Düşünce | İslamî Araştırmalar

Peygamber Efendimiz

Peygamber buyurdu ki, “Hiçbir Peygamber benim kadar eziyet, zulüm çekmedi.” Ama ona rağmen şefkati ve merhameti hiç elden bırakmadı..

.
.

Ehlader Araştırma Bölümü

Bismillâhirrahmanirrahim

Kadir Akaras

Esirgeyen, bağışlayan Allah’ın adıyla. Hamd Allah’a, salat ve selam Peygamber’e ve onun tertemiz Ehl-i Beyt’ine olsun.

İlk Nur ve Ruh

Allah (cc) Peygamber Efendimizin gönderiliş hikmetini bir ayette şu şekilde özetlemiştir;

“Biz seni bütün âlemlere –Müslümanlar, insanlık, kâinat, cinler, melekler âlemine vb.- rahmet olarak gönderdik.”

Enbiya / 107

Peygamber Efendimizin yaratılışı nur ve ruh olarak bütün varlıklardan öncedir. Dünyada cisim ve madde haline dönüşmesi ise tarihe bağlıdır. Yüzyirmidörtbin peygamberin sonuncusudur.

Hâlbuki bütün Peygamberler ona iman etmek zorunda idi. Yani biz nasıl ki “Eşheduenne Muhammeden abduhu veresuluh / Şehadet ederim ki Muhammed Allah’ın kuludur” diyoruz, aynı şekilde Âdem peygamberden başlayarak bütün peygamberler de bunu demek zorundaydı.

O bütün âlemlere rahmet olarak gönderilmişti. Madde âlemi ve kâinat yaratılmadan önce Allah-u Teâla’nın yaratma iradesi başladığında ilk olarak yaratılan Hazret-i Kibriya’nın nuru, ruhudur. Gerçekten onun şahsiyetini hem anlamakta hem de anlatmakta güçlük çekiyoruz, bu bizim imkânımızda değildir. Onun için peygamberimiz (saa), “Ya Ali Allah’ı sen ve benden başkası hakkıyla tanımadı. Beni de senden ve Allah’tan başka kimse hakkıyla tanımadı. Seni de ben ve Allah’tan başkası hakkıyla tanımadı.” diye buyurmuştur.

 

Peygamberi İdrak

 

Bizim marifetlerimiz, tanımalarımız nisbidir, yani kapasitemize, kabımıza göredir. Ruhumuz, aklımız, marifet dünyamızın bir kapasitesi var o kadar. Mâ lâ yudrek kulluhu, lâ yutrek kulluhu / bir şeyin tamamını idrak edemiyorsan tamamını da terk etme.” Tamamını taşıyamazsın ama tadına bakabilirsin. Bizim peygamberimize marifetimiz o okyanusu tatma marifeti kadardır, ötesine geçemiyoruz. Bizim peygamberle olan ilişkimiz bir insanın bir insanla ama zayıf bir insanın güçlü bir insanla, eksik bir insanın kâmil bir insanla olan ilişkisi gibidir. Örneğin, ben bir araba veya ev alacağım, belli bir miktar param var ama yetmiyor, parası bol olan bir arkadaşımdan üstünü tamamlayıp alma imkânım oluyor. Bizim de insanlıktan bir payımız var ama çok zayıf, çok az; tamamlamak için kâmil birine gitmemiz gerekir, o kâmil birinde insanlık adına bizi tamamlayacak özellikler var, insanlığımızı kemale erdirmek için gidip oradan insanlık dersi alıyoruz. Bu nedenle Kur’an, Peygamberimizin o mana âlemine yönelik duruşunu değil madde âlemine yönelik bakışını bize öğretiyor. Peygamberimiz piramidin üstündeki en uç taşıdır. Bir piramit düşünün, en üstteki taş, o taştan daha üstte olanı yoktur, yukarı doğru ondan üstünü de yoktur. Ama o piramidin altında binlerce taş vardır ve o taşların hepsini bağlayan hatim-hatmeden/bitiren/sona erdiren o zirvedeki taştır. O taşın aşağı doğru yolu vardır, bizim peygamberimize bakışımız onun bize akıttığı feyzdir.

Yeryüzü Ve Gökyüzü Arasındaki Halka

 

Peygamberin Allah’a karşı yönelişi, duruşu, marifeti, boyutları, derinliği, genişliği idrak edilmez bir alandır ki çok fazla da oraya girmemek lazımdır. Çünkü onun Allah’la olan özelidir. Onun içinde Nutbe duasında Peygamber Efendimiz ve Ehl-i Beyt bize yeryüzü ve gökyüzü arasındaki halka olarak tanıtılmıştır. Biz eğer Allah’ı tanımak ve marifeti bulmak istiyorsak -ki insanlığın yegâne amacı ve hedefidir- yeryüzünü gökyüzüne bağlayan halkaya tutunmamız gerekiyor.

“Afak” ve “Enfüs”

 

Bütün insanların ve cinlerin yaratılış amacı Allah’a ulaşmaktır. Bu ulaşmada Kur’an-ı Kerim iki yol göstermiştir; Birisi “Afak” diğeri “Enfüs”dür. “Afak”, insanın dışındaki olaylardan yola çıkması, “Enfüs”, kendi iç dünyasından yola çıkmasıdır. Kendi nefsini tanıyan Allah’ı da tanır yani insan kendisine bakabilirse, kendi iç dünyasında ne cevherler var bunu keşfedebilirse Allah’ı da keşfeder ve ona marifet bulur. Ama biz kendimizi tanımıyoruz, kendimizi tanımada sorunumuz var, biz kimiz, neyiz, ben neyim, iç dünyamda neler var, aklım, duygum nedir? İşte buraları idrak edemiyoruz, dolayısı ile de  Allah’a ulaşamıyoruz.

Allah-u Teâlâ Kur’an’da “Afak”dan bahsederek deveye, ağaca, denize, dağa bakın diyerek bizi madde âlemine yönlendiriyor. Siz diyor, dış dünyanızdaki olan şeylere bakın, gece gökyüzüne bakın, yıldızların dizilişini, ayın parlaklığını görün, biraz bunların üzerinde tefekkür edersek ders alıp ‘Allah’ım sen bunları boşuna yaratmamışın’ der ve bir marifet kapısı yüzüne açılabilir. Yeryüzü nasıl musaddak oldu, gökyüzü nasıl dikildi, deve nasıl yaratıldı, denizler dalgalanıp coşuyor, bal arısından, örümcekten örnekler veriyor. Kur’an’da bu ayetleri biliyorsunuz, bunların hepsi bizim gözümüzün açılması, düşünüp aklederek dünyamızı keşfetmek içindir. İşte bunları öğrenip kavradığımızda marifetimiz madde kadar oluyor, maddenin özelliği, hacmi, bulunduğu kapla sınırlıdır, onun için kendi idrakimizle Allah’ı tanımamız mümkün değildir.

Peygamberi Metod

 

Allah-u Teâlâ bize dönüp, “Ben bu iki yolu da size kolaylaştırıyorum, işinizi kolaylaştırmak için size bir öğretmen gönderiyorum.”[1] diyor. “yetlu aleyhim ayatihi/Allah’ın ayetlerini okuyan/tanıtan.”[2] Allah’ın ayetleri olan dağı, taşı, ayı, yıldızları vb. size tefsir etsin. Biz onlara bakarken yeteri kadar ders almadığımız için bize açıklasın. “ve yuzekkihim/ve kendilerini yücelten.”[3] Sizi nefsinizle tanıştırsın, tevkiye/tesir etsin, enfüsi yani tanıtım yollarını kolaylaştırsın. “ve yuallimuhumu/size öğretsin.”[4] Resulü Kibriya/büyüklük ve yücelik sahibi, Eşrefi mahlûkat/varlıkların en şereflisi, Seyyidü’l-enbiya/peygamberlerin efendisi, bütün peygamberlerin tabi olduğu şahsiyet bu yolu bize kolaylaştırıyor. Afak ve Enfüs yolunu, Allah’a ulaşmayı, Allah’a marifet duyma yollarını bize kolaylaştırıyor.

Peygamberimizin bunları bize öğretirken kendine has metotları vardır. Bizi kendimiz ile tanıştırarak kâinat ile buluşturuyor. Birinci metodu, şefkatli ve merhametli öğretmen olması. “Vema erselnake rahmenlil âlemin/Biz seni Âlemlere rahmet olarak gönderdik”[5] diyor. Çünkü Peygamberin birinci derecede vazifesi eğitmenlik, öğretmenliktir, bizi eğitsin, kemale ulaştırsın. Şefkatli ve merhametli olmayan bir öğretmen öğretici olamaz, mümkün değildir. Onun için Allah-u Teâlâ anne ve babaya merhamet vermiş, neden? Çünkü evladın eğitimini anne  babaya bırakmıştır. Eğer Allah anne ve babaya şefkat ve merhamet vermeseydi çocuklarının bağırıp-çağırmalarına, tüm yaramazlıklarına sabır ve tahammül etmez-edemezlerdi. Onlar hatalarına rağmen severek onları eğitiyorlar. Anne, babanın kızması, öfkesi bile şefkatinden kaynaklanmaktadır. Anne, baba çocuklarına, “okula git - gitmek istemiyorum, şu yemeği ye - yemek istemiyorum, otur dersine çalış - çalışmıyorum.” Anne, baba ne söylese çocuklar kabul etmiyorlar. Anne, baba çocukların bütün bu hataları ve aşırılıklarına rağmen onları severek, çeşitli bahaneler ile ikna ederek, şefkat ve merhamet göstererek, gerekiyorsa zorla eğitiyorlar. Zor, dövmek anlamında değildir, bir şekilde onu ikna etmektir.

Dinde Zorlama!

Dinde zorlama yoktur diyenler yanılıyorlar. Anne, baba evladını zorlamasın, öğretmen öğrencisini zorlamasın, devlet vatandaşı zorlamasın, eğitim, öğretim, düzen nasıl sağlanacaktır? Bunların hepsinde zorlama vardır. Bizi adam edecek peygambere senin zorlama hakkın yok denecek, olur mu? Bir gün savaş sonrası Peygamberimiz (saa) oturmuş halde esirleri önünde geçirirlerken, Hz. Peygamber tebessüm etti, esirlerden biri “Sen peygamber olamazsın” dedi, Peygamberimiz, “Niye?” dedi, esir, “Çünkü galip geldiğinde güç sarhoşluğu içine düşen güler, sen peygamber olsaydın gülmezdin” dedi. Peygamberimiz, “Ben ona gülmüyorum ki, ben aylar-yıllardır gelin cennete gidin diyorum, şimdi ise sizi esir edip cennete götürmek istiyoruz, ben ona gülüyorum.” dedi.

Eğitici öğretmen vaaz versin çeksin gitsin; hayır! Eğitmen insanların kalbine tebliğ edecektir. Mübellığ/tebliğ eden sadece kürsüde anlatan değil, kürsüden sonra oturup çay içerken, muhabbet ederken, hasta ziyaretinde, cenazeye gittiğinde, o manaları yumuşatıp, anlatacak, insanların kalbine verecek, işleyecektir. Annenin çocuğu dünyaya geldiğinde belli bir yaşa kadar emzirecek, ondan sonra beslemek için ekmek, et gibi yiyecekler verecektir. Ama doğal olarak daha öğütecek dişleri çıkmadığından anne ağzında eti, ekmeği çiğner, yumuşatır, yiyeceği çocuğuna verir. Ve çocuk ihtiyacı olan gıdayı anneden bu şekilde alarak büyür. Allah-u Teâlâ anne vasıtasıyla yemeği kolaylaştırıp besin haline dönüştürerek çocuğu besliyor. Peygamberimiz ise vahyin ağırlığını, manalarını, derinliklerini alıyor ve aynı bir anne misali onu kendisi hazmediyor süt/besin haline getirip bizlere veriyor ve biz doğruları, gerçekleri o zaman anlıyor, kavrayabiliyoruz. Peygamberin rahmetli ve merhametli oluşu, yeryüzü ve gökyüzü arasında halka oluşunun manası da budur. Yani oradan gelen ağırdır, zordur.

Tebliğin Manası

 

Peygamberimize vahiy geldiğinde o yücelikteki, o güçteki peygamberin hali değişir, neredeyse baygınlık geçirecek hale gelirdi, niye? Çünkü vahyin manası çok ağırdı, onu hazmetmek bir peygamber de olsa onun için zordu. Ama o zorluğa anne misali katlanır, onu yenecek, hazmedilecek kıvama getirir, en iyi şekliyle insanlara kolaylaştırarak sunardı. İşte o peygamber bu kadar şefkatli ve merhametlidir. Ayet-i kerime de; “Allah’ın sana vermiş olduğu rahmet ve merhametle sen bu kadar merhametli ve yumuşak oldun, eğer sen normal bir insan gibi sert olsaydın etrafında insanlar kalmazdı.”[6] diyor. İşte tebliğ budur, tebliğin manası kalbe işlemektir. Mesela şu halının üzerine su dökün, halı suyu hemen içine çekmez, ya zaman geçerek halı suyu emecek ya da üzerine ayağınızla basacaksınız halı o suyu emecektir. İşte biz insanların hali de böyledir. Bir ilim, bir bilgi geldiğinde içimize işlemiyor, aklımız almıyor. Bundan dolayı da diyoruz ki, “Başörtüsü neden mecbur? Niye İslam devleti böyle? Neden İmamet şöyle?” aklımız kesmiyor, bunun ayıklanması, beynimize işlemesi, yani tebliğ lazım.

Ve mâ aleynâ illel belâgul mubîn/Ve bize düşen vazife, ancak apaçık tebliğdir.”[7] Bizim vazifemiz tebliğdir, “Ben gelir söyler giderim” bu tebliğ değildir. Hani bizde de bazı tebliğciler var ya! Yolun ortasında durup hey Müslümanlar içki haramdır, şu günahtır, bu mekruhtur vb. Bununda adını koymuş tebliğ. Hakiki tebliğ bu değildir. İnsanların kafasına taş atar gibi sende ayet atmış olursun, o ayette taştır sonuçta, insanlar bunu kabullenmez. Tebliğ insanların kalbine, gönlüne, aklına girmek, o mesajı oraya taşımak, işlemektir.

Müslümanların Peygamber Algısı

 

İnsanların/Müslümanların Peygamberimizin şahsiyetiyle ilgili algısı iki türlüdür, bir kısmı Peygamberi postacı gibi görür, Allah’tan vahyi alacak, bize duyuracak, hepsi bu, onun dışında başka bir rolü yoktur! Onu anlamayan, idrak edemeyenler, Peygamber bir ayet ile tavsiyede bulunduğunda sorarlardı, “Bu senin sözün mü yoksa Allah’ın sözü mü?” diye. Yani bu ne demek oluyor? Eğer bu Allah’ın sözüyse uyalım, eğer senin sözünse biraz düşünelim, böyle bakış açısına sahip insanlar vardı.

Savaştan dönüldü Hz. Peygamber ganimet paylaştıracak biri gelip dedi ki; “Adaletli davran!” Kime diyor? Peygambere. Bu ne demektir, sende benim gibi bir beşersin, şaşarsın, yani ben senden daha iyiyim! Veya Peygamber, “Bana bir kalem-kâğıt getirin” dediği zaman, “bu sayıklıyor, ne dediğini bilmiyor!” diyorlar. Eskiden de günümüzde de bir kısım Müslümanlar ne yazık ki böyle düşünüyor, maalesef bunlar Peygamberimize karşı bir bakış açısıdır. Onun için bırakın İmamları, peygamberlerin masumiyeti ile ilgili bile şüphe ediyorlar. Diğer kısım Müslümanların Peygamberimizin şahsiyetiyle ile algıları ise şöyledir, “Kur’an-ı Kerim’in beyanı doğrultusunda o bir konuda hükmettiği zaman mümin kadın ve erkeğin onun üzerinde düşünme hakkı bile olamaz, yani o ne buyurmuşsa odur.”[8] Bu kısım, Her şeyim sana feda olsun Ya Resulullah!” diyen Müslümanlardır.

Peygamberi Örnek Almak

 

Özellikle son zamanlarda bazı Müslümanlar tarihi mecrada Peygamber Efendimizin şahsi yaşantısını bir kenara bırakmış, çok fazla üzerinde durmamış, daha çok siyasallaştırmışlardır. Peygamberimiz tüm şahsiyet ve sıfatları ile kâmil bir insan ve peygamberdir, asıl olan onu tüm boyut ve sıfatları ile örnek almak, değerlendirmektir. Onun bir boyutuna ağırlık verip diğer boyutlarını ihmal edersek o zaman hem ona haksızlık etmiş olur hem de örnek alacağımız tüm kişilik ve yaşantısından mahrum kalmış oluruz. Her ne kadar peygambere tabi olan sevdalılarız diyen bizler de son zamanlarda, o yüce komutan, siyaset adamı, öğretmen, önderin ahlakı, şahsiyeti ile ilgili küçük şeyleri ihmal ediyoruz, yapmasam ne olacak ki gibi davranışlar sergiliyoruz. Peygamberi o yüce makama taşıyan şeylerin bu küçük şeyler olduğunu unutuyoruz. Onun şahsiyetini oluşturan her bir değeri küçümsemeyelim, onlar bizi yükseğe çıkarır, yüceltir. “Lekad kâne lekum fî rasûli(A)llâhi usvetun hasenetun/O sizin için güzel örnektir, modeldir.”[9] derken yaşantısı ile hemhal olmamız gerekir. Nasıl bir yaşantısı vardı, sofraya nasıl otururdu, ne yerdi, ne içerdi, sofradan nasıl kalkardı, kimlerle beraber yemek yerdi, dışarı çıkarken nasıl giyinirdi, misafir geldiğinde nasıl karşılardı, nasıl otururdu, misafiri nasıl uğurlardı? Tüm bunlar bizim hayatımızda detaydır ama bütün bunlar bir araya geldiği zaman Allah-u Teâlâ Peygamberine, “Ve inneke leala hulukin azim/Sen yüce bir ahlak üzeresin”[10] tüm bunlardan dolayı iltifat ediyor. Eğer Peygamber kendi hayatında bencil ise savaşta da öyle olurdu, eğer kendi evinde saldırgan, asık suratlı, şiddet yanlısı birisi olsaydı sosyal hayatında da öyle olurdu. Evde melek dışarıda cellat veya dışarıda melek evde cellat olan tipler bizde var maalesef. Bazı Müslümanlar böyle, evde eşine çocuğuna cellattır ama dışarıdan baktığında ‘Maşallah ne güzel Müslüman!’ veya tersi de oluyor, bu kişilik parçalanmışlığıdır, biraz nifak bulaşmışlık halidir.

Peygamberimiz ve Bizler

 

Peygamberimizin bireysel hayatından örnek verirsek; Peygamberimizin yaşantısı ağır, zor değildi. Peygamber ile yaşamak kolaydı. Bu ne demektir? Bakıyorsun bazı insanlar ile yaşamak zordur, seçicidirler, eve geldiği zaman hanımı ayakkabılarını koyması lazım, ceketini alıp asması lazım veya çoraplarını çıkarması lazım, sofraya oturduğunda yağsız, tuzsuz olmuş der yemek beğenmez, seçicidir. İşte bu tipler ile yaşamak zordur ama Peygamber böyle değildi. Onun ile yaşamak kolaydı. Niye, çünkü Peygamberin kimseden beklentisi yoktu, kendisi diyor, “Ben de insanım, gücüm var, kendi işimi kendim yaparım” diyordu. Birilerine külfet olmazdı, eziyet etmezdi. İmam Humeyni (ra) hakkında eşi diyor ki, “İmam ömründe bir defa olsun emir kipinde, bize şunu getir, bunu götür demedi, hasta olduğu zamanlar bile acaba evde müsait olan birisi bana su getirebilir mi? diye hitap ederdi. Durumu iyiyse kendi yapardı.” İşte Resulullah’ı örnek alan, onun yolundan yürüyen bir insan, İmam Humeyni.

Peygamber Efendimiz sevgi ve muhabbet doluydu. Hatta düşmanlarına bile sevgi ve muhabbetli, pozitifti. Biz Müslümanlar ise birçoğumuz pozitif değiliz, herkese karşı negatifiz. Tabirimi bağışlayın sinek misali nerede bir pislik var onu görürüz, çok güzel şeyler var, o güzelliklerin içeresinde ya şurası yanlış olmuş illa bir yanlış bulacağız, bir laf atıp eleştireceğiz. Bu yaptığımızı da kahramanlık zannediyoruz! Hâlbuki Kur’an bize bunları görmeyin[11] diye emrediyor, bunları görmeyin, kapatın üstünü. Ne yazık ki negatif insanlarız. Peygamberimiz pozitif İnsandı, her şeyin güzelini, iyi tarafını görürdü. Aynı Hz. Zeyneb’in de öyle olduğu gibi.

İmam Hüseyin, kardeşleri, yeğenleri, çocuklar, Müslümanlar katledilmiş Kerbela’da, Şam’da ne eziyet ve hakaretlere maruz kalmış, Medine’de ne acılar çekmiş, “Ama ben güzellikten başka bir şey görmüyorum” diyor. Bugün Müslümanlar hacca gidip geliyor, orada yaşadığı, gördüğü güzellikleri bir kenara bırakıyor, hava alanında beklettikleri için çektiği eziyeti, başlarındaki hocayı, rehberi şikâyet ediyor, daha neler neleri, yani ne yazık ki negatif insanlarız. İslam dünyasına da böyle bakıyoruz, güzel gelişmeleri görmek lazım, biraz pozitif olmakta fayda var.

Peygamberimiz kendisinin önünde kimsenin el pençe durmasını istemezdi, kimsenin yanında ayağını uzatmazdı, eve gelen misafirini resmi elbise ile karşılar ve misafir gidene kadar o halini korurdu. Biz Müslümanlar maalesef öyle değiliz; ya pijama ile ya da şortla misafiri karşılıyor, hatta çarşıda, pazarda bile bazen evdeki o uygunsuz halle dolaşıyoruz. Ne oluyor bize? Peygamberimiz misafirinin sözüne katılır, çeşitli konularda konuşur, gıybet ve haramdan uzak; kimsenin aleyhinde konuşmaz, konuşulmasına da müsaade etmez, ‘susun ben konuşacağım’ demezdi. Peygamberimiz evden çıkmadan kendisine çeki düzen verir, elbisesini, saçını, sakalını düzeltirdi, peygamberin şahsiyeti, hayatı böyleydi.

Merhum İmam Humeyni için öğrencileri, “Necefte İmam derse o kadar dakik gelirdi ki biz saatimizi ona göre ayarlardık.” Efendimiz zahiri anlamda evinde, dışarıda, savaşta, hayatının her anında düzenliydi. Savaşlardan birinde askerleri sıraya dizilmiş, getirdi mızrağı uzattı yere, herkesin ayak başparmağı bunun hizasında olacak, bir santim ileri geri olmasın, cetvel gibi olsun. Peygamber ordusu için bunları yapmış, biz ise cemaat namazı kılarken safları düzgün tutamıyoruz. Peygamber böyle bir düzenin sahibiydi. Peygamberimiz yardımlaşmayı severdi. Cami yapılırken çalışanlar ile birlikte o da sıva yapıyordu, duvar örüyor, taş toprak taşıyor, etrafı süpürüyordu. Hendek savaşında hendeğin kazılmasında yardım etmiştir. Etraftan çerçöp toplar, ateş yakar, ekmek ve yemek yapmak için askerlerine yardım ederdi. Biz bunları Peygamber için kaside olsun, övgü olsun diye söylemiyoruz. Bunların tamamı kendisinde var olan şeylerdi, sonra bizler için örneklik olması açısından da önemlidir. Bize bu kadar öğretici, şefkatli, merhametli, öğretmen olan bir Peygamber aynı zamanda infak ehliydi, eli açıktı.

İmam Ali

 

Nehcu’l Belağa’da İmam Ali (as) hutbelerinde Peygamberimizin hayatından, kişisel ahlakı ve şahsiyetinden genişçe örnekler vermiştir, müracaat edebilirsiniz. İmam Ali eğer kazandıklarını biriktirseydi yedi kuşak Beni Haşim’in tamamına yetecek kadar sermayesi vardı. Ama o ne yapıyordu, kazanıyordu, Müslümanlara veriyordu. Hacca gidenler bilir duymuşsunuzdur, Medine etrafında İmam Ali bağları, hurmalıkları, kuyuları meşhurdur, şimdi bile hala o isimle anılıyor. Giderdi boş sahipsiz bir arazi bulur, bizim ölü toprak dediğimiz yeri kazar, işler, ağaçlar diker, kuyusunu açar, sular, meyve vermeye başlayınca Müslümanları çağırır, al burası senin olsun der, hediye ederdi. Sonra gider başka bir yerde aynı şeyleri yapardı. İmam Ali’nin sofrasında üç çeşit yemek vardı, o yemek ise ekmekti, tuzdu, süt idi. Şimdilerde biz onları nimetten bile saymıyoruz!

Resulullah ve Gençler

 

Resulullah’ın hayatında, yaşantısında, evlatlarıyla olan ilişkisinde, çocuklara olan şefkatinde, gençlerle olan muhabbetinde özel bir yer vardı. Musab ibn Umeyr, Cafer ibn Ebu Talib, Muaz ibn Cebel gibi.. bunların hepsi daha on sekiz yaşında gençlerdi. Usame bin Zeyd’i daha henüz on sekiz yaşında koskocaman bir ordunun başına getirdi, komutan yaptı, bunların tamamı gençti. Gençlerin Peygambere olan muhabbeti, Peygamberin gençlere olan güveni sonsuzdu. Peygamberin o güzelliklerine canla başla yardımcı olurlardı. Bir gün Peygamberin yanında bir genç oturuyordu, bir kız da Hz. Peygamberin yanına soru sormak için gelmişti. Kız cemal olarak güzeldi, genç ise ona bakmaya başladı, Peygamber tebessümle, sevgiyle şöyle çenesinden tutup döndürdü, fazla bakma diğer tarafa bak dedi. Yani sevgiyle günahtan uzaklaştırıyor. Demedi ki; “ne yapıyorsun sen, cehenneme gideceksin, ayıp-günah değil mi, sen nasıl adamsın” işte bunları demedi. Bundan dolayı gençler Peygambere sevgi ve muhabbet besliyordu. Peygamber de onlara bir görev verdiğinde hakkıyla, canla-başla yerine getiriyorlardı. Peygamber buyurdu ki, “Hiçbir Peygamber benim kadar eziyet, zulüm çekmedi.” Ama ona rağmen şefkati ve merhameti hiç elden bırakmadı. Taife gitti, hiç kimse iman etmedi, sadece bir kişi Peygamberimize tebessüm etti, diğerleri Efendimizi taşladılar, yaraladılar. Geri döndüğünde sordular nasıl geçti“Çok güzel geçti, içlerinden bir tanesi bana tebessüm etti” dedi. Taş atanları değil güzel olanı görebilen bir peygamberdi.

Vahiy Kesildi

 

Zamanı geldi ve o da beka âlemine irtihal etti, refik-i a’laya yükseldi, tabi onlar için bu fani dünyada olmak yüktür, ağırdır. Onun için İmam Ali kılıç darbesini yiyince, “Şükür rabbime kurtuldum bu dünyadan” derken, Mevlana’nın o meşhur sözünü hatırlatıyor;

“Ben bu dünyanın ehli değilim ki, ben melekût âleminin insanıyım, bu dünya beni kapattıkları sadece birkaç günlük kafestir, kafes kırıldığında ruh Rabbine ulaştığı zaman, onların bayramı o gündür, ama bizim için büyük bir kayıptır.”

İmam Ali, “Peygamberimizin vefatı ile gökyüzünden yeryüzüne akan vahiy kesildi” buyurdu. Yani İnsanların artık direk olarak vahiy yoluyla Allah’a ulaşması bitti, bundan daha büyük bir musibet ne olabilir? İsrail oğulları soruyordu; “Sor bakalım rabbine bu ineği yaşı, rengi ne olacak?” diye, bunları bile soruyorlardı. Bırakın artık manaları-marifetleri bunu bile soramıyoruz. Şimdi o derin manaları, Kur’an’ın vahyine bile soramayacak duruma geldik. Onun için biz neyi kaybettiğimizi Hz. Fatıme’tuz-Zehra’nın Peygamberin o son anlarındaki halinden anlıyoruz. Durmadan ağlıyor, gözyaşı döküyordu. Belki de kendisi de bilmiyordu yetmiş gün içinde başına ne geleceğini, belki de bilmiyordu İmam Ali’nin başına neler gelecek, o detayları bilmiyordu ama genel olarak biliyordu, Kerbela’da bir şeyler olacak. Hz. Zeyneb’in (sa) dediği gibi, “Her şeyi söylemiştin ama bu kadar detayları ben Kerbela’da gördüm”

Gözü yaşlı Fatıma’yı babası yanına çağırdı, kulağına bir şey fısıldadı, Fatıma başladı tebessüm etmeye, sordular “ne oldu?” diye. Babam dedi ki, “Ehl-i Beytimden en erken bana gelecek olan sensin.” Dolayısı ile “Ben babamın ayrılığına çok dayanamazdım, ondan bu benim için müjde oldu, biran önce babama kavuşacağım için sevindim.” dedi. Aynı Hz. Rugayye’nin Şam zindanında babasına kavuşma arzusu gibi, “baba-baba!” diye kırk gün bile dayanamadı.

Sâhibu’z-Zaman’a, Rehberimize, müçtehitlerimize, Peygamber sevdalılarına, Ehl-i Beyt âşıkları ve dostlarına tesliyet arz ediyoruz.

Hepinizi Allah’a emanet ediyorum, haklarınızı helal edin.

Vesselamunaleykum.                                                 

- - - - - - - - - - -

[1] Al-i İmran / 164
[2] Al-i İmran / 164
[3] Al-i İmran / 164
[4] Al-i İmran / 164
[5] Enbiya / 107
[6] Al-i İmran / 159
[7] Yasin / 17
[8] Ahzab / 36
[9] Ahzab / 21
[10] Kalem / 4
[11] Hucurat / 11-12