.
.

Bismillâhirrahmânirrahîm

Mekke'nin Aslî İsimleri ve Kökeni

Mekke, İslam ümmetinin kıble olmak bakımından en mukaddes şehridir. Bu sebeple Müslümanlara ehl-i Kıble adı da verilir. Mekke'nin diğer ismi Bekke'dir. Hadislerimize göre Bekke kelimesi gerçekte Kâbe’nin bulunduğu konumun ismidir.[1]

Bekke'nin günümüzdeki yaygın manası insanların izdiham yeri anlamındadır. Bu mana bazı hadislere de yansımış, Kâbe’nin etrafında izdiham yaratılan kısmının adı Bekke olarak verilmiştir.[2] Bazı hadislerde de Mekke'nin kendi adı Bekke olarak geçer. [3] Bu hadislerin arasında bir tezat yoktur. Zira ilk başlarda Bekke, yani Kâbe’nin bulunduğu konum, insanlık için karar verilen evlerin ilki olmuş, bu bölgede onun adıyla tanınan ilk kasaba kurulmuş, bunun ardından Hac yeri olarak belirlenince, insanlar onun etrafında izdiham yaratmışlar ve Kâbe’nin etrafı bu izdiham sebebiyle "izdiham yeri" manasında Bekke olarak adlandırılmaya başlanmıştır. Mekke isminin kendisi ise, rivayetlerde ilk kıta olarak bilinen Pangea döneminde, buzların altından kara parçalarının çıkışı zamanında ilk olarak Mekke bölgesinden karaların etrafa yayılması olarak gösterilir. Ayrıca Mekâ/Mekkâ kelimesi Sümer-Akkad gibi Bâbil dillerinde ev anlamında kullanılmıştır.

Arabistan bölgesinde çöllerde Hz. İsmail'den evvelki asırlarda yaşayan Sami Amalika halkının boylarından birisinin Akkad halkından olması, bunların Mezopotamya'ya göçmeden evvel Mekke'deki Beytullah'ın örflerindeki yeri sebebiyle bu kelimeyi ev anlamındaki kullanmış olmaları mümkün gözüküyor.  Bazı İslam öncesi Yunanca haritalarda Mekke için kullanılan Makoraba gibi isimler bu manaya destekler niteliktedir. Çünkü Hicaz sahiline yakın Eritre ve Kuzey Etiyopya'daki Geez dili gibi bazı Sami dillerinde de bu kelime "Rabb'in evi" anlamında kullanılır. Fakat hadislerde Bekke'nin Kâbe evinin konumunun adı olduğu dönemlerde adının ne olduğu hakkında Şiî nakillerde Kuleynî'nin naklinde [4], "Bessâse", Sünnilerden Cezerî'nin En-Nihâye'deki naklinde "Bâsse" ismi yer almıştır. Bu ismin manası o nakillere göre bu kasabada hatakârı cezalandırma mesajı içeren Bessehû yani "onu dışladı" fiiliyle ilintilidir. Nakillere göre Hz. Âdem yükseklikte bulunan cennet bahçesinden Mekke'ye inmiş, ilk haccını yaptıktan sonra Mezopotamya'ya yerleşmiş, Kûfe Mescidi’ni ev edinmiştir.

Bilim adamlarınca ortaya atılan modern insanlığın sahil ötesindeki Sudan'dan yayıldığı ve Mezopotamya'da yaşamış bir erkek bireyin soyundan geldiği bilgisi bu doğrultuda anlaşılabilir. Nitekim Basra merkez camiinin kıble tarafında metfun Hz. Habil'in adaşı olan oğlunun ve Hz. Şeys'in soyundan olan Hz. Nuh'un eşi, üç oğlu, bir kızı ve eşlerinin de içlerinde olduğu gemisindeki kırk çiftin soyundan günümüzdeki insanlığın türediği de rivayetlerimizden anlaşılıyor.

Bekke sıfatı ve Besse fiili, Mekk fiil köküyle birlikte Arapça'da manası belli olduğu hâlde yok denecek derecede en az kullanılan kelimelerden biri olduğu için, kelimenin kökeninin Afrika-Asya dilleriyle bağlantılı bir ilkel kelime olup eski bir dile dayandığı ve ön insan diline ait olduğu söylenmelidir.

Kâbe’nin İnşa Edilme Tarihi

Kâbe ne zaman inşa edildi? Bu hususta bazı hadislerde Hz. Âdem'in o evi inşa ettiği belirtilse de, kimi hadislerde Kabe'nin Hz. Âdem’in yeryüzüne inişinden evvel de mevcut olup meleklerin ziyaret mekânı olduğu belirtilmiştir. Lübnanlı Şeyh Cevad Muğniye, Hz. Âdem’den öncesine işaret eden hadisleri haber-i vâhid bilmekle bunları Kur'an'ın zahirine uygun görmediğini belirtmek istemiştir. Fakat insaflı bir incelemeden sonra bunlardan belli bir bölümünün senedinin muteber olduğu gözlemlenmektedir. [5]

Dolayısıyla:

"insanlar için tayin edilen ilk ev muhakkak ki Bekke'de olandır ki, mübarek ve âlemler için hidayettir."

Âl-i İmran / 96

Ayetinde insanlar için tayin edilme/konulma, Hz. Âdem yaratılmadan önce onun nesli için takdir edilmiş olma anlamı taşımış olur. Hz. Âdem’den önceki insansıların bunda bir payı olup olmaması malum değildir. Bilinen tek husus, muteber Şia rivayetlerinin büyük ekseriyetinin Hz. Âdem'in Safa tepesine inişi sebebiyle o Hazretin Safiyyullah (Allah'ın seçkini) lakabı sebebiyle Safa adının tepeye verilmesi, Hz. Havva'nın Merve tepesine inişi sebebiyle mer'e yani "kadın" kelimesi kökünden o tepeye Merve adının verilmesidir. Hz. Âdem’in kimi rivayetlere göre Safa tepesinin üzerinde Kâbe’ye doğru secde hâlinde kırk gün ağlaması konulu hadislerimizden, Hz. Âdem'in dev boyu ile ilgili Talmud kaynaklı olup Ehl-i Sünnet kaynaklarında yaygın olan ve az sayıda kaynaklarımıza da sirayet etmiş rivayetlerin doğru olmayışı anlaşılabilir.[6] Günümüzde Safa tepesi sekiz metrelik bir yüksekliğe sahip olup tarihte bunun biraz üzerinde olmuştur. Dolayısıyla Hz. Âdem'in 30-35 metrelik bir boyu olduğunu iddia etmek bu meşhur nakillere bakılınca çok güçtür.

Peygamberlerin Kıblesi ve Haccı

Hz. Âdem zamanından Nuh tufanına kadar Kâbe’nin yeri belli olsa da, ezcümle Seyyid ibn-i Tavus'un nakli gibi nakillere esasen Hac mevsimi haricinde, Hz. Âdem’in kıblesi batıya, Hz. Nuh'un kıblesi doğuya doğru olmuş, Hz. İbrahim Kâbe’nin temellerini yükseltince onu kıble edinmiştir. Hz. Musa (a.s) Hz. Âdem (a.s) gibi batıyı kıble edinmekle emredilmiş, Hz. İsa (a.s) ilahi emir doğrultusunda doğuyu kıble edinmekle Hz. Nuh'a (a.s) uymuştur. Peygamber Efendimiz (s.a.a) ise Hz. Süleyman (a.s) döneminde mabette kutsal emanetler saklandığı için Yahudilerin kıblesi hâline gelen Mescid-i Aksa'dan sonra Kâbe’yi kıble edinmekle emredilmiştir.[7] Bu yüzden Müslümanlar kıblelerinin doğunun ve batının ortasında oluşu sebebiyle ümmet-i vasat olarak anılmıştır.[8]

İmamlarımızın hadislerinde, Peygamberlerin Hac ameli için Kâbe’ye gidişi hususunda rivayetler göze çarpmaktadır. Hatta hadisler bu konuda bütün Peygamberlerin siretinde bunun mevcudiyetine Kur'anî olarak Hz. Şuayb'ın kızını ona vermek istediği Hz. Musa'ya sekiz yıllığına çobanlık teklifinde sene yerine hicec kelimesini kullanmasını delil gösterir.[9] Hicec ifadesi sene anlamına gelse de, asıl manası bir kere hacca gitmektir. Yani bir Hac mevsiminden öbürüne kadarki bir yıllık araya tekabül eder. Hz. Musa'nın 70 peygamberle Mısır Remle'sinden ihram giyerek Ravhâdan geçip hacca gidişi bu konudaki örneklerdendir.[10]

Bu zahiren o dönemde Remle'nin Mısır yönetimi kontrolünde olduğunu gösterir.

Hz. Musa'nın İsrailoğullarıyla hacca gidişi Tevrat'ın İbranicesinde de aynı anlamı veren hagg kelimesiyle işlenmiştir. Hattâ İslam düşmanı Siyonist Dennis Avi Lipkin bu hususta, "Return to Mecca" (Mekke'ye dönüş) kitabını yazarak Mekke'nin de Yahudiliğe ait olduğu iddiasında bulunmaya çalışmıştır. Hz. Davud ile ilgili Yahudi Hristiyan kutsal kitabındaki bu ibareler Müslüman bilginlerce hacca yorumlanır:

Hz. Davud (a.s) buyuruyor: "Geyik nasıl suyun akışının hasretinde ise, gönlüm de senin hasretinde ey Allah'ım! Gönlüm Allah'a, yaşayan Allah'a susuyor. Ne zaman gidip Allah'la mülakat ederim? Gözyaşlarım gece gündüz yiyeceğim olmuş. O hâlde ki, insanlar bana gün boyu diyorlar: "Allah'ın nerede?"

Gönlümün içindekileri döktüğümde, Allah'ın evine gittiğim ve kudret sahibinin yardımıyla sevinç ve hamd ile hacı kalabalığının arasında bağırdığım  zamanları hatırlıyorum."[11]

Hz. İsa ile ilgili de Hac hususu rivayetlerimizde de göze çarpar.[12] Yuhanna İncilinde de bunu destekleyici bir ibare vardır:

"Dünya görsün ki ben babayı seviyorum ve babamın bana emrettiğini harfiyen yapıyorum: "yüksel, Mekke'de in."[13]

Aramice'de "qumū nīzal Mekkā" ibaresi burada mevcuttur.

Görüldüğü kadarıyla, Kâbe’nin temelleri Hz. Nuh'un (a.s) tufanı döneminde de mevcut olduğu ve sular Kâbe’ye erişmediği için, halkın bir bölümü Kâbe’nin dakik yerinden emin olmasa bile, temelleri daha yükseltilmemiş Kâbe’nin haccını yapmaya sonraki peygamberler de gelmişlerdir. Hz. İbrahim'den sonra ise Kelîmî ve Mesîhî şeriatında Kâbe’nin haccı bütün halka farz olmasa bile, Peygamberlerin hepsinin Hac yaptıkları vurgulanır. Bu iki şeriatın halkı bazen peygamberleriyle beraber Kâbe’nin haccını yerine getirmiş, fakat kendi Hac mekânları da mevcut olmuştur.

Örnek olarak, El-Halîl bölgesinde Hz. İbrahim ve hanedanının mezarının orada olduğu Makpela mağarasında, M. Ö. 8.-7. Asırlara ait, bulunan Urşelim gibi bölgelerden getirilip oraya sunulmuş İsrailoğulları yapımı stil taşıyan dört çanak çömlek, Bâbil esareti öncesinde Yahuda devleti ve İbraniler nezdinde bu bölgenin yaygın ve saygın bir Hac merkezi konumunda olduğunu göstermektedir.[14] Hz. İbrahim'in (a.s) sık sık uğradığı bir bölge olan güney Filistin'deki Nakib/Necef çölünde inşa edilmiş bir kale, Hz. İbrahim'in o zamanlar kabul gören ve adına hürmet edilen büyük bir şahsiyet olduğunu göstermeye yeterlidir. Bu kalenin adı "Abram kalesi" olarak en geç M. Ö. 925, en erken M. Ö. 945 yılına tarihlenen Mısır Firavun'u I. Şeşonk'un Filistin seferinde zafer kazanılan bölgelerdeki yapıtlardan biri olarak Karnak'taki Amon tapınağının duvarlarındaki kabartılarda kayda geçmiştir.[15] Abram Hz. İbrahim'in kendi anadilindeki ismidir.

Hz. Hacer ve İsmail'in Mekke'ye Bırakılması

Hz. Sara'nın kıskançlık ve tahammülsüzlüğü üzerine Hz. İbrahim (a.s) oğlu Hz. İsmail (a.s) ve onun annesi olan Mısırlı cariyesi Hz. Hacer'i (s.a) Allah-u Teâla’nın emriyle ekin bitmeyen bir vadide bırakmakla emredildi. Sahih rivayetlere göre, bu esnada Hz. İsmail sekiz, Hz. İshak üç yaşında idi ve Hz. İbrahim (a.s) rüyada bir meleğin kendisine oğlunu kurban ettiğini gösterdiğini müşahede etmişti. Bu sebeple oğlunu Hac mevsimi günlerinde Mekke'ye götürürken, ona bu durumu açıkladığında, o sabredenlerden olmayı dileyerek bunu yapmasını babasından ister. Hz. İsmail'i (a.s) kurban olayı ezcümle İmam Rıza'nın (a.s) güvenilir senetli hadisine göre, hazırlıklar tamamlanmış olsa da, fiiliyete geçmeye başlamamıştı. Zira Hz. İbrahim (a.s) kesin karar verip bu işe niyet edince peşi sıra anında nida gelmiş ve koç indirilmişti. Bu koç güvenilir hadislerimize göre kırk yıl öncesinden beri Hz. İsmail'in (a.s) fidyesi olsun diye yaratılıp cennette otlamaya başlamıştı.[16]

Bu olayın hikmetleri hususunda, bir yandan Hz. İbrahim'in (a.s) doğrudan tebliğine muhatap olan Mezopotamya ve Kenan putperestlerinin putlara insan kurban etme adetinin reddedilmesi, öte yandan en sevdiği yakını ile imtihan edilme durumu gösterilebilir.[17][18] Nitekim birçok sahih hadiste, Allah-u Teala'nın bazı insanların ıslahına sebep olmak için, kötü sonuçlanmasına müsaade etmediği şeklî olarak kötü görünen şeylerle imtihan etmesi durumu çok net bir biçimde ortaya konmuştur.[19]

Hz. İbrahim İsmail (a.s) ile birlikte Kâbe’yi inşa ettikten sonra, makam-ı İbrahim'e çıkarak güvenilir hadislerimize göre Hac suresinde geçtiği gibi "haccı ayakta tutun" nidası etmiş, dünyanın bütün uzak yerlerinden Mekke rotası üzerindeki dağ yollarından gelenler ona icabet etmişlerdir[20] ardından kurbanın etini içlerinden fakirlerle paylaşmış, o mıntıkayı terkedince etraf bölgelerden kasaba halkına meyvelerin rızk için getirilmesi hususunda dua etmiştir. Hz. İbrahim'in kestiği koçun boynuzları Şiî-Sünnî kaynaklı tarih nakillerinde vurgulandığı üzere, Kâbe’nin Yezid ordusu eliyle mancınıkla ateşe tutulduğu zamana kadar, içerisinde doğu tarafına doğru asılı kalmış, ardından yakılmıştır.[21] varlığı sabit olan bu iki boynuz, bazı tarihçilere göre o koçun kendisine ait, bazılarına göre ise o koçun anısına sembolik bir yadigâr olmuştur.[22] Kâbe’ye koku sürününce o boynuzlara da ıtır sürülmesi yaygındı ve Kâbe’ye hediye edilen altınlar ona asılırdı.[23]  Kur'an'da Hz. İbrahim'in halkı hacca daveti ve onun kendi döneminde kurbanın Hac amellerinden sayılmaya başladığı ayetlerde şöyle yer alır:

 Bir vakit İbrâhim’e Kâbe’nin yerini hazırlayıp göstermiş ve şöyle buyurmuştuk: “Bana hiçbir şeyi ortak koşma. Evimi, onu tavaf edecekler, huzurumda ibadete duracaklar, rukûya varıp secde edecekler için her türlü kirden temiz tut!”

 “Bütün insanlara haccı ilan et ki, gerek yaya olarak gerekse çok uzak diyarlardan yola çıkan ve yolculuktan zayıf düşmüş yorgun develer üzerinde sana gelsinler!”

“Gelsinler de, hacda kendilerini bekleyen dünyevî ve uhrevî faydaları görsünler. Ayrıca Allah’ın onlara ihsân ettiği kurbanlık hayvanları, belirlenen günlerde üzerlerine Allah’ın adını anarak kessinler!” Bu hayvanların etinden hem siz yiyin, hem de darda kalmışlara ve yoksullara yedirin!

“Sonra gerekli temizlikleri yaparak kirlerini gidersinler, adaklarını yerine getirsinler ve o Beyt-i Atîk’i tavaf etsinler!”[24]

Zemzem Suyunun Kökeni

Hz. İbrahim (a.s) ardından orayı terk ettiğinde Hz. Hacer'in (s.a) serap görmesiyle su bulma ümidiyle yedi kez Safa ve Merve arasında gidip gelmesinden başlanarak say amelinin temeli atılır. Hz. Hacer geri döndüğünde Cebrail ona görünüp onunla konuşur ve Allah'a güvenmesini telkin eder. Hz. İsmail ayaklarını yere vurunca ayaklarının altından yerden su fışkırmaya başlar. Yemen'den gelen kafile kuşların oraya doğru uçup oraya toplandığını görünce su ararken gidip oraya yerleşirler. Suyun karşılığında artık orada konaklayan bütün kafileler Hz. İsmail (a.s) ve annesine yemek vermeye başlarlar.[25]

Zemzem kelimesinin anlamı "saf ve tatlı olup az miktârda tuzlu olan bol miktârda sudur."

Zemzem suyu Hz. İsmail (a.s) nesli Peygamber Efendimizin (s.a.a) yirminci dedesi Hz. Adnan (a.s) dönemine kadar Mekke'nin mütevellisi iken onların kontrolünde idi. Cürhüm kabilesi İsmailoğullarının istikrarsızlığından istifade ederek yönetimi ellerine alınca, bir müddet refah içinde olduktan sonra Mekke'ye gelen hacılara karşı zorbalık yaparlar. Bunun ardından Huzaa kabilesi Cürhüm kabilesini yenip tamamına yakınını haremden çıkarınca Cürhümlüler Zemzem kuyusunun üzerini kapatıp onu gizlemişlerdi. Zemzem kuyusu Hz. Abdülmuttalib'in riyaset dönemine kadar, üç yüz yılı aşkın bir süre boyunca Kâbe’nin sorumlularından gizli kalmıştır. Zemzemin adlandırılmasında Usul-ü Kâfî'de İmam Sadık'ın buyruklarından anlaşıldığı üzere Hz. Hacer döneminde Cebrail'in ona hitabının, yani zemzemesinin kaynaklık teşkil ettiği görülür. Hattâ Hz. Hatice'nin (s.a) babası Huveylid ibn-i Esed'in Hz. Abdulmuttalib'e bu ismi yeniden verme konusunda ilham kaynağı olduğu tarih nakillerinde bariz şekilde göze çarpar. Nitekim Hz. Abdulmuttalib Zemzem kuyusunun yerini bulup kazmakla meşgul iken Huveylid ile karşılaşıp aralarındaki diyalogdan sonra Huveylid'in şu şiiri okuduğu kayda değerdir:

 

 

"Derim ve bu söylediğim değil bana hafif

Sana ey Selmâ'nın oğlu Zemzem'i kazansın sen

Hacer'in oğlunun gününde İbrahim için kazılan

Cebrail'in Âdem zamanında ayak bastığı yerdi o"[26]

Sünnî sire tarihçilerinin de kayda aldığı bu şiir, Hz. Hatice'nin (s.a) babası Huveylid'in muvahhit ve Hanif olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.

Hz. İsmail'in Evlatlarının Tarihteki Yeri

Baktria bölgesindeki belgelerle tarihte sabit olduğuna göre, Hz. İbrahim döneminden bir iki asır evvel develerin evcilleştiği gibi, Hz. İsmail'in Arap atlarını evcilleştirip onlara binen ilk kişi olduğu muteber İslami rivayetlerde çokça vurgulanır. At arabalarının Sami krallar döneminde Mısır'da yaygınlaşması gibi ki, bu da Hz. Yusuf dönemine denk gelir.

İsmail neslinden Peygamber Efendimizin (s.a.a) ve Kureyş'in, aynı şekilde Rebîa gibi hakiki Adnanî kabilelerin mensup oldukları kol olarak tarihçilerin çoğu ve Ehl-i Beyt rivayetleri Benî Kaydar kabilesini öne sürmektedir. Bu Arap kabilesi en az verilen rakama göre M. Ö. 750-410 yılları arasında devlet sahibi ve yarı göçebe bir halk olarak tanınır. M. Ö. 9. - M. Ö. 6. Asırlar arasındaki metinlerde, Hz. Peygamberin (s.a.a) mensup olduğu Kaydarîlerin Hz. İsmail soyundan olduğuna dair eski Asurca, eski kuzey Arapça ve Babil devlet kayıtlarında Babilce ve Asurca

Sumuilu/Şumuilu kelimesi geçer.[27] Bu kelimenin eski Arapça Sama'il olduğu öne sürülmüştür.[28] Arap kabilesi olarak Nabat, Kedar, Abdeel, Dumah, Massa ve Teman kabilelerinin ismine değinilmiştir. M. Ö. 1. Yüzyıla ait, eski Yunanca Yesûr adıyla beraber, bunlar Hz. İsmail'in (a.s) Yahudi ve İslami gelenekteki on iki oğlundan yedisinin ismini karşılar.[29] Huveylid ibn-i Esed'den verilen örnekteki gibi

İslam öncesi Cahiliyet dönemi şairleri arasında dahi Hz. İsmail'e kendini nispet verme hususu görülmektedir. İslam sonrası kaynaklardaki şecerelerde Hz. İsmail'in (a.s) neslinden soyunun mevcut olduğu kayda geçen oğullar, Nabaiot, Kaydar, Teymen (Teman) ve Adbeel gibi az sayıda isimlerdir. Yahudi tarihçilerine göre de diğer kabileler büyük ölçüde İsrailoğulları gibi etraftaki kabilelere evlilik ve akrabalık yoluyla karışmış ve adları tarih sahnesinden silinmiştir. Tıpkı Asur devletinin İsrailoğullarını dağıtmasının ardından Levi, Yahuda, Bünyamin, Simon ve az sayıda Yusuf (Efraim ve Manaşe) kabileleri dışında geriye resmiyette pek kimse kalmaması gibi. Muhtemelen bu sebeple de, Şii-Sünni kaynaklı hadislerde Hz. İsmail'e toprağın kökleri anlamındaki "A'râk us-Serâ" lakabı verilmiştir. Bu birçok hadis şarihine göre, İsmail evlatlarının Arap yarımadası ve diğer etraf bölgelere  dağıldıklarını gösterir.

Hz. İsmail'in Evlatlarının Mekke Reisliği

Peki, Hz. İsmail'in evlatlarının Mekke'deki riyaset dönemine dair kaynaklarımız ne söylüyor? Ehl-i Beyt buyruklarına dayalı tarih yorumu bağlamında bu konuda ne söyleyebiliriz?

Kısas-ı Enbiya kitabında Râvendî kendi sahih senediyle Şeyh Saduk'tan, o da kendi sahih senediyle Ebu Basîr yoluyla İmam Sadık'tan (a.s) şöyle buyurduğunu naklediyor:

"İsmail (a.s) 130 yaşında vefat etti ve Hicr'e annesinin yanına gömüldü. İsmailoğulları sürekli işlerin velisi olarak, insanların hac işlerini ayakta tutuyor ve dini işlerini yönlendiriyorlardı. Bunu ta Adnan ibn-i Uded zamanına kadar bir büyükten başka bir büyüğe miras olarak alıp veriyorlardı."

Şeyh Kuleynî'nin nakliyle Füru-ü Kâfî'de hac bölümünde, "İbrahim ile İsmail'in haccı, (Kâbe) evini inşa etmeleri ve onlardan sonra Kâbe’nin sorumluluğunu üstlenenler" bâbında İmam Bakır (a.s) sahih gibi hasen bir senetle gelen rivayette imam (a.s) şöyle buyuruyor:

"İsmail oğulları daima Kâbe’nin mütevellisi idiler ve insanların hac programlarını ve dini işlerini yönlendiriyorlardı. Bu işi bir büyükten başka bir büyüğe ta Adnan ibn-i Uded'in zamanına dek miras bırakıyorlardı. Bunun üzerine süre onlara uzun geldi ve kalpleri katılaştı. Dinde fesat çıkarıp bidatler bıraktılar. Onların kimisi kimisini haremden dışarı çıkardı. Bir kısmı geçim ve rızık için, bir kısmı savaş ve kan dökmekten kaçındığı için Mekke'den çıkıverdi. İbrahim'in (a.s) dininden birçok şey ellerinde bulunduğu hâlde ki Allah'ın evlenme hususunda haram ettiği, anneler ve kız kardeşlerle evlilik konusu bu cümleden idi. Ancak onlar babanın karısı, kız kardeşin kızı ve iki kız kardeş ile evliliği helâl sayıyorlardı. Fakat Hac amelleri, telbiye ve cenabet guslü gibi düsturlardan haberleri vardı. Ama telbiye ve hac konularında bidat koyup şirk yerleştirdiler. İsmail ile Adnan ibn-i Uded arasındaki müddette Musa (a.s) var idi."

Rivayetteki iki kız kardeşle evlilik ve babanın eski eşiyle evlilikle ilgili Kur'an-ı Kerim illa ma qad selef, yani "önceden geçmiş olan dışında" tabirini kullanır. Bu bir görüşe göre İslam öncesi Hanif ve diğer şeriatlarda bunun cevazına delalet edebilir, zira Hz. Yakup dayısının iki kızı Lea ve Rahil ile evlenmiş, yine meşhur nakle göre de, Peygamber Efendimizin (s.a.a) atası Kinâne babası Huzeyme'nin eski çocuksuz eşi Berre bint-i Udd ile evlenmiş ve Nadr ibn-i Kinâne ondan doğmuştur. Eğer tarihte meşhur olan bu iki nakil doğruysa -ki Yakubi tarihi gibi eserlerde aksi yönde daha az görülen nakiller de vardır- bu iki ayette Allah-u Teâla belirttiği bu husus ile bunun eski ümmetlerdeki peygamber ve vasiler için zina olmadığını buyurmak istemiştir. İslami açıdan eski asırlarda Hz. Ali Ekber'in amcasının kızı ve kardeşinin cariyesiyle evlendiği ile ilgili nakilde aktarılan sahih hadise esasen kayınpederin cariyesiyle evlenebilme hükmü gibi..

Bu iki rivayette geçen Adnan ibn-i Uded, Peygamber Efendimiz'in (s.a.a) ve İmam Ali'nin (a.s) yirminci dedesi olup, Hz. İbrahim ve İsmail'den sonra Mescid ül-Haram'ın sınırlarını onlardan sonra ilk belirleyen kimsedir. Bu rivayette görüyoruz ki, Hz. İsmail ile Adnan arasındaki fasıla boyunca -ki yaklaşık otuz ilâ kırk nesillik bir fasılaya tekabül eder- Kâbe’nin sorumluluğu İsmailoğullarının elinden çıkmamıştır. Bu hadisten Hz. Musa dönemiyle Adnan'ın devri arasındaki zaman aralığında, İsmailoğulları arasında şirkin ve bidatlerin yayıldığı gözlemlenir. Nitekim Ürdün'den Yesrib'e kadarki bölgede yarı göçebe olarak kısmî özerk hâlinde yaşayan Kaydarî devletinin halkı arasında da putperestlik çoğunlukta idi. Fakat yine de, Babil Talmud'u gibi eserler, bunun çoğunluk olsa da, ortak bir özellik olmadığına dikkat çeker.[30] Dolayısıyla Cürhüm kabilesinin Kâbe’nin işlerinin yönetimini onların elinden alması Hz. Adnan zamanında veya ondan sonra olmuştur. Muhtemelen bu hak sahipliği iddialarında Adnan'ın annesinin Cürhüm kabilesinden olmasından yararlanmışlardır. Cürhüm kabilesinin Hz. Adnan'dan sonra Mekke reisliğine ulaşmasının teyidinde tarih nakillerinden örnekler zikredilebilir..

M. Ö. Birinci asırda yaşamış Yunan tarihçi Diodoros (M. Ö. 90-M. Ö. 30 arası yaşamış) bibliotheca historica kitabında coğrafi olarak verdiği bilgi tam da Mekke'ye uyuyor. Orada Semud medeniyeti ile Sebe medeniyeti arasındaki bölgede, Kızıldenizden 100 kilometreye yakın uzaklıkta tüm Araplar için kutsal olan bir mabetten bahsederken mabedin etrafının sâkinlerini Benî Zûmîn olarak adlandırmaktadır. Hristiyan Arap tarihçi Corci Zeydan'ın sözüne göre bu isim eski Cürhüm kabilesinin diğer bir ismi olan Zür'üm ve Zürhüm ismine mutabıktır.

İsmailoğulları içerisinde şirke rağmen tevhidin kalıntılarının varlığına bazı örnekler sunabiliriz.

Kraliçeler dâhil, Benî Kaydar kadınların baştan ayağa geniş örtülerle ortünmesi ve yer yer peçe kullanması, putperestlik yaygın olsa da, erkeklerin dini ayinler için başlarını traş etmesi fakat başlarını örtmemeleri ve ihram türü elbiselerin kullanımı, çadırlarda ikametin yaygınlığı, Allah'a işaret eden -Îl son ekli isimler taşımaları gibi konular bunlardandır.[31]

Nitekim Ehl-i Beyt'ten ve ashaptan gelen bilgilere göre Hz. Adnan nesli bu boydandır. Ayrıca genetik uzmanlarının tespitine göre asıl nesep bilgilerini kaybedip Himyer'den sayılan ama nesepşinâsların birçoğunun da dolaylı yoldan Kaydarîlerden addettiği Yemen'e yerleşmiş en büyük kabilelerden Benî Yâfi' kabilesi Kaydar ibn-i İsmail soyuna mensuptur.

Bazı batılı tarihçiler Semud ve Nabatî kayıtlarında hürmet gören bir şahsiyet olarak adı geçen Hz. Adnan'ın Kaydarî devletinin M. Ö. 410 senesindeki yıkılışı veya sonrasıyla çağdaş olduğunu savunur.

Hz. Adnan'ın Buhtunnasr vaktine tarihlenme konusu unutulan bu detayın yanlış yansıtılması olabilir.

Kaydarîlerin devleti M. Ö. 8.-6. Yüzyıl kayıtlarına göre Medinetü'n-Nebî'nin ta o zamandan Hicret'e kadarki adı olan Yesrib'in güneyine kadar ulaşıyordu.

M. S. 5. Yüzyıldan, yani Hz. Peygamber-i Ekrem'in (s.a.a) doğumundan 130 sene önceye ait İngilizce "Ecclesiastical History" (vaizlik tarihi) adıyla anılan Eski Yunanca tarih eserinin yazarı kilise tarihçisi Sozomenos (ö. yaklaşık 450), Hz. İbrahim'den (a.s) kalma Tevhid inancının anneleri Hacer ve ataları İsmail yoluyla Araplara da ulaştığını, bu yüzden içlerinde muvahhitlerin de olduğunu ve Yahudilikteki domuz etinin haramlığı gibi bazı kuralları olduğunu, bu kuralları ataları olarak nitelendirdikleri İsmail'e (a.s) dayandırdıklarını nakleder. Bunları anlatırken eserinde Miladî 324 ile 439 yılı arasındaki olaylardan bahsetmektedir.[32] Zaten İmam Sadık'ın (a.s) ashabından Hişam el-Kelbî'nin nakli ve genetik uzmanlarına göre Ezd kabilesinin onlara mensup olduğu sonucuna varılmış Hz. İsmail'in (a.s) büyük oğlu Nâbit'ten gelen Nabatî Araplarının ve İmam Ali'nin (a.s) buyruklarına ve bazı eski kayıtlara göre Sakîf'in ona mensup olduğu Semûdî Araplarının Milattan önceki ve sonraki ilk yüzyıllara kadar geriye tarihlenen yazıtlarının bazısında Abdullah ismine rastlandığı da malumdur.

Birinci Miladî asra ait Nabatî kralı I. ve II. Harise  döneminden kalma yazıtlarda da Abdullah ismi mevcuttur. Allah'ın (c.c) başından beri putu yapılmayan madde üstü yaratıcı Tanrı olarak Araplarca kabul gördüğü ve Hz. İsa'nın Aramice'de tek Tanrı için kullandığı Alâha tabirini karşıladığını da biliyoruz.

Mekke'nin Emirliği

Mekke'nin emirliği ve hac işlerinin sorumluluğu İslam'dan önce dört dönem geçirmiştir. Bununla ilgili Sünni tarihçilerin bazısına göre Kâbe’nin mütevelliliğinin Hz. İsmail'den itibaren en fazla üç yetkilinin ardından Cürhüm'e geçtiği nakledilse de, güvenilir Ehl-i Beyt rivayetlerinden bu sorumluluğun Adnan zamanına değin onların elinden çıkmadığı görülür. Hz. İsmail'den sonra rivayetlerimizde sabit olan ilk isimler şunlardır:

Kaydar ibn-i İsmail

Nebt ibn-i Kaydar

Haml ibn-i Nebt[33]

İsimleri belli olan bu üç ismin peygamber vasisi oldukları, fakat bunlardan sonra İbrahim soyu içerisinde vasiliğin Hz. Yakup ve hanedanına geçtiği nakledilir. Yani sonraki nesillerdekiler gerçek manada vasi olmamıştır. Hz. Peygamber Efendimiz'in atalarının peygamber oluşu ile ilgili Şii-Sünni hadislerindeki bilgiyle aradaki tezatı şöyle giderebiliriz: Peygamberlerin bir kısmı gizli tebliğ ettikleri için isimleri ve kıssaları Kur'an'da anılmamıştır. Bir kısmı ise sadece kendi aile ve az sayıda akrabalarına peygamberlik yapmıştır. Fakat bilindiği üzere Hz. Yakup ve Hz. Yusuf ile sonrakiler aşikâr tebliğ edenlerden olmuşlardır. Dolayısıyla Peygamber Efendimizin (s.a.a) Peygamber olan ataları bu iki sınıftan olmuşlardır.

Hz. Adnan'ın ataları ile ilgili dakik bir veri elimizde değildir. Peygamber Efendimiz (s.a.a) atalarını genellikle Adnan'a, bazen ise imamlarımızın yaptığı gibi onun babası Uded'e kadar saymış, gerisinden sakındırmıştır. Bu konudaki en eski bilgi İmamların ashabından Muhammed ibn-i Saib Kelbî ve oğlu Hişam Kelbî'den olup Hz. İbrahim ile arada kırk isim sayılmıştır. Fakat tarihçi Mes'ûdî, bu nakli M. Ö. 190 yılı etrafında telif edildiği söylenen apokrif kitâbî metinlerden Baruh kitabının Arapça tercümesinde -ki muhtemelen haşiyesindedir- gördüğünü söylemiştir. Dolayısıyla muhtemelen bu nakil Ehl-i Kitap kaynaklıdır. Bu hususta istinat edilebilir olan tek nakil, ibn-i Abbas'ın: "Adnan ile İsmail arasında tanınmayan otuz baba vardır"[34] diyerek, Peygamber Efendimiz'in: nesep bilginleri yalan söylerler, Allah buyuruyor ki: "onların arasında çok sayıda asır vardır" buyruğu gereği nesepşinâslardan işittiği bilgileri yalanlamasıdır.

Sabit olan Hz. Adnan'ın babasının Uded oluşu ve Haml ibn-i Nebt ibn-i Kaydar ibn-i İsmail soyundan oluşudur. Ehl-i Beyt'in kendi naklinde yalnızca bu isimlerin yanısıra Uded ve onun dedelerinden Yeşcub ve el-Hemeysa'nın ismi geçer. Göründüğü kadarıyla aradaki isim ve fasıla hususundaki ihtilaflardan dolayı Peygamber Efendimiz (s.a.a) bu hususta halkı polemiğe çekmek istememiştir. İbn-i Abbas'ın bazı nakillere göre az sayıda isim sayıp İsmail'e vardırmamasından görülüyor ki, Peygamber Efendimizin (s.a.a) Adnan'dan İsmail ibn-i İbrahim'e kadar isimleri vardıran mevcut nesep bilgilerinin yalanla karışık olduğu vurgusu gereği böyle yapmıştır. Rivayetlerimizde bilinen bu isimler dışında otuz baba daha bulunduğu hesaba katabiliriz. Kısacası Hz. Adnan zamanına kadar Hz. İsmail (a.s) ve evlatları kırk nesle yakın bir zaman dilimi boyunca Kâbe’nin sorumluluğunu ellerinde bulundurmuşlardır. Bu 1400-1500 seneye yakın bir müddete tekabül etmektedir. Bunlardan takriben ilk iki yüz Kamerî yıl, İsmail, Kaydar, Nebt ve Haml'in riyaset dönemine denk gelir. Tarih nakillerine esasen bu dönem boyunca Mekke'de hakemin etrafı çadırlarla doluydu ve Adnan'ın haremin sınırlarını yeniden belirlemesinin ardından çadırlar Mescid ül-Haram'ın sınır çizgisinin gerisinde kurulurdu. 

Cürhümlülerin Riyaset Dönemi ve Reisleri

Her ne kadar bazı efsanevi mübalağalar olsa da, tarih nakillerine esasen Cürhüm kabilesinin reisliği verilen rakamlara göre en az Kamerî 300 yıl sürmüştür. Bu müddet içerisinde riyaset sahibi olan bazı Cürhümlü şahısların isimleri verilmiştir.

Bunlardan göze çarpan isimler şunlardır:

İyas-ı Cürhümî

Madad ibn-i Amr

Hâris ibn-i Amr

Hâris ibn-i Madad ibn-i Amr

Amr ibn-i Hâris

Madad ibn-i Amr el-Asgar[35]

Görüldüğü kadarıyla riyasete getirilen isimlerin önceki ata ve akrabaların ismine sahip olması, eski çağlardan günümüze kadar monarşilerde yaygın olduğu gibi, onlarda da geçerli olmuştur. Kaynaklardan görüldüğü kadarıyla Cürhümlüler, Mekke'nin riyasetine sahip oldukları dönemlerde, dönüşümlü şekilde öğle vakitleri Mekke'ye gelip haremin işleriyle meşgul olurken, akşamları Mekke etrafındaki Bathâ ve diğer dağlıklarda ikamet edip uyurlardı.[36] Bu dönemde yine çadırlarda ikamet yaygın idi. M. Ö. 60-70'lerde Yunan tarihçi Diodoros'un Mekke ve Kâbe’den bahsederken andığı Benî Zûmîn, Zür'üm ve Zürhüm olarak da anılan Cürhüm kabilesine atıf olarak kabul edilir. Yine Diodoros kendi anlatısında çölden ve yamaçlardan bahsedip bölgenin meskûn oluşunu anlatırken şehir ve medeni bir yapılanmadan bahsetmemiştir. Bu gündüzün dönüşümlü olarak Mekke'de çadırlarda ikamet ve geceleri dağlık etraf bölgelere çekilme bilgilerine uygun gözüküyor.

Huzaa Kabilesinin Riyaseti

Huzaa kabilesinin riyaseti hususundaki anlatılarda riyasetlerinin üç asrı geçtiği okunabilir. Bu dönemden isimleri bilinen reisleri şunlardır:

Rebîa ibn-i Hârise ibn-i Amr

Amr ibn-i Rebîa

Amr ibn-i Luhayy ibn-i Kam'a

Kaab ibn-i Amr ibn-i Rebîa

Selûl ibn-i Kaab

Huleyl ibn-i Habşiye ibn-i Selûl

Şiî nakillerinde İsmail oğullarından Mekke'yi terk eden kimselerin Hz. Musa (a.s) ile Hz. Adnan dönemi arasında şirke  düçar oldukları ve bidat çıkardıkları vurgulanır. Özellikle de kuzeye doğru göç etmiş Benî İsmail Arapları irtibata geçtikleri toplulukların putperest gelenek ve göreneklerinden etkilenmiştir.

Cürhüm kabilesinin yaptığı kötü icraatlar, Huzaa kabilesinin Kinâneoğullarının desteğiyle onları Mekke'den sürgün etmelerine sebep olmuştu. Bunlar Kuleyni'nin İmam Bakır'ın (a.s) hadisine şerhinde de görülebileceği gibi, hacılara zulmetmek Kâbe’ye hediye edilen şeyleri çalmak, bazı haramları helal etmek gibi şeylerdi.[37] Bu yüzden Amr ibn-i Luhay zamanında Şam bölgesindeki Amalika'dan alınıp Mekke'ye getirildiği iddia edilen Lat putunun ondan da önce Mısır'ın doğu sınırlarındaki mabetlerde anıldığını, o bölgede İsmailoğullarının krallarının da ona sunak sunup adaklarda bulunduğunu müşahede etmekteyiz. Amr ibn-i Luhayy'ın İsmailoğulları arasında putperestliği ilk yayan kişi oluşu, İmamlarımızın rivayetlerine aykırı olmakla beraber, bu hususta Peygamber-i Ekrem'den (s.a.a) gelen rivayetlerin hepsi müdellis olmakla meşhur olan Ebu Hureyre'den aktarılmıştır.[38]

Peygamber-i Ekrem'in (s.a.a) yakın ve akrabaları içerisinde gözüken putperest isimlerinin anne tarafından akrabaların koyduğu veya halk arasında meşhur olunan isimler olduğu, genellikle de babalarının onlara başka isimlerle hitap ettikleri sire yazarlarınca malum olan bir husustur. Sire nakillerine göre İsmailoğullarındaki ilk putperestlik, nüfuslarının çoğalması sebebiyle haremden rızık talebi ile çıktıklarında haremden yadigâr olsun diye yanlarına aldıkları taşlarla başlamıştır. Bu taşları yere koyup etraflarında tavaf ederek Kâbe’ye olan hasretlerini gideriyorlardı. Sonradan bunun asıl sebebini unutmuşlardı. [39] Kaydaroğulları devletinin putperest çoğunluğundan olan erkeklerin kendi ayinlerinde putlara taparken ihram elbisesi türü elbiselerden istifadeleri ve saçlarını tıraş etmeleri, putperestliğin bu şekilde kökende olan Mekke'ye hürmet motifinin ciddiye alınmayıp unutulmasıyla onların arasında başladığının göstergesidir. Bu taşların teberrük olmasındaki asıl hedef unutulunca bunlar sonradan onlar tarafından yontulup puta çevrilmiştir. Fakat İsmailoğullarının hanifleri Mekke'deki hac ve din işlerini yönlendirdiği için, her ne kadar telbiye gibi bazı ibadetlere şirk bulaştırıldıysa da, bu durumu sürdürenler Kâbe mütevellîlerinin  ikazına da uğramıştır. Ancak Adnan dönemi sonrasından itibaren yetki İsmailoğullarının elinden Cürhüme intikal ettiğinde Halk Mekke'de de putperestliği kabul etmeye yönelmiştir. Nitekim Huzaa kabilesi Kâbe’nin mütevellîliğini ele geçirdiğinde Kinâne kabilesine desteklerinden dolayı devrettiği yetkilerden birisi olan nesî', yani haram ayları geciktirme yetkisi, Kinaneoğulları arasında Cahiliyet devrinde ait bu geciktirme bidatinin yaygın şekilde kabul edildiğini gösterir.[40]

Kusayy'ın asıl ismi Zeyd olup, Zühre adında bir öz kardeşi bulunuyordu. Babası olan el-Hekîm adındaki Kilâb ibn-i Mürre, o daha bebekken vefat etmiş, annesi Fatıma Benî Uzre kabilesinden Rebîa ibn-i Harâm ile evlenmişti.[41] Rebîa onu iki oğluyla beraber Şam'a götürür ve bu sebeple akrabalarından uzaklaşıp koptuğu için Zeyd Kusayy lakabıyla anılır.[42] Üvey babası Rebîa'dan Rizâh adında bir üvey kardeşi olur. Kusayy annesinden asıl nesebini öğrenince kardeşiyle Mekke'ye geri döner.

Kureyş'in Reisliği ve Yeniden İsmailoğullarının Devri

Kureyş büyüğü Kusayy ibn-i Kilâb'ın Mekke reisliğinde etkili olan hususlardan birisi yine Cürhümlülerin Adnan ile kız alıp verme akrabalığı gibi, son Huzaa reisi Huleyl'in kızıyla evlenmiş olmasıdır. Kureyş o dönemde Mekke ve onun etrafındaki Bathâ bölgesinde yaşıyor, Mekke'de en etkin kabile Huzaa ve Nadroğulları kabilesi idi.  Kusayy ibn-i Kilâb Huleyl'in kızıyla evlenir. Çocukları doğup malı çoğalınca Huleyl vefat eder. Vefat etmeden evvel Kusayy'ı çağırıp ona vasiyet ederek Mekke ve Beyt ül-Harâm'ın mütevellîsi olma yetkisini ona devreder. Fakat vefatından sonra vasiyetiyle ona devredilmesi gereken Kâbe’nin anahtarlarına, Huzaa tarafından el konur. Kusayy Kureyş, Kinaneoğulları ve anne bir kardeşi Rizâh ibn-i Rebîa ibn-i Hurrâm yardımıyla Huzaa'yı alt eder.[43]

Kusayy'ın Mekke'ye Hizmetleri

Kusayy'ın oğulları

Abduddâr olarak anılan Abdullah, Abdimünâf olarak meşhur olan Muğîre, Abd olarak bilinen Abdüluzza ve Abdukusayy idiler.[44] Bunlardan Abduddâr kendisinden sonra Mekke'nin reisliğini üstlenmiş, onun vefatının ardından Peygamber-i Ekrem'in büyük dedesi Abdimünâf el-Muğîre bu konuma yükselmiştir. Kusayy Urûbe adıyla anılan Cuma gününün Cuma adıyla anılmasına önayak olmuştur. Cuma günlerinde Kureyş'e hutbeler okuyup Allah'ın Hz. İsmail nesli olmaları vesilesiyle onları yücelttiğini belirterek nimetleri halka hatırlattığı, hacılara yemek verdiği, su kuyuları açıp halkın susuzluğunu giderdiği kaydedilir. [45]

Kusayy Kureyş'i Mekke'nin harem sınırları dâhilinde tahtadan ve çamurdan ev yapmaya teşvik etmiştir.[46]

Zahiren Ezrakî'nin nakline mutabık olarak, Huzaa kabilesi döneminde de her ne kadar harem sınırlarının dışında ve daha az sayıda olsa da, evler mevcuttu.[47]

Nitekim Latin tarihçi Ammianus Marcellinus (ö. 390) Kusayy döneminden yarım asır önce Arapların kutsal mabedinin bulunduğu Mekke'den bahsederken, Geapolis/Hierapolis, yani "kutsal şehir" tabirini kullanarak, Mekke'nin medenileştiğine atıfta bulunmaktadır[48]

Ondan evvel İskenderiyeli Ptolemaeus (ö. 170), Dumaetha=Devmetül-Cendel, Thaim=Teymâ,  Lathrippa=Yesrib, Egra=Hicr, Makoraba=Mekke (Rabbin evi) gibi mıntıkalardan bahseder.[49]

Peygamber Efendimiz'in risaleti döneminde, Mekke ve etrafı olan Bathâ'nın  20-25 binlik bir nüfusa sahip olduğu görülmektedir. Doğru nakillere göre veda haccında toplam 40 bine yakın hacı olduğu, bunlardan 12 binlik grubun Yemen'den İmam Ali ile geldiği, 5 bininin Medine ve etrafından oldukları, geriye kalanının diğer bölgelerden olduğu ve kuzeye doğru gidilince Gadir-i Hum'daki hutbeyi dinleyen 10-12 bin kişilik bir grubun bulunduğu kaydedilir.[50]

- - - - - - -

Kaynakça

____

[1] Bihâr ül-Envâr c. 14 s. 297
[2] Bihâr ül-Envâr c. 78 s. 12
[3] hadislerden birinde, neden Mekke'ye Bekke denmiştir sorusu sorulunca, "halkın toplanma yeri olduğu için" buyrulmuş, yani Mekke, Bekke'nin kendisidir denmiştir. Bihâr c. 96 s. 77
[4] Füru-ü Kâfî c. 1 s. 233
[5] İlel üş-Şerayi s. 146
[6] Tefsîr-i Kummî c. 1 s. 44
[7] Felâh us-Sail c. 1 s. 128
[8] Bakara 143, ayeti ezcümle Ayyaşi tefsirindeki hadislerde de bu şekilde yorumlanmıştır.
[9] Tefsîr-i Ayyaşî c. 1 s. 60
[10] el-Kâfî c. 4 s. 213
[11] Mezmurlar 42:1-4
[12] el-Kâfî c. 4 s. 213
[13] Yuhanna İncili 14:31
[14] Bryan Windle, “New Study Analyzes Pottery Taken from the Tomb of the Patriarchs in Hebron.” Associates for Biblical Research. Sept. 22, 2020.
[15] Kenneth A. Kitchen, “Shishak’s Military Campaign in Israel Confirmed.” Jewish History
[16]  el-Hisâl, c. 1 s. 29
[17] Wilford, John Noble (2009-10-26). "Ritual Deaths at Ur were anything but serene". The New York Times.
[18]https://biblereadingarcheology.com/2016/05/13/did-the-canaanites-sacrifice-their-children/
[19] örnek olarak bkz. Râvendî, Kısas ul-Enbiyâ c. 1 s. 245 (imam Seccad ve Selman-ı Farisî'den sahih hadis)
[20] İleluş-Şerayi, 24, 149
[21] Ahbâr-u Mekke, c. 1 s. 224
[22] Ahbâr-u Mekke c. 1 s. 226
[23] A.g.e.
[24] Hacc suresi 26-29
[25] el-Kâfî, c. 4 s. 202
[26] ibn-i Ebil-Hadîd, Şerh-i Nehcül-Belağa, c. 15 s. 217, Ensâb ül-Eşraf, Belâzurî, c. 1 s. 83
[27]Winnet (1970). Ancient Records from North Arabia. pp. 51, 52. ISBN 9780802052193. OCLC 79767. king of kedar (Qedarites) is named alternatively as king of Ishmaelites and king of Arabs in Assyrian Inscriptions
[28] Noble John Travis. 2013. "Let Ishmael Live Before You!" Finding a Place for Hagar's Son in the Priestly Tradition. Doctoral dissertation, Harvard University
[29]Hamilton, Victor P. (1990). The book of Genesis ([Nachdr.] ed.). Grand Rapids, Mich.: William B. Eerdmans. ISBN 0802823092.
[30] Babil Talmudi Taanis, Folio 5b
[31] Retsö, Jan (2013). The Arabs in Antiquity: Their History from the Assyrians to the Umayyads. 
[32] Uri Rubin: Ḥanīfiyya and Kaʿba. An inquiry into the Arabian pre-Islamic background of dīn Ibrāhīm. In: Jerusalem Studies in Arabic and Islam 13 (1990), S. 99, Anm. 68. Cl. Gilliot, op. cit, S. 14.
[33] Kitâb ur-Ravzâ Şazân ibn-i Cebreîl'den naklen Bihâr c. 38 s. 54
[34] El-Bidâye ve'n-Nihâye, c. 2 s. 247
[35] Şifa ul-Garâm bi-Ahbâr il-Beled il-Harâm, c. 1 s. 470
[36] Tarih-i Yakubî, c. 1 s. 237
[37] Ahbâr-u Mekke c. 1 s. 90-92
[38] www.dorar.net/hadith/sharh/76360
[39] Sîre-i ibn-i Hişam c. 1 s. 79, el-Mizân, Tabatabaî, c. 10 s. 286
[40] el-Mufazzıl, Cevad Alî, c. 7 s. 14, c. 2 s. 12
[41] et-Tabakât, c. 1 s. 67,
[42] el-İstikak, s. 19,
[43] Ensâb ül-Eşrâf, c. 1 s. 55-58, Tarih-i Taberî, c. 2 s. 256,
[44] Cemheretün-Neseb, c. 1 s. 26, Sîre-i ibn-i Hişam, c. 1 s. 110-111
[45] Fethul-Bârî, c. 2 s. 280-282, Tabakât-ı ibn-i Saad, c. 1 s. 72-73, Ensâb ul-Eşraf, c. 1 s. 58
[46] Sîre-i Halebiyye, c. 1 s. 297
[47] Ezrakî, Ahbâr-u Mekke, c. 2 s. 234
[48] Bowersock, G. W. (2017). The crucible of Islam. Cambridge (Mass.): Harvard University Press. pp. 53–55. ISBN 9780674057760.
[49] D G Hogarth, The Penetration Of Arabia, Alston Rivers Limited, London, 1905, p. 18.
G E Von Grunebaum, Classical Islam: A History 600-1258, George Allen & Un Limited, 1970, p. 19.
[50] ensani.ir