. O Rab ki kalemle yazmayı öğretti. İnsana bilmedikleri şeyi öğretti.)
[2] Nehcu’l-Belağa, hutbe 147.
[3] Hud 1.
[4] Araf 52.
[5] Zuhruf 3-4.
[6] İsra 106.
[7] Ramyar Mahmud, Tarih-i Kur’an, s. 161-162.
[8] Meclisi, Muhammedbakır, Biharu’l-Envar, c. 92, s. 48.
[9] İbn Nedim, Muhammed b. İshak, el-Fihrist, s. 30.
[10] Bkz: Bedruddin Zerkeşi, el-Burhan fi Ulumi’l-Kur’an, Mer’aşi ve meslektaşlarının tahkiki, c. 1, bölüm 13; Suyuti, Celaleddin, el-Itkan fi Ulumi’l-Kur’an, c. 1, bölüm 14, s. 202; Zerkani, Menahilu’l-İrfan, c. 1, sekizinci bahis; Saidirûşen, Muhammedbâkır, Ulum-i Kur’an, ikinci kısım, ikinci bölüm ve üçüncü kısım, birinci ve ikinci bölümler ve dördüncü kısım.
[11] İsra 88.