Doğrusu, İran’da, yöneten iki güç vardı. Biri Rehberiyet makamı, diğeri halkın oyuyla gelen hükümet.
.
.
Dünya âlem biliyor ki İran İslam Devrimi bir halk devrimiydi ve ruhanî bir önder olan, İmam Humeynî'nin önderliğinde, Doğu-Batı Emperyalizmi'ne karşı yapıldı.
Dinin, tarih boyunca zalim sultanların halkları uyutmak için kullandığı bir afyon olduğu söylenen yirminci yüzyılın sonlarında, dini bir önder ortaya çıkmış, hiç kimsenin; "gözünün üstünde kaşın var" demeye cesaret edemediği, dünyanın iki süper gücüne karşı halkı harekete geçirmiş ve İran’da bir devrim gerçekleştirmişti. Din, yeniden toplumu yönetmeye, dünyalarını düzeltmeye talip olmuştu. Eğer başarılı olursa, dünya müstekbirleri için bu bir felaketti. Çünkü afyon dedikleri din, aslında toplumlara hayat veren bir ilham kaynağı ve bir yaşam modeli olarak karşılarında duruyor olacaktı. Neticede dini duygulara sahip olan dünya halkları, materyalist laik yaşam biçiminden el çekecek, dünyalarını düzelttiği gibi, ahiret için de saadet vaadi veren, dini yaşam modelini tercih edeceklerdi. Bu da emperyalist güçlerin zamanla iktidarlarını kaybetmeleri anlamına geliyordu. O zaman dine dayalı bu devrim, her ne pahasına olursa olsun, başarılı olmamalıydı.
Ayrıca, devrimden önce İran, ABD’nin doğudaki adeta bir karakolu durumundaydı ve rakibi olan Sovyetler Birliği’nin burnunun dibindeydi. ABD, İran üzerinden bölgede istediği gibi at oynatıyordu ve İran şahı ABD’nin kuklalığını yapıyordu. İmam Humeynî bu duruma itiraz etti; halk onu destekledi ve nihayetinde dini bir devrim gerçekleşti.
Bütün engelleme çabalarına rağmen, özellikle kendilerine karşı yapılmış, İran’daki iktidarlarına son vermiş olan bu devrimin gerçekleşmesini hazmedemeyen ABD, tekrar İran’da Devrim’den önceki pozisyonunu elde etmek ve yeni gerçekleşmiş olan bu devrimi yıkmak için harekete geçti. Tabes operasyonunu düzenledi ama başarılı olamadı. Sonra devrimin öncü kadrosunu, İran’daki işbirlikçileri olan Tûdeh örgütü eliyle teröre başladı. İran’ın Cumhurbaşkanını, Başbakanını, 72 tane milletvekili ve meclis başkanını, şehit Mutahharî ve onun gibi devrimin nice önde gelen şahsiyetlerini ve beyin adamlarını terör etti, ama yine halk devrime sahip çıktı ve ABD amacına ulaşamadı. Bu sefer henüz doğru dürüst bir ordusu olmayan İran’ın üzerine, Irak’ı gönderdi. Ortak ve yandaşlarıyla birlikte her türlü desteği verdi. Yalın ayaklı devrimci İran halkı, 8 yıl süren bu savaşta, binlerce şehit verme pahasına da olsa, bir karış toprağını dahi Saddam’a yedirmeyerek, yine ABD’nin arzusunu kursağında bıraktı. 11 Eylül ikiz kulelerin vurulmasının akabinde, Afganistan’ı işgal eden ABD, İran’ı da işgal etme arzusuna kapıldı. İran’ın gücünü ölçmek amacıyla, Fars Körfezi’ne getirdiği bir savaş filosuyla, bir saldırıda bulundu. İran’ın Devrim Muhafızları Ordusu, hücum botlarıyla bunlara arı gibi saldırdı ve bunları hezimete uğrattı. İran’ı işgal etmeyi gözüne kestiremeyen ABD, yeni yollar denemeliydi. Belki de en mantıklı yol devrimi içerden çökertmekti. Aynen öyle yaptı. Uzun bir yoldu bu, ancak şimdiye kadar denediği yollardan, daha ümit vericiydi bu yol.
İran’da yıllarca hüküm sürmüştü. İran’ı çok iyi tanıyordu. İran toplumu kozmopolit bir yapıya sahipti. Devrimcilerle aynı inanca sahip olmayan Yahudiler, Hristiyanlar, Mecusiler, Bahailer vardı. İslamcıların da mezhep farklılığı vardı. Ve etnik köken olarak, Farslar, Araplar, Azeri Türkler, Beluçlar, Lorlar ve Kürtler olmak üzere çokça bir etnik köken çeşitliliği vardı. Devrimle iktidarlarını kaybetmiş devrim aleyhtarı, şah yanlıları ve din derdi olmayan dünyaperestler vardı. Ayrıca Hz. Peygamberin başında olduğu bir hükümette kuranın tabiriyle Allah ve Resulüne düşmanlık edip Mescid-i Dırar’ı inşa edip, mescidi, Allah ve Resulüyle savaşmak için mevzi edinen münafıklar olur da, Peygamberin izinde gitmeye gayret eden bir peygamber evladının, başında olduğu bir hükümette, münafıklar olmaz mı? Evet, münafıklar da vardı. Düne kadar beraber çalıştıkları ve bugün hala beraber oldukları adamları vardı. Bu tablo ABD’nin Devrim’i yıkma planları için son derece ümit vericiydi. Devrim’i içerden yıkmak için bir şeyler yapılabilirdi. Nasıl olsa, diğer ülkelerde de istemediği iktidarları genelde işbirlikçilerinin eliyle değiştirmiş, bu konuda gayet tecrübeliydi. ABD, fikirdaşlarını, yandaşlarını ve satılık adamları buldu ve işe başladı.
ABD çok iyi biliyordu ki; bu yalın ayaklı halkı bu kadar güçlü kılan, onlara bu kadar direnme ve karşı koyma ruhiyesi veren, devrimi ve öncülerini canları pahasına savunmalarına sebep olan güç, bu halkın inancı ve iman gücüdür. Bu devrimci halk, AŞURA Mektebi’ne sahipti. Kerbela olayından, zalime ve zulme karşı direnme, canları pahasına imamlarını savunma ve şehadet dersini almışlardı. Velayet inancına sahiplerdi. Masum İmam’ın gaybeti döneminde de Veliyi Fakih’in önderliğine, velayetine (yönetme yetkisine) inanıyorlardı. Devrimin önderi, habire bir tek Allah’a kul olmayı bu halka telkin ediyordu. Allah’a tevekkül edin müstekbirlere karşı direnin diyordu. Ülkelerini işgal etmiş olan İsrail’e karşı, direnen bir avuç Lübnanlı Hizbullahî genç, yine bu inanca sahipti. ABD, başı bedenden ayırmak için, işte tam da buradan vurmalıydı.
İşbirlikçilerinin eliyle, İran içinde basın yayın organları kurdu, kitaplar bastı, gazeteler çıkardı. Yurtdışından yayın yapan çokça TV kanalları açtı. Üniversite kürsülerini kullandı. Panel ve konferansların yanında, zamanla sosyal medyayı çok aktif bir şekilde kullandı. İlk önce bu devrimci halka güç veren, inanç ve imanını hedef aldı. Sözde aydın işbirlikçileri Allah’ın varlığını, nübüvveti, vahyi, Kuran’ın güvenilirliğini, imameti, İmam Hüseyin’in kıyamını, mehdeviyeti, Velayet-i Fakih meselesini sorgulamaya başladılar. Amaç halkı inancında şüpheye düşürmek, imanını ta’zif etmekti. Nasıl olsa devrimin yetkilileri fikir özgürlüğüne inanıyorlardı. Fikir özgürlüğünün olduğu ortamda fikir çatışması yaşanır ama fikirler olgunlaşır halk bilinçlenir diyorlardı. Fikre karşı fikirle mücadele etmek gerektiğini söylüyorlardı. Bir yasaklama getirmiyorlardı. Her isteyenin istediğini, çok açık ve rahatça söyleyebildiği bu ortam, ABD’nin, amacını gerçekleştirmesi için tam da istediği bir ortamdı, ABD’nin sözde aydın işbirlikçileri işe giriştiler, pervasızca halkın inancını sorguladılar, şüphe icat edip, yeni teoriler ortaya attılar. İlim ve irfanını Ehl-i Beyt Mektebi’nden alan âlimlerin verdiği cevaplar ve fikirsel mücadele karşısında, ABD ve işbirlikçileri attıkları bu adımda da istedikleri başarıyı elde edemediler. Ama iş burada bitmeyecekti ve plan sadece bu değildi. Devrimi başarısız kılacak, halkı ümitsizliğe itecek, memleketi sorunlu ve sıkıntılı hale getirecek, neticede halkın bıkmasını, bezmesini sağlayacak ve sonunda isyan ettireceklerdi. İsyan eden halka önderlik ederek, halkın eliyle devrimi yıkacak, karşı devrim gerçekleştireceklerdi. Bu uzun yıllar ve uzun vadeli planlar isteyen bir işti.
Doğrusu, İran’da, yöneten iki güç vardı. Biri Rehberiyet makamı, diğeri halkın oyuyla gelen hükümet. Ulusal radyo televizyon organı, yargı, Nigehban Meclisi ve Devrim Muhafızları Ordusu gibi bazı birimler direk Rehberiyet makamına bağlıydı. Rehberiyet makamı bu organların başına gelecek kadroları direk kendisi seçiyor atıyor gerektiğinde azlediyordu. Ama millet meclisi ve hükümet halkın oyuyla geliyordu. Gerçi İran Anayasası’na göre seçilen cumhurbaşkanını onaylama yetkisi Rehberiyet makamına aitti ama Rehberiyet makamı, daima halkın seçimine saygı gösteriyor, seçtiği cumhurbaşkanı adayını onaylıyordu. Bu durum, İran’ı içten yıkma planları olan ABD için, açık bir kapı ve önemli bir avantajdı. Çünkü halka algı operasyonu yaparak, halkın eliyle arzuladığı hükümetleri başa getirme imkânı veriyordu.
Planlarını devreye soktular. İran’ı çevreleyen ülkelere askerî üslerini yerleştirip, İran’ı bu üslerle kuşattılar. Fars Körfezi’ne savaş filolarını getirdiler. Her gün bir sıkıntı çıkararak bir taraftan halka korku ve karamsarlık empoze ettiler, bir taraftan da, bu halka kültürel dejenerasyon yaşatmak için, medya ve sosyal medya yoluyla gayrı ahlakî yayınlar yaptılar. Batının, ahlaksızlıkta sınır tanımayan, lüks bir hayat yaşamaktan başka bir derdi olmayan, zevkperest ve dünyaperest kültürünü empoze ettiler.
Diğer taraftan uyguladıkları ambargolarla ekonomik sıkıntılar yaşattılar. Ekonomilerini felç etmeye çalıştılar. Dezenformasyon propagandalarıyla geleceğe dair ümitlerini kırdılar. Böylece halkın büyük bir kesimini etkileyerek “ABD’eyle barışalım huzur içinde yaşayalım” sloganlarını atan, liberal yandaş hükümetleri, halkın oyuyla başa getirdiler. Halkın seçimiyle gelen meclise ve devlet kadrolarına adamlarını yerleştirdiler. Sonrasında onların eliyle bu halka daha çok sıkıntılar yaşatarak isyan edecek noktaya getirme faaliyetlerine hız verdiler. Halk, Ruhanî’nin nükleer enerji müzakerelerine ümit bağlamıştı. Güya Ruhanî Hükümeti ABD’eyle anlaştığı zaman, bütün ambargolar kalkacak, bütün sorunlar bitecekti. Müzakere anlaşmayla sonuçlandı, milyonlarca İranlı sıkıntılar bitecek ümidiyle bayram etti. İran Hükümeti anlaşma gereği üzerine düşeni fazlasıyla yaptı, ama zaten amaç, anlaşmak, uzlaşmak, barış içinde yaşamak değildi. Halkı ümitsizliğe karamsarlığa itmek, Halka yaşatacakları sıkıntılarla halkı bezdirmek, isyan edecekleri noktaya getirmekti. ABD, anlaşma gereği verdiği sözleri tutmadı, ambargoları kaldırmadı. Anlaşma metnini yırtarak anlaşmadan çekildi ve daha çok ambargo uyguladı. Sonrasında daha büyük bir hata yaptı. Halkın gönlüne taht kurmuş, “Büyük Ortadoğu Projelerini” alt üst eden, akimete uğratan komutanları, Kasım Süleymanî’yi, alenen operasyon düzenleyerek şehit etti. Böylece ABD’nin gerçek yüzü ve gerçek niyeti ortaya çıktı.
Rehberiyet makamı sürekli, başta ABD olmak üzere, müstekbirlere güvenilemeyeceğini, onların şerrinden emanda kalmak için, direnmek ve güçlenmek gerektiğini, merhameti olmayan bu müstekbirlerin merhametine kalınmayacağını vurguluyordu. Rehberiyete bağlı birimler bu süre zarfında, nano teknolojisi, savunma sanayi, uzay teknolojisi, tıp ve nükleer enerji gibi alanlarda çok üstün başarılar elde etmişlerdi. Uzaya uydu göndermişlerdi. Radara yakalanmayan uzun menzilli füzeler, savaş uçakları, İHA’lar yapmışlardı. ABD’nin, ultra teknolojiye sahip olan İHA’sını birkaç dakika içinde düşürmüşlerdi. Ve yine Devrim Muhafızları Kudüs Ordusu, ABD ve müttefiklerinin, Arap Baharı adı altında, Tunus’tan başlattıkları ve İran’a doğru gelen, Ortadoğu ülkelerini istedikleri gibi yeniden dizayn etme amaçlı, halkların eliyle var olan hükümetleri devirme, yerine kendi güdümlerinde olacak hükümetleri getirme hareketini, Suriye-Irak ayağında başarısız kılmış, bu ittifakın maşası olan İŞİD gibi bir şer örgütünü darmadağın etmişti. ABD’nin Irak’taki üslerine füze yağdırmışlardı ve ABD kılını bile kıpırdatamamıştı. İran dış tehditlere karşı güvenli hale gelmişti. Hatta Lübnan Hizbullah’ı, yenilmez sanılan İsrail’i, İran’ın verdiği teknolojik ve manevi destekle yenilgiye uğratmış, Filistinliler, İran’ın verdiği teknolojiyle İsrail’e karşı direnme gücü elde etmişti. Bir taraftan bunun gibi nice başarılar dururken diğer taraftan, iktidarda olan liberal kanadın, ülkeyi düşürdüğü durum göz önündeydi. ABD’nin müzakerelerden çekilip daha sıkı ambargolar uygulaması ve Kasım Süleymanî’yi şehit etmesiyle, Rehberiyet makamının ne kadar haklı olduğu ortaya çıktı.
Halk uyandı gerçekleri görmeye başladı, müstekbirlerle baş etmenin yegâne yolunun rehberin dediği gibi direnmek ve güçlenmek olduğunu anladı ve son seçimlerde inkılapçı adaylara oy verdi. Hem meclis inkılapçı adayların ağırlıkta olduğu bir meclis oldu, hem de inkılapçı bir cumhurbaşkanı seçildi. Yeni gelen hükümet, meclisle el ele vererek, memleketi, düştüğü girdaptan çıkarmaya başladı. Çok ciddi adımlar attı. Evet, İran halkı, henüz devrimi yıkmak için, ABD’nin istediği kıvama gelmemişti. Henüz güçlü bir devrimci halk kitlesi vardı. Ancak bu devrimci hükümet, memleketin rant, işsizlik, enflasyon, kur, üretim, ticari ve diğer ekonomik sorunlarını hal edip, memleketi düze çıkardığı takdirde, halk, rehbere bağlı birimlerde olduğu gibi, diğer alanlarda da, zorba, dayatmacı müstekbirlere karşı direnmenin, yegâne yol olduğunu, bir kez daha görmüş ve anlamış olacaktı. Bir daha aldatıcı propagandalara kanmayacak, Devrimi ve Rehberiyet makamını desteklemekten el çekmeyecekti. Devrimci kitle, Rehberiyet makamının önderliğinde, yönetimin ve hayatın her alanında sorunlarını hal etmiş, insani ve ilahi erdemlerin diri olduğu, dini değerlere dayalı, diğer toplumlara örnek olacak, bilimde ve teknolojide ileri, her alanda güçlü, müreffeh, sosyal barışı sağlamış medeni bir toplum oluşturmaya doğru gideceklerdi. İşte bu, müstekbirlerin İran’da büsbütün yenilgiye uğramaları, İran ve Ortadoğu hakkında ümitlerini bir daha yeşermemek üzere kaybetmeleri, bölge halklarının uyanmaları, İsrail’in ve ABD’nin bölgedeki varlıklarının tehlikeye girmesi, zamanla son bulması anlamına geliyordu. Öyleyse artık her ne yapacaklarsa yapmaları gerekiyordu.
Her ne pahasına olursa olsun bu devrimci hükümet başarıya ulaşmamalıydı. İran içindeki ve dışardaki işbirlikçileriyle el ele vererek, İran içinde kargaşa yaratmalı, din, mezhep ve etnik köken farklılıklarını, halkın yaşadığı ekonomik sorun ve sıkıntıları kullanmalı, özgürlük ve demokrasi argümanlarından faydalanmalı bir şekilde halkı sokağa dökmeli, devrime karşı isyan ettirmeli, hükümeti çaresiz bırakmalıydılar. Yapabilirlerse, liberal kanatla devrimci kanadı karşı karşıya getirip çatıştırmalıydılar. Bu amaçla ellerine geçen bahaneleri bayrak etmeli, bahane yoksa içerdeki işbirlikçilerinin eliyle bahane üretmeliydiler. İçerde ve dışarıda, işbirlikçileri, yandaşları, fikirdaşları ve aldananlarla tek ağız olup, İran halkını baskı ve etki altına almalıydılar. Nasıl olsa, yalan haber yapmakta ve olayları çarpıtmakta ustaydılar. Aynen öyle yaptılar.
Mahsa Eminî’nin kalp krizi sonucu öldüğünü, polisin şiddetine maruz kalmadığını çok iyi biliyorlardı. Mahsa Eminî’nin, İslam Cumhuriyeti kanunları gereği, başörtüsü takması gerekiyordu. Kimsenin başörtüsünün altında saçları çıkmış, görünüyor olmasına bir şey dediği yoktu. Ama kanunen en azında başında bir başörtüsü bulundurması gerekiyordu. İran’a gelen yabancı kadın resmi makamlar bile, kanun gereği başörtüsü takıyorlar. İrşat Polisi’nin uyarısı üzerine, havaalanındaki onlarca yolcunun bulunduğu salona giren Mahsa Eminî, burada kalp krizi geçiriyor ve kaldırıldığı hastanede ölüyor. Amaç üzüm yemek değil, bağcıyı dövmek olunca doğrusunun ne olduğu önemli değildi. Önemli olan, olayın, İrşad Polisi’nin bulunduğu bir ortamda, başörtüsü için uyardığı bir zaman diliminde olmasıydı. Bu, olayı çarpıtarak, halkı tahrik edip sokağa dökmek için yeterliydi. Önceden işbirlikçileriyle birlikte hazırlıklarını yapmış, fırsat kollayan ABD ve yandaşları, harekete geçti ve hepimizin şahit olduğu o olaylar yaşandı. Eğer Mahsa Eminî bahanesi olmasaydı, uygun bir zamanda, kendi işbirlikçilerinin eliyle, provokatif olaylar çıkararak planlarını icra edeceklerdi.
Peki, bundan sonra İran’da neler yaşanabilir? Devrimin kırk yıllık geçmişine ve bu günkü durumuna bakıldığında, bundan sonra neler yaşanabileceğini kestirmek çok ta zor olmasa gerek. ABD ve yandaşlarının, dışarda ve içerdeki işbirlikçilerinin yardımıyla, otuz yıldır icra ettikleri planlar ve uyguladıkları dezenformasyon halkın belli bir kesimini etkilemiş, batı hayat tarzına özentili, dini değerlere karşı duyarsız hale getirmiştir. Hatta bazılarında dini değerleri, kalkınmanın ve arzuladıkları yaşamın önünde bir engel görme algısını yaratmıştır. Bunların sayıları her ne kadar fazla olmasa da, azımsanmayacak kadardır. İran’ın bu günkü bu durumu ve kozmopolit yapısı dikkate alındığında, ülkede çok ciddi iç kargaşa ve çatışmalar yaşanabilir. Bu potansiyel var. ABD ve yandaşları ellerinden geleni artlarına koymayacaklardır. Çünkü bu, ümit bağladıkları son koz ve Devrim açısından, düze çıkmak için son dönemeç. Ancak Devrimin kırk yıllık geçmişine ve devrimci kesimin potansiyeline bakıldığında, her ne kadar iç kargaşa ve iç çatışma yaşansa da, görünen o ki, ABD ve yandaşlarının, devrimi yıkma arzusu yine kursaklarında kalacaktır.