Kur'an | Ehlibeyt

Kur’an’ın Muhtevası

“Şüphesiz ben Allah’ım, benden başka hiçbir ilâh yoktur. Onun için bana kulluk et ve beni anmak için namaz kıl.”

.
.

Ehlader Araştırma Bölümü

Diğer dinlerin dinî metinlerindeki yıkıcı tutarsızlıkların aksine Kur’an-ı Kerim’in metni ve öğretilerinin muhtevası, herşeyden haberdar bir varlığa özgü nitelikleri taşımaktadır ve onun sapasağlam ve hak olduğunun işaretidir.

a) Kur’an açısından kâinatın Rabbi, âlemin başlangıcı konusunda öne sürülmüş derin beşeri düşüncelerin tümüyle karşılaştırıldığında hepsinden dikkat çekici biçimde farklıdır. Kur’an’ın Tanrısı, maddi ve mümkün mevcudatın noksanlık ve özelliklerinden arınmış, varlığın bütün kemalâtına sahip bir tek zâttır:

 وَلِلّٰهِ الْأَسْمَاءُ الْحُسْنَى 

“En güzel isimler Allah’ındır.”[1]

O, beşer hayalinin çok üstünde varlığa yakındır ve kayyum kuşatıcılığına sahiptir. Allah, bütün varlığın hem yaratıcısı, hem de işlerini çekip çevirendir.[2] Varlık âlemi, her an tecelli edebilme gücünü ondan alır:

 يَسْئلُهُ مَنْ فِى السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ كُلَّ يَوْمٍ هُوَ فی شَاْنٍ 

“Göklerde ve yerde bulunanlar, O’ndan isterler. O, her gün yeni bir iştedir.”[3]

İlahi fiiler feyz, rahmet, hak ve hikmetli hedefler temelinde suret kazanır:

 مَا خَلَقَ اللّٰهُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ وَمَا بَيْنَهُمَا إِلَّا بِالْحَقِّ 

“Allah göklerde, yerde ve bu ikisi arasında bulunan her şeyi ancak hak ile yaratmıştır.”[4]

 وَمَا كَانَ عَطَاء رَبِّكَ مَحْظُوراً 

“Rabbinin ihsanı kısıtlanmış değildir.”[5]

Kur’an’daki tevhid; birbirinden ayrılamaz yaratıcılık, rablik ve ilahlığın tevhididir. Yani tüm mümkün varlıkların yaratıcısının Allah’ın yegâne zâtı olduğu şeklinde. Kâinat da Allah’tandır ve başka hiçbir varlığın bağımsız olarak kendine ait herhangi bir rolü yoktur. Sonuç itibariyle ibadet ve övgü de sadece o yegâne zâta yakışır ve varlığın tüm kemalâtının kaynağı odur.

Kur’an, Allah’ı tanıma yollarını gösterirken “âfâki” ve “enfüsi” ayetlerin, aklın derinleştirilmesi ve iç dünyanın arındırılmasının bütün yollarını muhataplarının önüne serer:

 سَنُرِيهِمْ آيَاتِنَا فِي الْآفَاقِ وَفِي أَنفُسِهِمْ حَتَّى يَتَبَيَّنَ لَهُمْ أَنَّهُ الْحَقُّ 

“Varlığımızın delillerini, (kâinattaki uçsuz bucaksız) ufuklarda ve kendi nefislerinde onlara göstereceğiz ki, o Kur’an’ın gerçek olduğu onlara iyice belli olsun.”[6]

Kur’an tevhidi akla uygun ve fıtratla ahenkli kabul ederek, şirki taklit, tahayyül ve zannın doğurduğunu belirtmektedir:

 أَفِي اللّٰهِ شَكٌّ فَاطِرِ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ 

“Gökleri ve yeri yaratan, Allah hakkında da şüphe mi var?”[7]

“Gökleri görünen bir sütun olmaksızın yarattı, ızdırap ve sarsıntıyı önlemek için de yeryüzüne dağları döşedi ve üzerinde her tür canlıyı yaydı. Gökten su indirdik ve onun vesilesiyle bitkilerin çiftlerinden envai çeşit yetiştirdik. İşte bu Allah’ın yaratmasıdır. Öyleyse bana gösterin, onun dışındakiler ne yaratmışlardır? Bilakis zalimler aşikâr bir sapkınlık içindedir.”[8]

b) Kur’an’daki antropoloji, hayatın yorumu ve insanın kaderi de bu bakışın ihtişamını anlatmaktadır. Kur’an’ın, insanın bedeni, ruhu ve aklına dair çeşitli alanlara bakışı; insanın çıkışı, sonu ve hareket mecrasına bakışı; nereden geldiği, neden geldiği, nerede bulunduğu, nereye gittiği, hangi idealleri aradığı, nelere ilgi duyduğu, nasıl olması gerektiği, ne yapması lazım geldiği, hayatının sonunun ne olacağı gibi mevzuları, her biri okunmaya ve dinlenmeye değerdir:

“And olsun biz insanı, çamurdan, bir sülâleden yarattık. Sonra onu emin ve sağlam bir karargahta nutfe haline getirdik. Sonra nutfeyi bir embriyo yarattık, derken o alakayı bir çiğnem et parçası halinde yarattık, derken o mudgayı bir takım kemik yarattık, derken o kemiklere bir et giydirdik, sonra onu diğer bir yaratık olarak teşekkül ettirdik. Yapıp yaratanların en güzeli olan Allah, pek yücedir. Sonra siz bunun ardından, muhakkak ki öleceksiniz. Sonra da siz, şüphesiz, kıyamet gününde tekrar diriltileceksiniz.”[9]

İnsan, Kur’an’ın yorumuna göre beden ve canın karışımıdır. Ölümse yalnızca bir hayat şeklinin sonu ve uçsuz bucaksız bir âleme, ebedi yaşama açılan penceredir:

 وَإِنَّ الدَّارَ الْآخِرَةَ لَهِيَ الْحَيَوَانُ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ 

“Ahiret yurduna gelince, işte asıl hayat odur. Keşke bilmiş olsalardı.”[10]

Kur’an’ın insanı, Yahudi-Hıristiyan tahrif olmuş dinî metinlerin resmetmesine rağmen özü itibariyle kirlilik içinde değildir. Bilakis melek ve melekût ve Allah’ı arayan fıtratı ile iki boyuta sahiptir. Toprak, bitki ve hayvan tabiatı taşımasına ilaveten “idrak ve şuur” ve “tercih” gücü de vardır. Onu varlığın bulüğa ermiş evladı, yeryüzünde halife, emanet sahibi, Allah’ın sıfatlarının tezahürü ve kendi kaderini yazan varlık olarak tarif eden özelliklerdir bunlar:

 إِنَّا هَدَيْنَاهُ السَّبِيلَ إِمَّا شَاكِراً وَإِمَّا كَفُوراً 

“Kuşkusuz biz ona yolu gösterdik; ister şükredici olsun, ister nankör.”[11]

Bu bakış açısına göre her insan, hem ilahi ve müteal olanın kaynağı, hem de doğal temayüllerin beşiğidir; artık hangi yöne adım atacağı ona bağlıdır:

 وَنَفْسٍ وَمَا سَوَّاهَا فَأَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوَاهَا 

“Nefse ve onu biçimlendirene. Sonra da ona kötülük ve takva kabiliyetini verene yemin olsun ki.”[12]

Kur’an-ı Kerim’in penceresinden evrenin ve insanın yaratılışı hikmetli ve hedeflidir. Varlık âlemi etki ve tepkinin alanıdır. Öteki dünyaya ek olarak herkes bu âlemde de çabasının karşılığını, tercih ettiği davranış ve eğilimlerinin iyi ve kötü sonuçlarını alacaktır:

 وَأَن لَّيْسَ لِلْإِنسَانِ إِلَّا مَا سَعَى 

“Doğrusu insana çalışmasından başka bir şey yoktur.”[13]

 وَلَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ أُخْرَى 

“Kendi yükünü taşıyan hiç kimse, bir başkasının yükünü taşımaz.”[14]

 إِنْ أَحْسَنتُمْ أَحْسَنتُمْ لِأَنفُسِكُمْ وَإِنْ أَسَأْتُمْ 

“Eğer iyilik ederseniz, kendinize iyilik etmiş olursunuz ve eğer kötülük ederseniz yine kendinizedir.”[15]

Böyle olunca da ne cennet ve cehennemin alışverişine fırsat kalacak, ne de başkalarının günahını yüklenmenin zemini bulunabilecektir:

 كُلُّ نَفْسٍ بِمَا كَسَبَتْ رَهِينَةٌ 

“Her nefis kendi kazancına bağlıdır.”[16]

c) Kur’an’ın bakışına göre biset ve peygamberlik, insanı talep edilen kemale doğru yönlendirmek için ilahi risalettir. İlahi peygamberler, beşeriyetin kurtuluşunu sağlayacak mesajı getirenler ve insani varoluşun yücelmesine zemin hazırlayanlardır. Nübüvvet, en layık yeteneklere ve beşeri kapasitelere yerleştirilmiş ilahi bir hediyedir.

Allah’ın mesajını almada, onu koruma ve insanlara tebliğ etmede hatasızlık; aynı şekilde şahsi vazifesini yerine getirirken de hatasız olma durumu aklın hükmüne ve Kur’an’ın izahına göre nübüvvetin en temel şartlarındandır.

Kur’an’ın, Allah’ın seçilmiş peygamberlerinin ilim ve amel seyrine dair tasviri, onların en iyi, en temiz ve en doğru sözlü insanlar olduklarıdır (En’am 85-86), onların davet ve davranışı tevhid inancının simgesi ve ilahi sıfatların tecellisidir:

 وَمَا أَرْسَلْنَا مِن قَبْلِكَ مِن رَّسُولٍ إِلَّا نُوحِي إِلَيْهِ أَنَّهُ لَا إِلَهَ إِلَّا أَنَا فَاعْبُدُونِ 

“Senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki, ona şöyle vahyetmiş olmayalım: Gerçek şu ki benden başka ilâh yoktur. Onun için bana ibadet edin.”[17]

Onlar akılcı kemal, fıtri selamet, sadakat, emanet ve temizlikle kendi türü için en çok acı çeken bireyler, insanların dünya ve ahiret hayatını ıslah yolunda çaba göstermenin ve bilginin dosdoğru numuneleri olmuşlar, asla hak söz dışında konuşmamış ve asla güzel amel dışında hareket etmemişlerdir (Araf 105, Enbiya 72-73):

“Andolsun size içinizden öyle bir peygamber geldi ki, gayet izzetli ve şereflidir. Sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir, üstünüze titrer, müminlere gayet merhametli ve şefkatlidir.”[18]

d) Kur’an-ı Kerim’deki teşrii vahiy, çeşitli lugat kullanımları bir yana bırakılırsa, Allah’ın seçilmiş peygamberlerle özel ilişkisini gösteren ve insanları hidayete iletecek mesajın büyük peygamberlere gönderilmesini ifade eden hususi bir kavramdır:

 كَذَلِكَ يُوحِي إِلَيْكَ وَإِلَى الَّذِينَ مِن قَبْلِكَ اللّٰهُ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ 

“Çok güçlü hüküm ve hikmet sahibi olan Allah sana da senden öncekilere de böylece vahyeder.”[19]

Vahye dayalı bilgi deneysel, akılcı ve irfani bilgiden başka bir şeydir ve sadece bu tür bir mesajı gayp âleminden alma yetkisine ve gücüne sahip bazı seçilmiş insanlara verilmiştir.

Diğer bir ifadeyle, vahiy Kur’an-ı Kerim’de her ne kadar Allah’ın geniş evrendeki kapsamlı rububiyetinin tercümanı olsa da mevcudatın her bir varlığının düzeyinde gerçekleşir:

 رَبُّنَا الَّذِي أَعْطَى كُلَّ شَيْءٍ خَلْقَهُ ثُمَّ هَدَى 

“Bizim Rabbimiz her şeye şeklini veren, sonra da yolunu gösterendir.”[20]

Nebevi vahiy, insanların kendine has kaderi ve hidayetine dair, peygamberlerin dolaşıma soktukları Allah’ın teşrii rububiyetini anlatır. Onlar, gaybi irtibat yoluyla ve vahiy bilgisini alarak Allah’ın teşrii rububiyetinin icrasına aracı olmaktadırlar. Nitekim gaybi irtibatlarının hâsılası, işte bu ilahi din ve semavi kitaptır.

Teşrii vahiy, yalnızca ilahi peygamberler için görünen, hakikatin görerek müşahede edilmesi ışığında hiçbir tereddüt ve vesveseyi yansıtmayan ve masumiyetin de temel dayanaklarından olan kendine özgü bir gözlemdir:

“O bütün gaybı bilir. Fakat gaybını hiç kimseye açmaz. Ancak seçtiği elçiye açar. Çünkü onun önünden ve ardından gözetleyiciler salar. Rablerine elçiliklerini yerine getirip getirmediklerini bilsin diye. Allah onlarda bulunan her şeyi kuşatmış ve her şeyi bir bir saymıştır.”[21]

Teşrii hakikatle doğrudan bağlantımız yoksa da ve onu kendimizde tecrübe etmiyorsak bile izleri ve alametleri onun varlığını ifade eden delildir. Kur’an vahyi, kendi “mucize”siyle ilahi olma sırrını açıklayan ve delillendiren tek vahiydir.

Aklın hükmüne göre teşrii vahyin zaruri olduğuna ilişkin felsefe, insanın yaratılış felsefesinin aynısıdır. Allah, varoluşun niteliğine, yani normal beşeri malumatın ölçütüne -his, akıl, gözlem- dikkat çekerek vahiy yolunu, beşeri varlığı yüceltebilmek için bilgisini tamamlamak amacıyla insanların arasında varetti. Bu maksatla Allah, tüm yaratılmışlar üzerinde ve âlemi çekip çevirme işinin vasıtalarında sahip olduğu kudret, ilim ve herşeyi ihata etme gücüyle, teşrii vahyi ve insanın hidayetini, kemal ve mutluluğunun gerektirdiği biçimde eksiksiz ve noksansız olarak, tüm insanlardan oluşan nihai muhatabına ve onun maksadına ulaştırmaktadır. Bu sebeple “denenebilme” ve “tabir yaratma” görüşünün imkânı peygamberler tarafından ortadan kaldırılmıştır. Buna ilaveten, belirtildiği gibi, Kur’an vahyinde anlama ek olarak anlamı ifade etmek üzere kelimelerin ve cümlelerin seçimi ve belirlenmesi de müteal Allah’ın fiilidir ve Peygamber (s.a.a) aldığı şeyi aynen halka tebliğ etmiştir. Hatta Peygamber’in (s.a.a) şahsına yönelik “de ki, oku, seslen, tebliğ et, yüz çevir” ve benzeri emirler ve ifadeler bile.

e) İslami görüş ve Kur’an’ın öğretilerine göre mucize, her olağanüstü iş, sihir ve büyü değil, bilakis ilahi peygamberlerin tabiatta yürürlükte ve sıradan yasalara rağmen ilahi risaleti ispatlamak için Allah izniyle meydana gelen şaşırtıcı şeydir. Bu, sıradan insanların benzerini yapmaya güç yetiremeyecekleri işlerdir.

Hedefler, işin alanı ve şok edicilik bakımından peygamberlerin yaptığı işler, tabiat ötesine ve Allah’ın uçsuz bucaksız gücüne dayanılması, bunu gerçekleştirenlerin yaşantısı ve davranış tarzı, kullanım araçları ve vesileler, diğer harikulade işlerden oldukça farklıdır.[22]

Değinildiği gibi, mucize, karineler ve alametlerin yanında peygamberlerin davetinin muhtevası, önceki peygamberlerin müjdesi, nübüvveti ispatlayan yollardan biri ve nübüvvet iddiasının hak olduğunun işaretlerindendir:

 لَقَدْ أَرْسَلْنَا رُسُلَنَا بِالْبَيِّنَاتِ 

“Andolsun biz peygamberlerimizi açık delillerle gönderdik.”[23]

İslami öğretilerde mucize asla Allah’ın varlığını ispatlama amacıyla kullanılmamıştır. Aksine, mucizelerin kullanım alanı Allah’ın varlığı, Allah’ın kemal sıfatları, nübüvvetin Allah tarafından oluşunun aklen zorunluluğu gibi asli varsayımlardan sonra birkaç kere insanların hidayeti amacıyla olmuştur. Peygamberlerin mucizevi fiilinin mahiyetindeki farklılıklar ve meydana gelme niteliği (eğitim, riyazet ve aşamalı olmaksızın) gözönünde bulundurulduğu, nübüvvet iddiasındakilerin hedefleri (insanların manevi yücelişi) incelendiği, öğretilerinin içeriğinin akıl ve fıtratla, olumlu davranış tarzı ve maksatlara ulaşmada kullanılan araçlarla tutarlılığı üzerinde düşünüldüğünde mucize iddiasındaki risalet hakkında tereddüde düşmenin zemini kalmayacaktır. Bu sebeple mucize sergilemeleri, hüccetin tamamlanması ve peygamberliklerinin ispatı için Allah’a has desteğin göstergesidir.[24]

İslam peygamberinin mucizesinin, diğer peygamberler ve elçilerin mucizeleriyle arasındaki farklılıkta önem taşıyan nokta, Musa’nın (a) asası, ölülerin İsa (a) tarafından diriltilmesi gibi diğer alametler ve mucizelerin, bu büyük peygamberlerin orada hazır bulunmasına bağlı dokunulabilir mucizeler kategorisine ait olması ve şok edici etkisidir. Bunların arasında sadece Hz. Muhammed’in (s.a.a) mucizesi vahiy kategorisindendir ve insanlık varoldukça ayakta durarak son peygamberin hak olduğuna işaret edecektir. Kur’an-ı Mecid olan bu mucize, daima insanları derinlemesine düşünmeye çağırarak eğer bu ilahi kitabın Allah’a aidiyetinden tereddüt varsa herkesin elbirliği edip ve bütün güçlerini birleştirip bir benzerini yapmaya koyulması için meydan okumaktadır. Eğer yapılamazsa ki yapılamaz, onun insan düşüncesinin ürünü olamayacağından, bilakis evrenin Yaratıcısının eseri olduğundan ve Allah’ın sınırsız ilminden doğduğundan emin olunmalıdır.[25] (Tur 33-34, Hud 13-14, Bakara 23-24, Kasas 49-50).

f) Akletme ve aklını kullanma, anlayış gösterme, hakikati hakikat olmayandan ayırmak için tahlil ve çözümleme yapma Kur’an’ın bütün insanlara yönelik temel davetidir:

 كِتَابٌ أَنزَلْنَاهُ إِلَيْكَ مُبَارَكٌ لِّيَدَّبَّرُوا آيَاتِهِ وَلِيَتَذَكَّرَ أُوْلُوا الْأَلْبَابِ 

“Bu, sana indirdiğimiz mübarek bir kitaptır ki, insanlar onun âyetlerini düşünsünler ve temiz akıl sahipleri ibret alsınlar.”[26]

Allame Tabatabai’nin ifadesiyle[27], akletme[28], fikretme[29], düşünme[30], şuur ve aklı kullanma üçyüzden fazla ayette Kur’an-ı Kerim’in hatırlattığı bir şeydir ve insanları tekvinî ve teşrii ayetler üzerinde akletmeye çağırmakta, Allah’ın enfüsi ve âfâki alametleri üzerinde düşünmeyi ve övgüde bulunmayı talep etmektedir. Esas itibariyle İslam, insanları salt ibadete ve delil olmaksızın dinî inançları kabul etmeye davet etmek yerine sürekli aklı kullanmaya ve derinlemesine düşünmeye çağırmaktadır.

Kur’an, insanın diğer varlıklardan ayrılmasının sınırını ve gerçek mutluluğunun kökenini varlığına emanet edilmiş akıl gücünden yararlanma olarak tarif etmiştir. Öte yandan insanların yozlaşması ve helake sürüklenmesinin sebebini de aklın kılavuzluğuna sırt çevirme ve bu kuvveti ihmal etme kabul etmiştir:

 وَلَقَدْ ذَرَأْنَا لِجَهَنَّمَ كَثِيرًا مِنَ الْجِنِّ وَالْإِنْسِ لَهُمْ قُلُوبٌ لَا يَفْقَهُونَ بِهَا وَلَهُمْ أَعْيُنٌ لَا يُبْصِرُونَ بِهَا وَلَهُمْ ءَاذَانٌ لَا يَسْمَعُونَ بِهَا أُولَئِكَ كَالْأَنْعَامِ بَلْ هُمْ أَضَلُّ أُولَئِكَ هُمُ الْغَافِلُونَ[31] 

“Andolsun ki, cinlerden ve insanlardan birçoğunu cehennem için yarattık. Onların kalbleri vardır, fakat onunla gerçeği anlamazlar. Gözleri vardır, fakat onlarla görmezler. Kulakları vardır, fakat onlarla işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibidirler. Hatta daha da aşağıdırlar. Bunlar da gafillerin ta kendileridir.”

Bu yaklaşıma uygun olarak peygamberlerin gönderilmesinin felsefesi, varoluşu yüceltmek amacıyla insanların ruhuna gizlenmiş hazinelere inanmaktır:

“Onlardaki akıl hazinelerini açığa çıkartırlar.”[32]

İslamî görüşün penceresinden akıl, insanın varoluşundaki bâtıni hüccet ve mesaj getiren şeydir. Tıpkı peygamberin onların arasındaki harici hüccet ve zâhiri akıl olması gibi. İmam Kâzım’ın (a.s) Hişam b. Hakem’e ünlü rivayetinden bir kesitte şöyle geçmektedir:

 يَا هِشَامُ إِنَّ اللَّهَ تَبَارَكَ وَ تَعَالَى بَشَّرَ أَهْلَ الْعَقْلِ وَ الْفَهْمِ فِي كِتَابِهِ فَقَالَ فَبَشِّرْ عِبادِ الَّذِينَ يَسْتَمِعُونَ الْقَوْلَ فَيَتَّبِعُونَ أَحْسَنَهُ[33] 

“Ey Hişam! Allah Tebarek ve Teala, akıl ve anlayış sahiplerini kitabında şöyle müjdelemiştir: Sözü dinleyip en güzeline tabi olan kullarımı müjdele..”

“Ey Hişam! Sonra aklın ilimle birlikte olduğunu beyan etti: İşte biz bu temsilleri insanlar için getiriyoruz; fakat onları ancak bilenler düşünüp anlayabilir.”[34]

Kur’an, insanların genel sorununun, aklın rehberliğini izlemek yerine nefsani eğilimlerini ve zanlarını kendilerine önder yapmaları olduğu noktasına sıklıkla vurgu yapmaktadır:

 إِن يَتَّبِعُونَ إِلَّا الظَّنَّ وَمَا تَهْوَى الْأَنفُسُ 

“Onlar yalnız zanna ve nefislerin sevdasına uyuyorlar.”[35]

Dinin binası aklı kullanma ve akletme temeline oturmaktadır:

 اساس الدین بنی علی العقل و فرضت الفرائض علی العقل و ربنا یعرف بالعقل یتوسل الیه بالعقل و العاقل اقرب الی ربه من جمیع المجتهدین بغیر عقل و مثقال ذرة من بر العاقل افضل من جهاد الجاهل الف عام[36] 

“Dinin binası akıl üzerine kurulmuştur. Feraizler akıl üzerine vacip kılınmıştır. Rabbimiz akılla bilinir ve onun huzuruna akılla varılır. Akıl sahibi, rabbine, aklını kullanmaksızın çabalayanların hepsinden daha yakındır. Akıl sahibinin zerre miktar iyiliği, cahilin bin yıllık çabasından daha üstündür.”

Kur’an, muhaliflerinden, eğer kendi inançları için kanıtları varsa onu göstermelerini ister. Kur’an, ilahi fiiller ve kâinata hâkim sebep-sonuç düzeniyle ilgili ilkeler, ayrıntılar ve kanunlar konusunda bizzat kendisi doğrudan çıkarımda bulunur:

 لَوْ كَانَ فِيهِمَا آلِهَةٌ إِلَّا اللّٰهُ لَفَسَدَتَا 

“Eğer ikisinde de Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, ikisi de muhakkak fesada uğrardı.”[37]

 إِنَّنِي أَنَا اللّٰهُ لَا إِلَهَ إِلَّا أَنَا فَاعْبُدْنِي وَأَقِمِ الصَّلَاةَ لِذِكْرِي 

“Şüphesiz ben Allah’ım, benden başka hiçbir ilâh yoktur. Onun için bana kulluk et ve beni anmak için namaz kıl.”[38]

 وَأَقِمِ الصَّلَاةَ إِنَّ الصَّلَاةَ تَنْهَى عَنِ الْفَحْشَاء وَالْمُنكَرِ وَلَذِكْرُ اللَّهِ أَكْبَرُ وَاللّٰهُ يَعْلَمُ مَا تَصْنَعُونَ 

“Namazı kıl. Muhakkak ki namaz hayasızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah’ı anmak elbette en büyük ibadettir.”[39]

 إِنَّ اللّٰه لاَ يُغَيِّرُ مَا بِقَوْمٍ حَتَّى يُغَيِّرُواْ مَا بِأَنْفُسِهِمْ 

“Allah bir kavme verdiğini, o kavim kendisini bozup değiştirmedikçe değiştirmez.”[40]

Bu görüşte, akıl, bizzat değer taşıyan kanıttır, kesindir ve İslam hükümlerinin kaynaklarından biridir. Yani bir mevzuda aklın kesin hükmü varsa bu hüccettir ve muteberdir. Dolayısıyla eğer akıl, insanın dine yaptığı atfın başlangıç noktalarından ve dinin kaynaklarından biriyse ve beşeri varoluşun en temel hayat sermayesiyse akıl ve fıtratın uyanması ve çiçeklenmesi için dini göndermiş bulunan insanın Yaratıcısının insanları akla ve fıtrata aykırı bir şeye çağırdığı nasıl iddia edilebilir; nasıl olur da aklın dinle çeliştiği sözkonusu edilebilir?[41] İlahiyatçı hakim Molla Sadra’nın tabiriyle, Allah’ın nurani hükümlerinin kesin ve zaruri bilgilerle uyuşmaması mümkün değildir.[42]

g) İslam’da ilim ve bilgi insanın en temel özelliklerinden kabul edilir. Kur’an işe okumayı emretmekle başlamıştır ve başka bir yerde kalemi, beşer hayatında kültürel inşayı sağlayan en kıymetli vesile kabul etmektedir:

 اقْرَأْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِي خَلَقَ ….عَلَّمَ بِالْقَلَمِ … عَلَّمَ الْإِنسَانَ مَا لَمْ يَعْلَمْ الَّذِي... 

“Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı bir alaktan yarattı... O Rab ki kalemle yazmayı öğretti. İnsana bilmediği şeyleri öğretti.”[43]

İlim kelimesi, türevleri ve benzerleri, eğitim öğretimle ilişkili araçlarıyla Kur’an-ı Kerim’de frekansı en geniş kelimeler arasındadır. Allah’ın insan için zikrettiği ve onu ilahi yaratılışın ve meleklerin secdesinin kriteri olarak tarif ettiği özel ayrıcalık, Allah tarafından hakikatlerin isimlerini bilmesidir:

Kıymetli Peygamber (s.a.a) bir ayette, ilahi vayhe istinaden kendi davetinin ve takipçilerinin özelliğini basiret ve bilgi ile birlikte olma şeklinde tanıtır:

 قُلْ هَـذِهِ سَبِيلِي أَدْعُو إِلَى اللّٰهِ عَلَى بَصِيرَةٍ أَنَاْ وَمَنِ اتَّبَعَنِي 

“De ki: İşte benim yolum budur; basiret üzere Allah’a davet ediyorum. Ben ve bana uyanlar.”[44]

Tekrar söylemeye ihtiyaç yoktur, “iman” bir tür kalp temayülü ve bağlılığıdır. Kalbi Allah’a imanla düğümlemek eğer bilgisiz ve şuursuz yapılırsa en küçük bir olayda yıkılıp gidecek çürük bir bina gibi olacaktır.[45] Nitekim her insanın mükellef olmasının şartı arasında şuur ve Allah katından hüccetin tamamlanması vardır.

Kur’an-ı Kerim’de, Allah’ın hiçbir bireyi ve topluluğu hüccet tamamlanmadan hesaba çekmeyeceği (beyansız ikâbın kubhu) defalarca vurgulanmıştır. Ama bu vasıfla, ilim ve bilginin özüne ilişkin değer nedeniyle Allah Teâla, insanın bilgiye ulaşmasının muhtelif mecralarını hatırlatarak manevi yükseliş için ilim tahsilinde ayak sürümeyi kabul edilmez bulmaktadır:

 وَاللّٰهُ أَخْرَجَكُم مِّن بُطُونِ أُمَّهَاتِكُمْ لاَ تَعْلَمُونَ شَيْئاً وَجَعَلَ لَكُمُ الْسَّمْعَ وَالأَبْصَارَ وَالأَفْئِدَةَ لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ 

“Allah sizi annelerinizin karnından çıkardığı zaman hiçbir şey bilmiyordunuz. Şükredesiniz diye size kulaklar, gözler ve gönüller verdi.”[46]

Tıpkı bilgisiz ve şuursuz dindarlığın da insanın kurtuluşunu sağlayamayacağı, aksine insanı hedefinden bile uzaklaştırabileceği gibi.[47]

Tanımanın; varlık âlemi, tabiat, tarih, âfâk ve enfüs insanının derunu gibi değişik kaynaklarının zikredilmesi, kesin bilgiyi araştırmanın, buna mukabil tahminden ve zandan da kaçınmanın zaruretine yapılan vurguda görüldüğü üzere, insanın hakikati arama ve bilgiyi edinme boyutuyla ilgili Kur’an öğretilerinin şaşırtıcı yönlerdendir:

 وَلاَ تَقْفُ مَا لَيْسَ لَكَ بِهِ عِلْمٌ 

“Bir de hiç bilmediğin bir şeyin ardına düşme…”[48]

Meşhur nebevi hadiste şöyle geçer:

 طلب العلم فریضة علی کل مسلم 

“İlim talep etmek bütün Müslümanlara farzdır.”

Aynı şekilde, hikmetin müminin yitiği olduğu, herkesten ve heryerde onu araştırıp almak gerektiği ifade edilmiştir. Emirulmüminin Ali (a.s) ünlü hadiste Kumey b. Ziyad’a insanların değerini bilgi temelinde şöyle tayin buyurmaktadır:

 یا کمیل، ان هذه القلوب اوعیه فخیرها اوعاها فاحفظ عنی ما اقول لک الناس ثلاثه: عالم ربانی و متعلم علی سبیل النجاة و همج الرعاء لم یستضییوا بنور العلم 

Ey Kumeyl! Doğrusu bu kalpler sırlar hazinesidir. En üstünleri en çok sırra sahip olanlarıdır. Öyleyse söylediklerimi muhafaza et. İnsanlar üç gruptur: Rabbani âlim, kurtuluş yolundaki ilim arayıcısı ve her sesin peşine düşen ve ilmin nurundan nasipsiz olan düşük karakterliler.[49]

İşte bu öğretilere dayandıkları için Müslümanlar başlangıçtan itibaren heryerde bilgiye eriştiler ve onu kazanmaktan geri durmadılar. İslam toplumu henüz tam manasıyla şekillenmediği halde İslam Peygamberi’nin (s.a.a) savaş esirlerini serbest bırakma şartı Müslümanlara okuma yazma öğretmeleriydi. Bilgiyi elde etmek o kadar tavsiye edildi ki Peygamber-i Ekrem (s.a.a) Müslümanlara şöyle buyurmuştu:

 اطلبوا العلم ولو بالصين 

“İlim Çin’de bile olsa talep edin.”[50]

Bu sebeple İslam’ın üzerinden henüz bir iki yüzyıl geçmemişti ki İslam toplumu, İran, Roma, Hindistan, Yunan ve başı çeken diğer ülkelerden o zamanın en son bilimsel kazanımlarını elde etmenin peşine düştü. Müslümanların Beyt’ul-Hikme’si en bereketli bilimsel mahfil sayılıyordu. Yine bu zamanlarda teorik ve deneysel bilimler, fıkıh vs. gibi çeşitli dallarda binlerce bilim adamı İmam Sadık’ın (a.s) ders kürsüsünde hazır bulunuyordu. İmam Ali b. Musa’nın (a.s) ilmî münazara ve müzakere kapısı muhtelif fırka ve dinlerin mensuplarına açıktı. Bu bakış açısının karşısında İslam âlimleri net kategorilendirmelerle bazı ilimleri konularına göre özü itibariyle değerli görüyorlardı. Mesela Allah’a, peygamberlere, semavi kitaplara, ceza gününe vs. iman ve bunun bilgisinin öncelikli veya şart olduğu ilimler gibi. Diğer ilimleri ise öteki vazifeleri yerine getirmek için öncül ve hazırlayıcı olmaları bakımından vacip görüyorlardı. Bir kısmı vacib-i ayni, bir kısmı da vacib-i kifayi telakki ediliyordu. Mead ve maişet ilmini, dünyevi ve toplumsal ihtiyaçları karşılama ilmini de vacip olan ilimlerden sayıyorlardı. Bu bakımdan, sihir, büyü, birey veya toplum için maddi ya da manevi zararın menşei olan (değerlendirme gücü olmayan kişiler için saptırıcı kitaplar da böyledir) ilimler hariç, yasak ilim yoktu.

Özet olarak ifade edilmiş olanların ışığında İslam kültür ikliminde bilim ve din ya da bilim ve inanç çatışmasının ortaya çıkması için asla zemin bulunmadığı açıklığa kavuşmuş olmalıdır. Bilim ve dinin yollarını ayırmak ve bu ikisinin dillerini birbirinden koparmak ya da dinin mahiyetine bakışı değiştirmek gibi çeşitli çözüm arayışlarına ihtiyaç duyuracak Yahudi-Hıristiyan kültürün boğuştuğu güçlükler İslam âleminde hiç konu olmamıştır.

h) Kur’an’ın sağlamlığı; insan, bu âlemde doğadaki diğer varlıklar gibi tarihsel gelişim ve tekâmül içindedir. Geçen zamanla birlikte daha uygun tecrübe ve maharet sahibi olmaktadır. Aynı zamanda tüm ufukları kuşatan ve bilgilerin tümüne vakıf hiçbir birey bulunamaz. Aksine insanın varlığı daima sayısız bilgisizlikleri gerektirir.

Öte yandan tabiat âleminin sınırlılıkları uyarınca insan, elinde olmaksızın yaşadığı muhitin çeşitli şartlarından etkilenir. Çevre etkenlere uygunluk veya paralel olamama, uyumluluk ve uyumsuzluk, sağlık veya hastalık, yoksulluk ve muhtaç olmama, savaş ve barış vs. her biri insanın gidişatı ve düşüncesi üzerinde özel bir etkiye yol açar.

Bildiğimiz gibi, Kur’an-ı Kerim 23 yıl boyunca Allah Rasulü’nün (s.a.a) dilinden dökülmüştür; bireysel ve toplumsal hayatındaki şartların dalgalanmalar ve değişikliklerle dolu olduğu dönemler süresince yani. Kur’an öğretilerindeki muhtevanın, insanın hidayeti ve tekâmül eden hayatıyla bağlantılı çok çeşitli mevzuları kapsadığı gözardı edilse bile sapasağlam hüküm binasını oluşturan iki sütun, yani ayetlerin kompozisyon ve üslubunun geometrisi, bunun yanısıra metnin derin ve eşsiz içeriği, daima ahenk ve tutarlılığını tamamen korumuştur.

Kur’an-ı Kerim, bizzat kendisi bu hakikati, tereddüt yaratmaya çalışan herkese karşı delil getiren ayetlerden birinde şöyle ifade etmektedir:

 أَفَلَا يَتَدَبَّرُونَ الْقُرْءَانَ وَلَوْ كَانَ مِنْ عِنْدِ غَيْرِ اللَّهِ لَوَجَدُوا فِيهِ اخْتِلَافًا كَثِيرًا 

“Kur’an üzerinde hiç düşünmüyor musunuz? Allah’tan başkasından gelseydi onda kesinlikle çok sayıda tutarsızlık bulunurdu.”[51]

 ذَلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَ فِيهِ 

“Hiçbir tereddüt içermeyen büyük bir kitaptır.”[52]

Evet, Kur’an gerçeği anlatan ve hakikati beyan eden kitaptır:

 وَمَا هُوَ بِالْهَزْلِ إِنَّهُ لَقَوْلٌ فَصْلٌ 

“(Yemin olsun ki...) Kur’an hak ve bâtılı ayırır; asla boş söz değildir.”[53]

 وَبِالْحَقِّ أَنزَلْنَاهُ وَبِالْحَقِّ نَزَلَ 

“Biz Kur’an’ı hak olarak indirdik ve hak olarak indi.”[54]

* * *

Harfinde tereddüt yok, değişiklik yok
Ayetinde tevil utancı yok
[55]

Kur’an-ı Kerim’deki din, insanların ortak fıtrat ve doğasına uygun, herkesin sabit ve değişken ihtiyaçlarıyla uyumludur:

 فَأَقِمْ وَجْهَكَ لِلدِّينِ حَنِيفاً فِطْرَةَ اللَّهِ الَّتِي فَطَرَ النَّاسَ عَلَيْهَا لَا تَبْدِيلَ لِخَلْقِ اللَّهِ ذَلِكَ الدِّينُ الْقَيِّمُ وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ 

“(O halde yüzünü Allah’ın halis dinine çevir. Allah’ın insanları yarattığı yaratılıştır bu. Elbette ki Allah’ın yaratmasında hiçbir değişiklik yoktur. İşte bu sapasağlam dindir, insanların çoğu anlamasa da.)”[56]

Kur’an-ı Kerim akıl temellidir ve aklı geliştirir. Kur’an öğretilerinin ilkeleri insanların ortak akıl ve mantık yapısına dayalıdır. Öğretilerinin esası cehaletle savaş ve aklı teşvik (Fussilet 37, Yunus 100), taklidi kaldırma (Nahl 43), bilgiyi inşa (En’am 116, Mücadele 11) üzerinedir.

Bütün bunlar, bu kitabın, gaypları en iyi bilenin bilgi devletinden insanın hidayeti için indirilmiş olması nedeniyledir:

 قُلْ أَنزَلَهُ الَّذِي يَعْلَمُ السِّرَّ فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ 

“De ki: Onu, göklerdeki ve yerdeki sırrı bilen indirdi.”[57]

- - - - - - - - - - - - -


[1]     Araf 180.

[2]     Metinde “müdebbir”

[3]     Rahman 29.

[4]     Rum 8.

[5]     İsra 20.

[6]     Fussilet 51.

[7]     İbrahim 10.

[8]     Lokman 10-11.

[9]     Müminun 12-16.

[10]    Ankebut 64.

[11]    İnsan 3.

[12]    Şems 7-8

[13]    Necm 39

[14]    En’am 164

[15]    İsra 7

[16]    Müddessir 38

[17]    Enbiya 25

[18]    Tevbe 128

[19]    Şura 3

[20]    Taha 50

[21]    Cin 26-28

[22]    Mucizeşinasi, s. 18-26.

[23]    Hadid 25

[24]    A.g.e., s. 83-98.

[25]    Mucizeşinasi, s. 106-116.

[26]    Sad 29

[27]    El-Mizan, c. 5, s. 255.

[28]    Metinde “taakkul”

[29]    Metinde “tefekkür”

[30]    Metinde “tedebbur”

[31]    Araf 179

[32]    Nehcu’l-Belağa, hutbe 1.

[33]    Kuleyni, Muhammed b. Yakub, el-Kâfi, c. 1, s. 16, Kitabu’l-Ukul ve’l-Cehl, hadis 12.

[34]    Ankebut 43

[35]    Necm 23

[36]    Biharu’l-Envar, c. 1, s. 94.

[37]    Enbiya 22

[38]    Taha 14

[39]    Ankebut 45

[40]    Ra’d 11

[41]    Bkz: Tabatabai, Seyyid Muhammed Hüseyin, Ali ve el-Felsefetu’l-İlahiyye, s. 11.

[42]    Bkz: Molla Sadra (Sadruddin, Muhammed b. İbrahim Şirazi), el-Hikmetu’l-Mütealiyye, c. 8, s. 303.

[43]    Alak 1-5 .

[44]    Yusuf 108

[45]    Bkz: el-Taftazani Saaduddin, Şerhu Akaidi’n-Nesefiyye, Çev: Ahmed Hicazi, s. 82; Feyz Kaşani, Molla Muhsin, İlmu’l-Yakin fi Usuli’d-Din, c. 1, s. 6; Hilli, Menahicu’l-Yakin fi Usuli’d-Din, tahkik: Muhammed Rıza Ensari, s. 367.

[46]    Nahl 78

[47]    Nehcu’l-Belağa, hutbe 154.

[48]    İsra 36

[49]    Nehcu’l-Belağa, Hikmet 139.

[50]    Bkz: Nasr, Hüseyin, İlm ve Temeddun der İslam, Çev: Ahmed Âram

[51]    Nisa 82

[52]    Bakara 2

[53]    Tarık 13-14

[54]    İsra 105

[55]    İkbal Lahori

[56]    Rum 30

[57]    Furkan 6