"Hülâgû Han önce İstanbul'a doğru hareket etmek istiyordu. Ama Hace Tûsî onu bu fikrinden caydırdı ve Bağdat’a; artık zulmün merkezi olmuş olan Abbasilerin hilafetine son vermek için tahrik edip sürdü."
Çağdaş İran edebiyat üstatlarından Prof. Dr. Cemaleddin-i Humaî 1969 senesinde yayınladığı ‘Hâce Nasîrüddîn-i Tûsî’nin Teorik ve Pratik Felsefe’ye Bakışı’ adlı eserinde Tûsî’nin Firdevsî, Şeyh Tusî, Gazzalî, Nizâmü’l-Mülk ve Şeyh Ebu Cafer’in vatanı olan Horasan’a bağlı Tus şehrinde dünyaya geldiğini yazar ve bu yüzden ‘Tusî’ lakabını aldığını not düşer.
Farklı bir kaynakta ise Hâce’nin Tus değil de Hamedan’ın ‘Behar’ adlı bir kasabasında dünyaya gözlerini açtığı lakin daha sonra Tus’a yerleştiği için ‘Tusî’ lakabını aldığı dile getirilir. İşte bu yüzdendir ki Nasîrüddîn-i Tûsî Türk müdür yoksa Fars mıdır tartışması baş gösterir. Ama kanımızca önemli olan Hâce’nin bir millete mal edilmesi değil tüm İslam âlemine ve hatta dünyaya mal olmasıdır.
Tusî’nin doğduğu yıl hakkında farklı bilgiler mevcuttur. Araştırmacıların çoğu onun Hicri Kameri 597 (Miladi 1201) senesinde doğduğunu yazarken Lübnanlı tarihçi Corci Zeydan ve Doğu bilimci Carl Brockelmann gibi kimseler ise 1211 senesinde dünyaya geldiğini belirtmektedirler.
Ama genel kanı üzerinden ilerlediğimiz takdirde Nasîrüddîn-i Tûsî 1201 senesinin 17 Şubat’ında Cumartesi dünyaya gelmiştir.
Küçük yaşlarında zekâ ve çalışkanlığı ile ailesi ve öğretmenlerinin takdirini toplayan Hâce, ilk eğitimini babasının dizi dibinde almış daha sonra ise kendi döneminin en önemli isimlerinden birisi olan Ferîdüddin-i Dâmâd’ın yanında okumaya başlamıştır. Ferîdüddin kendi dönemi ulemasından farklı bir düşünce yapısına sahip olduğu için eğitimde yalnızca İslam hukuku ve diğer benzer ilimlerin yanı sıra Yunan ve Doğu felsefesine ağırlık verir. Öte yandan diğer akli ilimleri de bir hayli önemser. Nitekim Ferîdüddin-i Dâmâd’ın ders aldığı önemli isimlere baktığımızda ipin ucu Doğu’nun Aristosu olarak bilinen İbn-i Sina’nın en yetkin talebesi mantık, matematik, felsefe ve astrolojide nam salmış meşhur Türk filozofu Ebu’l Hasan-i Behmenyar’a (993-1066) kadar uzanır. Hal böyle olunca da Ferîdüddin tüm engin bilgisini ümit bağladığı öğrencisi Hâce’ye aktarmış ve karşımıza bugün dahi adından hürmetle bahsedilen bilim dünyasının temel taşlarını koyan Hâce Nasîrüddîn-i Tûsî çıkmıştır.
İşte böylece biz, Tûsî’nin ilim alanında ortaya çıkışını kutlu bir zincirin sonunda görüyoruz. Hâce hakkında araştırma yapılan eserler kurcalandığında onun henüz genç denecek yaşlarda oldukça geniş bir bilgi ve malumata, güçlü bir hafızaya, kendine özgü bir düşünce yapısına ve hepsinden önemlisi sorgulayan bir kimliğe sahip olduğunu yakından görüyoruz. Zaten onun daha sonraki yorucu, ıstıraplı ve keşmekeşlerle dolu yaşantısı da bu sorgulamanın getirisi olarak karşısına çıkıyor. Mekân ve zaman gözetmeksizin haklı sorgulayışları onun birçok yerde derin eleştiri ve ithamlara maruz kalmasına neden olmuştur.
Çocukluğundan itibaren ilme olan iştiyakı, Tûsî’yi adı herkesçe bilinen birisi yapmaya yetmiştir. Bu ün Kuhistan bölgesinin İsmâilî hâkimi Nâsırüddin-i Abdürrahîm b. Muhteşem’e kadar ulaşır. Tûsî’yi Kuhistan’a davet eden Abdürrahîm b. Muhteşem; bitmek bilmeyen Moğol istilası yüzünden huzuru kaçan Tûsî için oldukça cazip bir tekliftir ve bunu zaman kaybetmeden kabul eder.
Kuhistan’daki ilk dönemlerinde kendisine verilen desteğin yardımıyla orada ilmî faaliyetlerini yürütmek için uygun bir ortam yaratan Hâce; özellikle felsefî ve diğer akli ilimlere dair eserlerinin çoğunu burada yazmıştır.
Ama zamanla kendisi ve İsmâilîler arasındaki görüş ayrılıkları palazlanmış, bunun getirisi olarak da çok müşkül durumlara düşmüştür. Kaynaklar bunun başlıca sebebinin onun Abbâsî Halifesi el-Müsta’sım-i Billâh’a yazdığı bir mektuptan kaynaklandığını ve halifeyle mektuplaştığını öğrenen Kuhistan hâkiminin bunun üzerine onu ev hapsinde tuttuğunu; bir zaman sonra İsmâilîler’in merkezi olan Kazvin’deki Alamut Kalesi’ne gönderildiğini yazar.
Ama ne olursa olsun Tûsî 22 yıla yakın İsmâilîler’in yanında kalmış, içinde bulunduğu ağır şartlara rağmen yukarıda da belirtildiği üzere astronomi, felsefe, mantık ve diğer ilimlere dair birçok değerli eserini bu zaman zarfında burada kaleme almıştır. Zaten anladığımız kadarıyla şair ruhunu da burada edinmiş ve başından geçen ibret verici olayları böylece gizliden gizliye kâğıda dökmüştür.
Alamut Kalesi’nde de zor günler geçiren Tûsî’nin, daha sonra İsmâilî imamı Alâeddin Muhammed’in bir gece vakti yatak odasında bir suikast ile öldürülmesi üzerine tahta geçen oğlu Rükneddin Hürşah zamanında bir nebze de olsa zorluk ve meşakkat dönemi sona ermiştir.
Rükneddin Hürşah babasına nazaran biraz daha gizli ilimlere meraklıdır ve astrolojinin verdiği bilgilere güvenmektedir. Bu da onun Hâce Nasîrüddîn-i Tûsî’ye her konuda danışmasına neden olmaktadır. Bu dönem Alamut Kalesi’nin de sıkıntılar içerisine girdiği bir zaman dilimidir. Bir taraftan Moğollar durmadan kaleyi ele geçirmek için baskılarını arttırırken bir diğer taraftan da Bağdat’taki Abbasî Halifesi ile aralarında olan gerilim günbegün şiddetini arttırır. Artık yenilmez sanılan İsmâilîler yavaş yavaş güç kaybetmeye ve fethi imkânsız görülen Alamut Kalesi’nin tepesinde kara bulutlar dolaşmaya başlar. Bunca sıkıntı içerisinde dahi aklı ve icraatları ile Hâce İsmâilîler’in nezdinde oldukça değerli birisi olmaya tekrar başlamıştır.
İşin özünde Hâce, bir ülkenin başında gerçek bir söz sahibi olsa idi; yaşadığı o diyar hiç kuşkusuz âlem üzre olan memleketler arasında parmakla gösterilecek bir konumda olurdu. Çünkü yazdığı siyasal-sosyal hayata dair metinler ya da iktisat ve yöneticiliğe dair kaleme aldığı eserler onun bu konuda ne denli maharetli olduğunu ortaya koyuyordu. Zaten bu yüzden Alamut Kalesi Moğollar’ın saldırısına uğrarken Rükneddin Hürşah ilk Hâce Nasîrüddîn-i Tûsî ile istişare etmişti.
Nitekim bu istişare de sonuç verir ve Hâce, Rükneddin’e Hülâgû Han’a direnmeden teslim olmasının daha mantıklı olduğunu söyler ve gizlice bu bölgeyi terk etmesini öğütler. Zaten öyle de olmuştur ama sonuçta Hülâgû’nun 1256 yılında Alamut ve çevresindeki kaleleri zapt etmesi ve son İsmâilî imamı Rükneddin Hürşah’ı yakalayıp katletmesiyle bu dini ideoloji ve güç büyük bir yenilgiye uğrar.
Hülâgû Han ele geçirilmesi imkânsız olarak görünen Alamut Kalesini hiçbir direnç gösterilmeden önünde bulunca şaşkınlığını gizleyemez ve konuyu enine boyuna araştırıp Hâce’nin buna hükmettiğini anlar ve o andan itibaren Hâce Nasîrüddîn-i Tûsî Hülâgû’nun yanında eli öpülecek bir şahsiyet olarak yer alır.
Bazı kaynaklar her ne kadar senetleri zayıf da olsa Hâce’nin Hülâgû’nun veziri olduğunu kaydederler. Haksız da değillerdir çünkü artık Hülâgû zor ve çetrefilli tüm konuları Hâce’ye sormakta ve sonunda da onun dediğini kabul etmektedir. Hatta Hülâgû’nun Arab hilafetine son vermek için atlarını Bağdat’a çevirmesi dahi Nasîrüddîn-i Tûsî’nin isteği üzere olmuştur dersek yanılmayız.
Ravzatu’s-Safa adlı tarih kitabı yaşananları şu şekilde nakleder:
“Hülâgû Han önce Konstantiniyye’ye (İstanbul) doğru hareket etmek istiyordu. Ama Tûsî onu bu fikrinden caydırdı ve Bağdat’a; artık zulmün merkezi olmuş olan Abbasilerin hilafetine son vermek için tahrik edip sürdü. Sarayda olan diğer devlet erkânı da bu fikri benimsemiş ama Hülâgû Han yine de müneccimbaşına danışmayı tercih etmişti. Yıldızların anlattığına göre Abbasilere karşı el kaldıran kim varsa hepsi helak olup gitmişti. Çünkü onlar Allah’ın halifesi ve Hz. Peygamberin varisi idi. Eğer böyle bir işe kalkışılırsa tüm atların telef olacağı, askerlerin ağır hastalıklar geçireceği, yağmurun bir daha yağmayacağı, yerden tek bir sarı başak dahi çıkmayacağı hepsinden öte şahın (Hülâgû Han) bu hamlede mat olacağı vb. kıyamet senaryoları Hülâgû Han’a sunulmuştu. Bunları duyup hiddetlenen Hülâgû soluğu kendisini bu işe teşvik eden Hâce’nin yanında aldı ve ondan bir izahat bekledi. Bu olay karşısında oldukça sakin ve dingin kalmasını bilen Hâce kurduğu birkaç cümle ile Hülâgû’yu artık Bağdat için yolcu etmeyi başarmıştı. Çünkü bunca Abbasi Halifesi kâh birbirlerini öldürmüş, kâh isyan ve savaşlarda ölmüş, kâh suikasta uğrayarak ölmüştü lakin dünya üzerinde hiçbir felaket meydana gelmemişti. Yağmur yine yağmış, otlar tekrar bitmiş, atlar yine şahlanmıştı…”
Derken hazırlıklar yapılır ve Bağdat’a doğru yola koyulurlar. Zaten çok geçmeden 1258’in Şubat Ayı’nda Bağdat düşer ve Abbasiler tarih sahnesine gömülür.
Ama Hülâgû Han yine de müneccimbaşının kendisine telkin ettiği düşüncelere takılmış ve Abbasi Halifesi el-Müsta’sım-i Billâh’ı başta öldürmekten içtinap etmiştir. Hâlbuki bu davranış Hülâgû’nun karakterine taban tabana zıt bir harekettir. Öte yandan veziri olan Hüsameddin de ara ara müneccimbaşının dediklerini Hülâgû’ya tekrar etmekte ve eğer halifeyi öldürürse güneşin tutulacağı ve artık dünyanın gün ışığına hasret kalacağını söyleyip durur ve aklını karıştırır. Yargılayan kimliği ile olaya müdahil olan Hâce Nasîrüddîn-i Tûsî, Hülâgû’ya Yahudilerin Zekeriya ve Yahya peygamberleri acımasızca öldürdüğü zaman dahi güneşin sırtını bizlere dönmediğini söyleyerek bunların yalnızca bir kuruntu olduğunu der ve ardından Abbasi Halifesi idam edilir.
Bu yaşananlar vezir ve müneccimbaşının Hülâgû’nun gözünden iyice düşmesine sebep olur ve Hâce sarayın en yetkin ismi olarak anılmaya başlar.
Kısa bir süre sonra ise hep arzuladığı ve insanlık için büyük bir hizmet olan Merâga Rasathanesi için Hülâgû Han’dan izin alır. Yalnızca izin almaz rasathane ve gözlem evinin yapımı için harcanacak bütçeyi de ondan tahsil eder. Zaten bu büyük başarısının ardından Nizâmü’l-Mülk’ün Bağdat’ta kurduğu Nizâmiye Akademisi’nden hiç de geri kalmayacak güçlü bir akademi kurar ve kendi döneminin ünlü matematikçi, astrolog ve diğer ilimlere ait tanınmış isimlerini bir çatı altına toplamayı başarır. Bağdat’ın fethi yine Hâce Nasîrüddîn-i Tûsî’nin işine yarar ve başta Bağdat olmak üzere Suriye, Mezopotamya özellikle de Alamut Kalesi'nden toplanan 400.000 eser ile dönemin en nadide kütüphanelerinden biri yine bu rasathanede oluşturur.
Önemli bir not olarak düşülmesi gereken bir konu ise; Tusî’nin Moğollarla Arapça ve Farsça konuşmayıp yalnızca Türkçe konuşması, rasathanenin Hülâgû Han’ın rıza ve desteği ile yapılması nedeniyle bir Türk filozofu olduğu ifadesi onun için yerinde olacaktır.
Bir diğer konu ise Hâce’nin İsmâilîlik’ten vazgeçtiğini açıkça ilân ettiği bu evre, onun müspet ilimler ve Meşşâî felsefesiyle ilgili çalışmaları yanında felsefî kelâm alanında da yazdığı eserler dönemidir.
Tûsî, Fahreddin er-Râzî ile sistematik bir kimliğe bürünen felsefî kelâm geleneğinin temsilcilerinden biri ve On İki İmâm Şiiliği içerisinde felsefî kelâmın ilk kurucusu olmuştur.
Hiç şüphesiz Tûsî İslam âleminin en büyük âlimlerinden birisidir. Bu bağlamda Şiiliğin en güçlü isimlerinden birisi olan Muhakkik el-Hilli (1205-1277) ‘İstişbabu’t-Teyasur el-Kıbla li Ehl-i’l-Irak’ adlı eserinin girişinde Tûsî’nin büyük bir Şii âlimi olduğunu dile getirirken onun hakkında şu unvanı kullanır: ‘O, ustadu’l-Beşer ve el’aklu’l-Hadiye A’şardır (İnsanlığın öğretmeni ve 11. Akıldır)’
Daha sonraki yıllarda Abaka Han’la (1234-1282) devlet işlerini bir yoluna koymak için Bağdat’a giden Hâce 25 Haziran 1274 yılında hastalanarak vefat eder ve Ehl-i Beyt İmamlarının yedincisi olan İmam Mûsâ el-Kâzım’ın (as) türbesine defnedilir.
Merâga Rasathanesi ise onun vefatından sonra da faaliyetlerine devam eder lakin 1300 senesinde yaşanan bir depremde büyük hasar görür ve çalışmalar durur.
Hâce Nasîrüddîn-i Tûsî birebir 100’den fazla âlim ve bilim adamı yetiştirerek de bilime çok fazla katkı sağlamıştır. Hülâgû Han’ın emriyle maliye konuları ve devlet işleri meseleleri için kayda değer eserler yazmış, tıp hakkında doyurucu bilgiler kâğıda dökmüş, oldukça iddialı bir Farsça sözlük hazırlamış, musiki için bir eser dahi kaleme almıştır. Zîc-i İlhânî ile matematik, geometri ve astrolojiye dair gerçek bir kaynak eser miras bırakmıştır. Arapça ve farsça 30 bölümden müteşekkil bir takvim ve bunlara ilave olarak da yerkürenin hareketine dair yazdığı risale de önemli eserleri arasındadır.
Hâce Nasîrüddîn-i Tûsî’nin hayatına dair eldeki zengin kaynaklar araştırıldığında iki-üç sayfalık bir biyografi değil de başlı başına bir kitap yazılması zaruridir.
Tûsî’nin hayatını tekrar kısaca şöyle özetleye biliriz: Aslında zor bir hayat yaşayan Hâce yirmili yaşların başında daha henüz öğrenci iken Moğol istilasına uğrayan Horasan’da yaşamakta ve o da yüzbinlerce insan gibi yaşadığı toprakları terk etmek zorunda kalır.
Dönemin önde gelen bilginleri öldürülür ve neredeyse yarım milyon insan yok olur gider. İşte Hâce böylesi bir kan gölünde yüzmeye başlar. Derken kendisini Horasan eyaletinin kuru çöllerinde Kuhistan adlı bir bölgede bulur. O bölgenin hâkimi olan İsmâilî mezhebine bağlı Nasîrüddîn-i Abdurrahman ilme ve sanata değer veren bir hükümdardır. Bu şekilde Hâce onun himayesine girer ve başta önemli eserlerin tercümesi olmak üzere birçok ilmi sahada faaliyetlerine başlar.
Daha sonraki yıllarda Hâce’nin burada kalması şimdiye değin tarihçiler arasında hep tartışmalı bir konu olagelmiştir. Bir kısım tarihçi onun bu kalelerde bir esir gibi tutulduğunu naklederken bir diğer kısmı ise İsmâilî fedailerin yanında kendini emniyette hissettiği için gönüllü olarak kaldığını söyler.
O dönemde İsmâilîlerin yanında kalması ise bir zorunluluk gibi gözükmektedir. Hâce bir bilim adamıdır ve ilimle içli dışlı olan İsmâilîler bu fırsatı ellerinden kaçırmak istemez ve ona istediği her şeyi sunarlar. Bu sayede Hâce’den ilmi açıdan yeteri kadar yararlanmayı başarırlar. Hâce için de bu durum çok da kötü değildir. Kendisinin de bir İsmâilî gibi davranmasının yeni ilmi faaliyetleri için yarardan başka yanı yoktur. İlim için bunları mubah görmekte ve 12 İmam’ın yolunda olduğunu da rahatça gizleyebilmektedir.
Bir başka açıdan olayı irdeleyecek olursak Hâce Nasîrüddîn-i Tûsî Alamut Kalesi’nin Hülâgû Han’a verilmesi için var gücüyle çalışmış ve bunu da başarmıştır. Hâce’nin ilmi faaliyet ve özellikle de astroloji konusunda olan bilgisini de işiten İlhanlı Şahı Hülâgû Han Hâce ile daha ilk görüşmelerinde ona saygı göstermiş ve onunla beraber devam edebileceğini kendine kabullendirmiştir. Nitekim Hz. Peygamber’in hanedanı olan Ehl-i Beyt İmamlarına kök söktüren Abbasilere karşı 15 ay sonra yapılan taarruz ve Bağdat’ın düşürülmesi de Hâce’nin fikridir.
Ayrıca Hâce Nasîrüddîn-i Tûsî’nin bu fikri; Erdebil, Tebriz ve Azerbaycan gibi Türklerin yoğun olduğu bölgelerin bir nevi Moğol istilasından kurtulmasına da vesile olmuştur. Eğer kalelerin direnişi biraz daha uzun sürmüş olsa idi Moğollar orayı kuşatma altında tutup atlarını Türklerin yaşadığı bölgelere sürmeleri işten bile değildir. Hâce’nin bu hareketi ve daha sonra gelişen olaylar okları Bağdat’a çevirmiş ve diğer yerler çok fazla zarar görmeden bu istiladan kurtulmuştur.
Hâce’nin hayatına baktığımızda bilimin ve insanlığın kurtulması için satranç tahtası başına oturmuş bir oyuncu gibi hamlelerini oldukça dikkatli attığını görmek mümkündür.
Sözün özü Hâce Nasîrüddîn-i Tûsî; hayatını insanlığa adamış, kendisine saygı duyulacak ve rahmetle anılacak bir bilim adamıdır.
Ama yine de İran’da doğmuş bu büyük şahsiyet için şu ana kadar farklı ülkelerde birçok çalışma yapılmasına karşın ülkemizde bu konu üzerine güçlü bir araştırma olmamıştır. Bu konuya ağırlık veren ülke ise Hâce’nin Türk olduğu konusunda direten Azerbaycan olmuştur. Ama yine de bu konuda uluslararası sempozyumlar düzenleyen ve birçok araştırmaya imza atan İran İslam Cumhuriyetini de yabana atmamak gerekir.