.
.

Ehlader Araştırma Bölümü

Hayatı ve Eserleri

Mevlânâ adıyla tanınan Celaleddin Muhammed Belhî, yedinci asrın meşhur şairlerinden, seçkin sûfîlerinden ve âriflerindendir. Hicrî kameri 604 yılında Belh’te[1] dünyaya geldi ve 672 yılında Konya’da vefat etti. Kabri de bu şehirdedir.[2] Mevlânâ’nın yaşamı üç dönemde özetlenir: Tahsil, tezhip ve tasavvuf. Kendi deyimiyle bu üç dönem hamlık, pişme ve yanma dönemidir.

Ömrümün özeti şu üç sözden ibarettir

Hamdım, piştim, yandım.

Burada Mevlânâ’nın hayatının üç dönemini özetlemeye çalışacağız.[3]

Tahsili

Mevlânâ hayatına ilim, irfan ve edep ailesinde başladı. Dedesi zamanının büyüklerinden ve altıncı yüzyılın meşhur âlimi, yazarı ve şairi olan Raziyüddin Nişaburî’nin üstadı Celaleddin Hüseyin bin Ahmed Hatibî’ydi. Babası Bahaüveled diye meşhur (543-628 k.) Bahaüddin Muhammed meşhur bir âlim ve ârif idi. Maarif kitabının müellifi büyük sûfî Şeyh Necmeddin Kübra’dan (ö. 618 k.) eğitim almıştı.

Mevlânâ o zaman revaçta olan edebiyat, kelam, hadis, tefsir, usul ve fıkıh gibi ilimleri babasından ve diğer üstatlardan öğrendi. Hayatının bu döneminde meydana gelen ve o çağın siyasî, toplumsal ve kültürel şartlarını bazı açılardan gösteren bazı olaylar yüzünden on üç yaşındayken babası ve ailesinin diğer üyeleriyle beraber Belh’ten hicret etti. Bu hicretin iki sebebi vardır:

1. Zihinlerinin rahat olmaması: Bahaüddin Veled halk tarafından ilgi gören ufku geniş bir vaizdi. Sahip olduğu sûfî bakış sebebiyle minberde filozofları ayıplıyordu. Onların zâhire esir olduklarını düşünüyor ve savunucularının da yoldan çıktığını söylüyordu. Bu durum o çağın filozoflarının imamı olan Fahr-i Râzî’ye, felsefî eğilimleri olan Sultan Muhammed Harezmşah’a ve kendisinin de dâhil olduğu; ama arasının iyi olmadığı Kübreviye silsilesine bağlı olanlara ağır geldi ve Bahaüddin Veled’e düşmanlık etmeye başladılar. Bu sebeple Sultan’ın yanında kalmasını tehlikeli ve Belh’ten çıkışını maslahat olarak gördüler.

2. Moğol saldırısı korkusu: Hicrî kamerî 616 yılında Moğolların iktidarı ve Belh beldelerine hücumlarının yakın olması benzersiz havadislerin, faciaların, amansız cinayetlerin, yağmaların ve şehirlerin viran edilmesinin habercisiydi. Özellikle de Horasan beldelerinde sefahat, gurur, fesat ve hamlıkla dolu bir hükümet sulta sürüyorken ve ölçülüp biçilmemiş işleriyle ortamı Moğolların saldırısına hazırlıyorken bunlar kaçınılmazdı.

Bu korkutucu haber halkın korkmasına ve endişelenmesine sebep oldu. Âlimlerin ve düşünürlerin çoğu o kadar korktular ki hicret etme ve emniyetli bir yere sığınma kararı aldılar. Bazıları Hindistan’a, bir grup Fars’a, bazı kişiler Irak ve Şam’a, Bahaüddin Veled’in de içinde bulunduğu diğer bir grup da Rum’a ve Anadolu’ya hicret ettiler.

Yazdıklarına göre Bahaüddin Veled, oğlu Mevlânâ’yla ve diğer aile üyeleriyle Belh’ten çıktı, Nişabur’a vardığında ünlü sûfî ve şair Feridüddin Attâr’ı (ö. 618 h.) ziyarete gitti. Şeyh Attâr Esrarnâme adlı kitabını Mevlânâ’ya hediye etti ve Bahaüddin Veled’e hitaben şöyle dedi:

 Bu çocuk yakında âlem halkının gönlüne ateş verecek ve onları yakacak, yüce makamlara ulaşacaktır.[4]

Bahaüddin Veled uzun bir yol kat ederek Konya’ya gitti ve Selçuklu sultanı Alaaddin Keykubat (ö. 632 h.) ve âlim, ilim aşığı veziri Muinüddin Pervane (ö. 675 h.) tarafından sıcak bir şekilde karşılandı. Konya şehri Sadreddin Konevî (ö. 673 h.) ve Fahrettin Irakî (ö. 688 h.) gibi âlimlerin bir araya toplandığı bir merkez olduğundan yaşayabilecekleri uygun bir mekân olarak gördü ve oraya yerleşti. Vaaz halkasını kurdu ve 628 yılında hayata gözlerini kapayıncaya dek orada kaldı.

Mevlânâ Konya’da tahsiline ve ilmini ilerletmeye devam etti. Aklî ve naklî ilimlerde yeterli birikime ulaşınca şer’î ilimler müderrisi olarak tanındı. Fıkıhta içtihat mertebesine vardı ve bu sebeple ismi Tabakat-ı Hanefiye kitabındaki fakihler arasına kaydedildi.[5]

* * *

Arınma ve Tasavvuf

Mevlânâ babasının vefatından sonra onun vasiyetiyle, müritlerin ricasıyla ve Sultan Alaaddin Keykubat’ın onayıyla babasının yerine oturdu, dinî ilimler tedrisine ve vaaz vermeye başladı. Mevlânâ yirmi beş yaşına kadar bir sûfi ve ârif olarak tanınmıyor, onların üslubuyla konuşmuyordu. Sadece vaiz, fakih ve din âlimiydi. Bu arada onun hayatına başka bir yön kazandıran bazı olaylar vuku buldu. Bunlardan biri Burhaneddin Muhakkık Tirmizî’nin (ö. 638 h.) şehre gelişiydi. O Horasan’a bağlı Tirmiz şehrinin âlimlerinden ve Bahaüddin Veled’in seçkin müritlerinden ve öğrencilerinden biriydi. Yazılanlara göre kişilerin niyetlerinden ve düşüncelerinden haberdar olabildiği için "Seyyid Sırdan / Sır bilen Efendi" diye meşhur olmuştu.[6] Mevlânâ Mesnevî’de onu şöyle anlatır:

Piş, ol da bozulmadan kurtul

Yürü Burhan-ı Muhakkık gibi nur ol

Kendinden kurtuldun mu, tümden Burhan kesilirsin

Kul yok oldu mu, sultan olur-gider.[7]

Burhaneddin Muhakkık, Mevlânâ’yı tasavvufa, irfana ve nefsini edeplendirmeye çağırdı. Mevlânâ da son derece şevkle ve ilgiyle kabul etti, tasavvuf riyazet ve çile vadisine adım attı. Mevlânâ dokuz yıl boyunca Burhaneddin Muhakkık’ın öğretilerinden istifade etti. Pirinin tavsiyesiyle bilgi ve birikimini artırmak amacıyla Şam’a gitti.

Şam, Mevlânâ’nın döneminde fıkıh ve irfan yuvasıydı. Meşhur sûfi ve ârif İbn Arabî orada yaşıyordu ve pîrlik dönemindeydi. İslam dünyasının her tarafından âlimler onun etrafında toplanmıştı. Diğer taraftan da en namlı fakihlerin orada ders kürsüsü vardı. Mevlânâ bir müddet Dımeşk (Şam) ve Halep’te meşhur Hanefî fakih Kemalettin bin el-Adim’den (ö. 660 h.), diğer fakihlerden, İbn Arabî’den ve onun seçkin öğrenci ve dostlarından çokça istifade etti. Sonra Konya’ya döndü, fakihler ve sûfiler tarafından güzelce karşılandı ve tedris ve vaaz kürsüsüne oturdu. O kadar ilerledi ki dersine dört yüz kişi katılıyordu ve her taraftan iştiyakla kendisini görmek isteyenler geliyor, vaaz meclislerinde (dört bin kişiden fazla) büyük bir topluluk bulunuyordu.

Burhaneddin Muhakkık bir kez daha Mevlânâ’nın yanına geldi ve onu daha fazla riyazete, sükûta, halvete ve çileye davet etti. Mevlânâ daha fazla motivasyonla tasavvuf meydanında ilerledi. Her ne kadar hicrî 638 yılında Burhaneddin Muhakkık’ı kaybetse de şaşırtıcı hadisenin meydana gelmesi için yeterli zemin hazırlanmıştı.

* * *

Aşk

Mevlânâ’nın ruhsal değişimi ve âşıklığı 642 yılında bir görüşmeyle başladı. Şemseddin Muhammed bin Ali bin Melikdad Tebrizî (ö. 645 k.) Mevlânâ’nın varını yoğunu ateşe verdi, geçmişini ve geleceğini yaktı, onu deliliğe ve aşka sürükledi. Onun gönlünde öyle bir aşk ateşi tutuşturdu ki bir daha asla sönmedi:

İleri görüşlünün aklını denedim

Bundan sonra divane olmak isterim

Bu akıldansa cahil olmak lazım

Kendini deliliğe vurmak lazım.[8]

Kamburu ufukların iftiharı Şems-i Tebrizî

Adımı sanımı bir hoş lakapla sildi süpürdü.[9]

Şems-i Tebrizî, hayatının başı ve sonu belirsizlik perdesi arkasında olan sayılı kimselerdendir. Onun hakkında Rükneddin Secasî’den (ö. 601 k.), Ebubekir Zenbilbaf Tebrizî’den ve Baba Kemal Hucendî’den eğitim aldığı yazılmıştır.

Şems huzursuz bir ruh haline sahipti ve hiç kimse ona huzur veremiyordu. Bu sebeple kendine bilgili bir arkadaş bulabilmek için bir şehirden diğerine gitti ve bir ömrü uzun yolculuklarla başıboş, namsız ve huzursuz geçirdi. Sonunda Konya’ya geldi ve öğrencileriyle birlikte tedristen dönen Konya’nın büyük müderrisiyle karşılaştı ve onun hayatını şaşırtıcı biçimde değiştirdi. Mevlânâ kendisini Şems karşısında yeni öğrenmeye başlayan bir öğrenci gibi gördü ve onu mürşidi, muradı ve maşuku olarak kabul etti. Her şeyini Şems’in varlığında, Şems’in sesinde, Şems’in bakışında, tutku ve şuhudda eritti. Hatta kendi divanını ona hediye etti ve Şems’in adını mahlas olarak seçti.

Bu mülakattan sonra Mevlânâ yeni bir hayata başladı. Şems onun kendinden kopmasını, dünyadan, dünyayla alakalı şeylerden, şöhretten, şehvetten, mahbubiyetten, medreseden, pazardan ve diğer her şeyden kurtulmasını istiyordu. Böyle de oldu. Mülakatın daha ilk günlerinden itibaren Mevlevihane’yi, medreseyi, dersi, vaazı ve diğer her şeyi bıraktı, bütün vaktini Şems’le halvette sırdaşlık ederek geçirdi. Semah yapmakla ve gazel yazmakla uğraştı. Öyle ki Konya uleması, büyükleri ve halkı onun açık değişiminden rahatsız oldular:

Zahid idim terane söyler ettin

Fitne sofrasının başı ve bade arayan ettin

Seccadede oturan vakarlı biriydim

Mahallenin çocuklarına oyuncak ettin.[10]

Şems’in bakışı ve davranışları Mevlânâ için çok zevkli ve hoştu; ama müritlerine ve öğrencilerine makbul gelmiyordu. Zira Şems’in konuşmaları pervasız, küstah ve yaralayıcıydı. Rahatsızlıkları aşikâr oldu ve Şems’i ölümle tehdit ettiler. Bu tehditler artınca Şems, Mevlânâ’ya haber vermeden Konya’dan ayrıldı ve kendisinden geriye bir iz bırakmadı. Şems’in Konya’dan gittiği haberi Mevlânâ için büyük faciaydı ve onu çok sarstı:

Acep o güzel dilber nereye gitti?

Acep o güzel boylu servi nereye gitti?

Aramızda bir mum gibi ışık veriyordu

Nereye gitti, acaba bizsiz nereye gitti?

Divane gibi geziyorum sahrada

Ki o ahu bu sahrada nereye gitti?

Açıkça söyle ki Şemseddin Tebriz

"Güneş saklanmaz" demişti nereye gitti?[11]

Mevlânâ, Şems kaybolduğu günden itibaren onu aramaya başladı; ama bir izine rastlayamadı. Bu olayın kendisine verdiği acıyı şiirlerinde göstermiştir:

Nereye gittin de haber çıkmadı senden?

Kime küstün, kime kin dolu gittin?[12]

Bir müddet sonra Şems-i Tebrizî’nin Şam’da olduğu haberini aldı:

Müjde geldi Şam’da Şems-i Tebrizî

Ne sabahlar olsun eğer Şam’daysa[13]

Hemen oğlunu onun arkasından yolladı. Mevlânâ’nın oğlu Sultan Veled Dımeşk’e vardığında bazı izler vasıtasıyla onu buldu ve Mevlânâ’nın davetini kendisine iletti. O da kabul ederek Konya’ya geri döndü. Mevlânâ ve müritleri tarafından sıcak bir şekilde karşılandı. Buna rağmen Konya’ya ikinci gelişi de tedirginlik ve kötü sözler yüzünden uzun sürmedi. Mevlânâ’ya yine haber vermeden Konya’yı terk etti. Bir rivayete göre de Mevlânâ’nın bazı mutaassıp sevenleri tarafından bu şehirde 645 yılında öldürüldü.[14]

Şems’ten ayrılık düşüncesi bu kez Mevlânâ’yı delilik haddine ve anlatılamaz bir hale sürükledi. Bir müddet ıstırap içinde ve perişan Şems’i bekledi. Şam’da onu bulabileceği tasavvuruyla Dımeşk’e gitti ve bir süre onu aradı. Ümitsizliğe kapılarak Konya’ya geri döndü; ama Şems’i düşünmekten hiç vazgeçmedi, aksine düşüncelerinde ve eserlerinde onu her zaman korudu. Ondan öğrendiği şekilde sâlikleri irşad etti.

* * *

Şems’ten Sonra

Şems’ten sonra Mevlânâ, Zerkub[15] olarak bilinen Selahattin Feridun Konevî’ye (ö. 657 h.) bağlandı. O Konya halkındandı ve Konya’da bir kuyumcu dükkânı vardı, esnaf idi. Zahirî ilimlerden hiçbir şey bilmezdi. Hatta doğru düzgün konuşamazdı. Mesela kilite kitil, müptelaya müftela diyordu.[16] Ancak Burhaneddin Muhakkık’ın müridi, dostu ve itimat ettiği bir kimse olduğundan, Şems-i Tebrizî’nin Konya’da ikameti döneminde Mevlânâ ve Şems’i ağırladığından, onların meclislerinde özel bir hale büründüğünden, Mevlânâ onda bâtın sefasını bulduğundan dolayı ona saygı gösterdi ve on yıl boyunca onunla sırdaş ve hemhal oldu. Dostlarını ona itaatle görevlendirdi ve kendisi de onun hizmetinde oldu. Onu vasfeden birçok gazel okudu. Zerkubî 657 yılında bir hastalık sonucu vefat edene kadar böyle devam etti.

Bundan sonra Şems-i Tebrizî’nin hatırasını yaşatan şahsiyet, Mevlânâ’nın seyyid, güvenilir, ömrünün hâsılı, zamanın Cüneyd’i ve Bayezid’i bildiği ve Çelebi diye tanınan Hüsameddin Hasan bin Muhammed bin Hasan bin Ahi Türk[17] (622-683 h.) oldu. Çelebi daha gençlik yıllarından itibaren Mevlânâ’nın hizmetindeydi ve aşkla ona bağlıydı. Onun sülûku ve fütüvvetinin keyfiyeti, Mevlânâ tarafından özel bir saygı görmesini sağladı. Öyle ki Şems-i Tebrizî’nin Konya’ya girdiği ilk andan itibaren onunla hemhal oldu ve Mevlânâ’dan sonra da onun yerine geçti.[18]

Hüsameddin Çelebi’nin rolü şudur: Mevlânâ’yı Mesnevî’yi yazmaya ikna etmiştir, ondan irfanî, ahlâkî ve dinî hakikatleri nazım şeklinde okumasını ve sâliklerin imkanına sunmasını istemiştir. Bu öneri hemen Mevlânâ tarafından kabul gördü ve hemen orada Mesnevî’nin başında yer alan neyname beyitlerini ona söyledi. Bu şekilde Mesnevî ortaya çıkmaya başladı. Bütün bunlarla beraber Mevlânâ açıkça, Mesnevî’yi ortaya çıkaranın Hüsameddin Çelebi olduğunu söyler ve Mesnevî’nin altı defterinde de onu yüceltir:

Ey Hakk’ın ziyası Hüsameddin

Işığınla Mesnevî Ay’ı geçti

Umut edilen insan! Senin yüce himmetin

Çekiyor bunu; Allah bilir, nereye

Bağlamışsın bu Mesnevî’nin boynunu

Çekiyorsun bildiğin yere doğru[19]

Bundan sonra Mevlânâ’nın hayatı, âşık bir şair ve yanık bir sûfî olarak iki şekilde özetlendi:

1.    Şiir söylemesi: On dört yıl boyunca (658-672 k.) Mevlânâ’nın okuduğu ve terennüm ettiği şiirleri, Hüsameddin Çelebi kaydediyordu ve bu iş tüm hızıyla devam ediyordu. Her ne kadar arada Hüsameddin Çelebi’nin eşinin vefatı sebebiyle şiir okuma ve yazma işi bir müddet kesintiye uğrasa da[20] on dört yılın sonunda edebiyat ve tasavvuf alanındaki büyük şaheserlerden biri meydana geldi. Bu eserin fars edebiyatı, kültürü ve tasavvuf alanında özel bir konumu vardır.

2.    Sûfî irşadı: Mevlânâ ömrünün son on senesini halkı sûfîlerin ve âriflerin yoluna irşad etmeye adadı ve Mevlevilik[21] gurubunu ortaya çıkardı. Bu, Rum beldelerinin tamamında öyle yayıldı ki idarecilerin çoğu, içinde de bütün Rum beldelerinin hükümdarı olan Muinüddin Pervane ona yöneldiler. Ama o, izzeti nefsi ve ihtiyaç duymaması nedeniyle onlara yönelmiyor, daha çok halkla ve esnafla muaşerette bulunuyordu.

Son olarak Mesnevî’nin altıncı defteri tamamlanmadan önce Mevlânâ hastalık ve yüksek ateş neticesinde hayata gözlerini yumdu. Konya halkının tamamı, hatta Hıristiyanlar ve Yahudiler minnet duygusuyla onun cenazesini büyük bir hürmetle kaldırdılar. Vasiyeti gereği Şeyh Sadreddin Konevî imametinde cenaze namazını kıldılar ve babasının kabrinin yakınına defnettiler. Kırk gün ona yas tuttular ve onun yerine Hüsameddin Çelebi’yi Mevlevilik silsilesinin önderi olarak seçtiler.

Şahsiyeti

Düşünürler muhtelif bakış açılarıyla Mevlânâ’ya bakmışlardır. Bazıları onu büyük bir ârif, meşhur bir şair ve insan-ı kâmil olarak tanımışlardır. Hatta onu dünyanın en büyük şairi veya İran’ın en büyük şairi kabul edenler vardır. Manevî açıdan da ona insanüstü bir imaj vermişler, kendisinden kerametler[22] nakletmişlerdir. Ona Peygamber’in (s.a.a) yanında yer vermişler ve şaşırtıcı övgülerde bulunmuşlardır. Bazılarıysa ona hakaretler[23] etmiş, onu fısk, küfür ve mezhepsizlikle itham etmişlerdir.[24]

Bu arada biz, Mevlânâ’nın eserlerinde bulunan şatahiyatlara[25], kabul edilemeyecek görüş ve düşüncelere[26], boş iddialara[27] ve kullanılan kötü kelimelere rağmen tasavvuf ve irfanda yüce bir makama sahip olduğuna, sözlerini ve şiirlerini en ileri derecede anlaşılabilir, akıcı ve güzel şekilde yazdığına, eserleriyle aşina olan kimselerin, bu eserlerin irfanî, edebî ve eğitimsel bilimlerle ilgili birçok hakikati içerdiğini gördüklerine, bu hakikatlerin, yüce irfanî inceliklerin, sırların ve eğitimsel noktaların incelemeye tabi tutulmadan geçilemeyeceğine inanıyoruz.

Mevlânâ’nın şahsiyeti çeşitli açılardan dikkat ve değerlendirme konusudur. Mesela marifetinin genişliği ve derinliği, sûfîyane ve ârifane bakışı, aşk âleminde yanması, kelamî bakışı, Şems-i Tebrizî karşısında kayıtsız şartsız teslimiyeti ve fenası, semahı ve vecdi, mezhebi eğilimleri (sünni veya şii) ve üzerinde durma imkânımızın olmadığı onlarca diğer konu sayılabilir. Burada Mevlânâ’nın şahsiyetini göstermek amacıyla mezhebi eğilimlerini, sûfîyâne ve ârifâne bakışını ve de felsefî düşüncesini incelemeye çalışacağız.

  * * *

Mezhebî Eğilimi

Mevlânâ Hanefî mezhebine mensup bir ailede dünyaya geldi ve yetişti. Şüphesiz kendisi de Ehl-i Sünnet mezhebindendi. Gazi Nurullah Şuşterî, Mevlânâ’nın bazı şiirlerine dayanarak onu Şia olarak tanıtmaya çalışmıştır.[28] Şiiliğin temelinin İmam Ali’ye (a.s) ve Peygamber’in (s.a.a) Ehlibeyt’ine marifet olduğuna inanan Üstad Celaleddin Hümayî bu ruhun Mevlânâ’nın ruhunda tamamen görüldüğünü, Mesnevî ve Divan-ı Kebir’de yazdıklarında Hz. Ali’ye (a.s) ve Peygamber’in (s.a.a)  Ehlibeyt’ine duyduğu muhabbetin açıkça göze çarptığını söyler. Bununla beraber o, İmam Ali’yi (a.s) seven manasında Şia’dır.[29]

Ancak bize göre Mevlânâ her ne kadar İmam Ali’ye (a.s) ve Peygamber’in (s.a.a) Ehlibeyt’ine çok saygı göstermiş, onlara yönelmiş, özellikle de İmam Ali’ye özel bir bağlılık duymuş, onu her nebinin ve her velinin iftiharı, benzersiz, baştanbaşa akıl ve şuhûd, hak ve bâtıl ölçüsü, gaybı gören göz sahibi, mürüvvetin, ihlâsın ve yiğitliğin tecessümü[30] gibi sıfatlarla anmış olsa da bu durum onun Şiî olduğunu göstermez. Zira bütün sûfî tarikatları kendilerini Hz. Ali’ye (a.s) bağlı görür ve bunu kendileri için büyük bir iftihar sayarlar. Bu esas üzere kendi meclislerinde tevhidiyeyi ve Hz. Resulullah’ın (s.a.a) menkıbelerini okuduktan sonra Hz. Ali’yi (a.s) överler, sonra irfanî merasimlerine başlarlar.[31] Mevlânâ’nın fıkhî hükümleri içeren şiirlerinde de Ehl-i Sünnet mezhebinden olduğu aşikârdır.[32] Buna binaen Mevlânâ’nın özel anlamıyla Şia olduğu, eserlerine ve ahvaline bakıldığında uzak bir ihtimaldir ve ispatı mümkün değildir.

 * * *

Sûfiyâne ve Ârifane Bakışı

Mevlânâ’nın sûfiyâne ve ârifâne bakışının temel kaynağı ve hakiki cevheri, hatta irfanının omurgası aşktır. Bu, ilâhî marifet ve işrâkla iç içe bir aşktır. Hamuru kendinden kopmak ve Allah’ta fâni olmak olan bir aşktır. Bu aşktan kasıt şehveti yakan, kibri yakan ve hevesi yakan bir aşktır; maddî ve hayvanî bir aşk değil. Mevlânâ’nın tabiriyle böyle bir aşk put yakmak, puta tapmak ve beşeri bir kusurdur:

Bir rengin peşinde olan aşklar

Aşk değil, sonunda bir kusurdur

Suret kadehlerinden içip mest olma

Ki put yapan ve puta tapan olma[33]

Mevlânâ’nın irfanî marifetinin yapısı ve Mesnevî’nin temel mihveri olan, muhtelif çehrelerle ve cilvelerle, çeşitli kıssalarda kendisinden bahsettiği aşk, gaybdan insana açılan bir kapıdır. İnsanın salt fenaya kadar kendisiyle uçabileceği güçlü ve atik bir binektir.[34] İlim ve akıl asla ona denk değildir.[35]

Mevlânâ aşkın, ruhsal sorunları ve derinliklerdeki hastalıkları iyileştiren[36], tenakuzları gideren[37], dağılmaları, kinleri ve düşmanlıkları yok eden[38] ve insanı varlık, yokluk, zaman, mekân, dünya ve ahiret bağlarından kurtaran[39] büyük bir iksir olduğunu iddia eder. Aşk şüpheyi giderir ve yerine sebat getirir:

Aşkı sürekli olarak açıklayacak olsam

Yüz kıyamet geçer, yine de yarım kalır

Çünkü kıyametin tarihi, sınırı vardır

Tanrı vasfı olan yerde nasıl sınır vardır?

Aşkın beş yüz kanadı vardır; kanatların her biri

Arşın yücelerinden yerin altına kadar uzanır[40]

Mevlânâ’nın irfanının omurgasını oluşturan şeyden genişçe bahsetmek gerektiği açıktır. İlerdeki konularda bundan yine bahsedeceğiz.

 

Felsefî Düşüncenin Eleştirilmesi

Mevlânâ, felsefî düşünceyi kalp sefasına engel, kemâl yolunun yolcularına set, hakikatlerin anlaşılmasında yetersiz, insanı yaratılışın asıl hedefine ulaştırmada aciz görüyor. Aklın cedel meseleleri alanında güçlü ve keskin olduğuna;[41] ama iman doğurmadığına, güven vermediğine ve sebat yaratmadığına inanıyor.

Mevlânâ’nın bu bâbdaki şiirlerinin mecmuasından aklı hesapçı, ihtiyatlı, alıkoyucu, abus, kuru, geçici, noksan, yetersiz, sınırlı, âfet yaratan ve benzeri gördüğü anlaşılıyor. Buna karşın aşk özgürlük veren, vesveseleri yok eden, mutluluk bahşeden, harekete geçiren, şevke getiren, temiz, pervasız ve benzeridir.

Mevlânâ diyor ki felsefî düşünce peşinde olanlar körler topluluğudur. Küçük bir şüphe karşısında kalakalırlar ve –Henane’nin[42] Resulullah’la (s.a.a) konuşması gibi- varlık hakikatlerini hazmedemedikleri için inkâr ederler:

Akılcıların ayağı tahtadan olur

Tahta ayak çok temkinsiz olur

Eğer körler asayla yolu gördülerse

Yaratılana sığınıp rûşen gördüler

Bu asa ne olur, kıyaslar ve delil

O asayı kim verdi onlara? Gören Celîl

Filozof fikir ve zanla münkir olursa

De ki git başını vur o duvara[43]

Mevlânâ’nın Kaynakları

Mevlânâ irfan ve edebiyatın değerli hazinelerini, yani Mesnevî’yi ve Divan-ı Kebir’i yazarken, diğer eserlerini ortaya çıkarırken hangi kaynaklara ve şahıslara başvurmuştur? Mevlânâ’nın kaynakları şunlardır:

1. Kur’an: Mevlânâ’nın Kur’an’la irtibatı kuvvetli ve derin bir irtibattır. Öyle ki eserlerinin toplamında bütün Kur’an ayetlerinden istifade ettiği iddia edilebilir. Sadece Mesnevî’nin 6 defterinde 2800 ayete dayanmıştır.[44] Mevlânâ’nın Kur’an’dan etkilenmesi üç türlüdür:

a) Kur’an ayetlerinin çoğu Mevlânâ’ya ilham vermiştir. Etkisi altında kaldığı ayet veya ayetleri çok güzel, gönlü okşayan ve zevk veren bir nazım şeklinde tefsir etmiştir. Örneğin:

 

Kimin gözünde ölüm bir tehlikeyse

Sarılır "Kendinizi tehlikeye atmayın" emrine[45]

Kimin gözünde ölüm kapı açılması olmuşsa

"Yarışın" diye hitap gelir ona[46]

b) Mevlânâ birçok yerde kendi iddiasını ispatlamak için Kur’an ayetlerine dayanır. Düşüncelerinden bazıları, özellikle de onları Kur’an ayetlerine dayandırması tartışma gerektiren bir konu olsa da birçok durumda bu istinatlar sahihtir. Örneğin:

"Dünya oyundur, oyuncaktır"[47] dedi

Siz çocuksunuz; Tanrı doğru buyurdu

Halkın savaşı çocukların savaşı gibidir

Tümü anlamsız, özsüz, temelsizdir

Tümünün savaşı tahta kılıçla olur

Tümünün azmi yararsız şeyedir[48]

c) Bazı örneklerde ayet-i kerimenin içeriği, ayetin bir kelimesi bile açıkça zikredilmeden nazım şeklinde yazılmıştır. "Kime uzun ömür verirsek, onu yaratılış itibariyle tersine çeviririz."[49] ayetinin içeriğini yansıtan aşağıdaki beyitler gibi:

Ay gibi parlak bir yüz vardı

Yaşlılıkta kertenkele sırtına döndü

Pırıl pırıl parlayan o baş ile ense

Yaşlılıkta çirkinleşti, dazlaklaştı

Mızrak gibi saf yaran, salınan o boy

Asla Yapılmaması Gereken Günahlar Asla Yapılmaması Gereken Günahlar

Yaşlılıkta yay gibi büküldü

Lale rengi yüzü değişti, safran rengini aldı

Aslan kuvveti gitti, kadın ödüne döndü

Bir hileyle bir adamı kaldırıp koltuğuna alırdı

Şimdi yürürken onu koltuklarından tutuyorlar

Bunlar gamın, solgunluğun belirtisidir

Bunların her biri ölümün elçisidir[50]

2. Hadis: Mevlânâ Mesnevî’de, Divan-ı Kebir’de ve diğer eserlerinde yaygın biçimde hadislerden istifade etmiştir. Sadece Mesnevî’de kullandığı, tefsir ettiği veya alıntı yaptığı 500 rivayet vardır. Kur’an’la ilgili kısımda söylendiği gibi hadisleri de bazen nazım şeklinde şerh etmiş, bazen kendi iddiasını ispatlamak için onlara dayanmış ve bazen de hadisin içeriğini şiir şeklinde yazmıştır.[51]

3. Gazzâlî’nin eserleri: Şüphesiz Mevlânâ, Ebu Hamid Gazzâlî’nin (ö. 505 k.) eserlerinden çok faydalanmıştır. Gazzâlî’nin İhyau Ulumi’d-din, Kimya-yı Saadet, Tehafutu’l-Felasefe, el-Munkız mine’d-Dalal eserlerini mütalaa eden ve Mevlânâ’nın da eserleriyle aşina olan kimseler, Mevlânâ’nın eserlerindeki çoğu kıssanın, meselin ve rivayetin kaynağının Gazzâlî’nin kitapları olduğunu açıkça göreceklerdir.

Ayrıca Mevlânâ, Gazzâlî’ye özel saygı gösteriyordu. Hatta onu âlimlerin âlimi olarak görüyor, onun ilim bayrağını dalgalandırdığını ve dünyaya öncü olduğunu söylüyordu.[52] Böyle bir şahsiyetin eserlerinin Mevlânâ’nın gözünden kaçmadığı ortadadır. Gazzâlî ve Mevlânâ’nın birbirleriyle çok benzerlikleri vardır. Kişisel ve toplumsal yaşamlarında, yöntemlerinde, düşünce yapılarında ve tasavvufta benzerlikleri vardır.

Bunlara ilaveten birçok düşünür, Mevlânâ’nın Gazzâlî’nin eserlerinden istifade etmesiyle ilgili kitap veya makale yazmıştır. Örneğin Bediüzzaman Füruzanfer Maehez-i Kısas ve Temsilat-ı Mesnevî adlı kitabı bu amaçla yazmış, Abdülkerim Surûş bir makalesinde[53] Mevlânâ’nın Gazzâlî’den istifade ettiği mevzuları beyan etmiş, Kıssa-yı Erbab-ı Marifet[54] adlı kitabında da bu konuyu ayrıntılı işlemiştir.

4. Şairlerin eserleri: Şüphesiz Mevlânâ, Sinaî Gaznevî, Attâr Nişaburî ve Firdevsî gibi şairlerin eserlerinden faydalanmıştır. Mesnevî’de birçok yerde Hekim Sinaî Gaznevî[55], İlahiname[56] ve Attâr’dan[57] bahsetmiş ve onlardan bazı konuları nakletmiştir.

5. Kalp şuhûdları: Mevlânâ sûfîlerden, âriflerden ve fakihlerden elde ettiği birikimlerle yetinmedi. Öğrendiklerini batınını arıtarak, içsel seyirle, kendinden kurtularak ve kalbî şuhûdla destekledi. Böylece kendinden geriye nefis eserler bırakabildi. O kadar ilerledi ki Allah’tan kendisine lafız olmadan konuşma ve kulak olmadan duyma makamını bağışlamasını diledi:

Ey Allah’ım cana sen o makamı göster

Ki orada söz, harfsiz biter

Madem ulaştırdın bize bunun kokusun

Tulumun ağzını bağlama ey din sahibi![58]

* * *

Mevlânâ’nın Eserleri

1. Mesnevî

Mevlânâ’nın eserleri iki türlüdür: Manzum eserleri ve manzum olmayan eserleri. Mevlânâ’nın en meşhur ve en önemli manzum eseri Mesnevî’’dir. Mesnevî manzum ve Mevlânâ’nın tahsil, araştırma, tahkik, tedris, sülûk ve riyazetle geçen bir ömrün hâsılı olan irfanî, ahlâkî ve eğitimsel düşünceleriyle işlenmiş bir eserdir.

Mesnevî gönül sahiplerinin kalbini ve ruhunu ısıtan ve birleştirendir. Bu münasebetle ruhların cilası, gökyüzü nağmesi ve tevhit çağrısı diye de adlandırmışlardır. Ömrü yedi asrı aşmasına rağmen unutulmanın kıyısından bile geçmemiştir.

Bu kitap daha en başından halk tarafından ilgiyle karşılanmış ve ondan bir nüsha almak yaygın bir şekilde başlamıştır. Öyle ki günümüzde bu kitabın el yazması nüshaları dünyanın meşhur kütüphanelerinde mevcuttur. İran, Türkiye, Hindistan, Mısır ve Avrupa gibi dünyanın muhtelif bölgelerinde baskı teknolojisinin ortaya çıkmasından sonra defalarca basılmış, Arapça, İngilizce, Fransızca, Almanca ve Urducaya tercüme edilmiştir.

Mesnevî, en mufassal Farsça manzumelerdendir. Muteber nüshalara bakıldığında altı defterden ve 25628 beyitten müteşekkil olduğu görülür. Bu nefis manzumenin özelliklerinden bazıları şunlardır:

1.     Konuları irfanî latifelerle iç içe, nefis benzetmeler ve güzel mesellerle beraberdir.

2.     Mesnevî’de kıssanın fevkalade bir rolü vardır. Elbette bunlar oyalanma vesilesi olan kıssalar değil, bâtın seyrinden ve manevî sülûktan bahseden kıssalardır. Delil şeklinde anlatamadığı şeyleri, kıssa yoluyla beyan etmiştir.[59]

3.     Mesnevî benlikten kurtulan insanın yaşayan ruhunu ortaya koyuyor ve gönül sahiplerine sevgili olmanın salt teslimiyet ve kendinden geçme haletini öğretiyor.[60]

4.     Mesnevî aşk, işrak, heyecan, gönül verme ve pervasızlık kitabı; kırgınlığın, ümitsizliğin ve depresyonun dermanıdır.

Elbette bu imtiyazlara rağmen bazıları onu yermiş ve yoldan çıkaran kitaplar arasında saymışlardır. Ancak Şeyh Bahaî’nin (r.a) dediği gibi:

Mesnevî tıpkı Kur’an gibidir

Kimini hidayet eder, kimini yanlış yönlendirir.

2. Külliyât-ı Şems-i Tebrizî

Mevlânâ’nın manzum eserlerinden bir diğeri kırk bin beyitten oluşan Divan-ı Şems-i Tebrizî’dir. Mevlânâ bu manzumedeki beyitlerin çoğunu Şems’in anısına ve onun ayrılığında yazmıştır. Divan-ı Şems aslında Mevlânâ’nın yakıcı aşkının tecellisidir, hicran acısı ve sevgilinin firakı bunları ruhuna akıtmıştır.

Bu manzume beyitlerin çokluğu, şairin tahayyülünün genişliği, heyecanı, perdeleri yırtması, şiarı, şuuru ve heyecanı açısından ve de tasavvuf esaslarını içermesi, edebî ve şiirsel özellikleri, şiir musikisi, tabirlerinin güzelliği, akıcılığı ve bütünlüğüyle Farsça edebî eserler arasında mümtazdır.

3. Fîhi Mâfih

Fîhi Mâfih Mevlânâ’nın oğlunun, müritlerinden biriyle, onun vefatından sonra topladığı makaleleri ve takrirleridir. Söz konusu kitabın ibareleri akıcı, kolay anlaşılır ve açıktır, irfânî hakikatler ve muhtelif konular hakkındadır. Mevlânâ’ya sorulan sorular ve onun verdiği cevaplardır.[61]

4. Mecâlis-i Seb’a

Mecalis-i Seb’a, Mevlânâ’nın bazı müritlerinin topladığı yedi konuşmasıdır. Bu mecmua irfanî muhtelif manaları olan akıcı ve sade ibareler içerir. Kur’an ayetlerinin sûfîlerin ve âriflerin üslubuyla açıklanması ve tefsiridir.[62]

5. Mekâtib

Mekâtib Mevlânâ’nın kendi dönemindeki şahlara, vezirlere, ricale ve şeyhlere yazdığı mektuplardır. Bu mektupların Fîhi Mâfih ve Mecâlis-i Seb’a kitaplarının konularıyla aynı türde olması göze çarpar.[63]


[1] Belh eskiden Horasan’ın büyük ve meşhur bir eyaletiydi. Şimdi Afganistan ülkesine bağlıdır.
[2] Mevlânâ’nın Rumî diye meşhur olmasının sebebi Anadolu’daki Konya şehrinde uzun müddet ikamet etmesi ve orada vefat etmesi sebebiyledir.
[3] Mevlânâ’nın hayatını anlatan kaynaklar şunlardır: Eflakî, Ahmet, Menakibu’l-Arifin; Füruzanfer, Bediüzzaman, Tahkik der Ahval ve Zendegi-yi Mevlânâ; Safa, Zebihullah, Tarih-i Edebiyat der İran; 9. Baskı, c. 3, s. 450; Zerrinkub, Abdulhüseyin, Pelle pelle ta Mülakat-ı Huda; Cami, Abdurrahman, Nefehatu’l-Üns, Tahran: İntişarat-ı İttilaat, 1370, s. 459-469; Gölpınarlı, Abdülbaki, Mevlânâ Celaleddin, Farsçaya çeviri Tevfik Subhanî, Tahran: Müessese-i Mütalaat ve Tahkikat-ı Ferhengî. Hepsinden önemlisi Mevlânâ’nın kendi eserlerinde hayatıyla ilgili anlattıklarından faydalandık.
[4] Tarih-i Edebiyat der İran, c. 3, s. 451.
[5] Hümayî, Celaleddin; Mevlevînâme, c. 1, s. 21.
[6] İstilamî, Muhammed; Mesnevî, 2. Baskı, c. 1, Tahran: Zevvar, 1369, s. 21. 
[7] Gölpınarlı, Abdülbaki; Mesnevî, 2. Defter, 1319-1320. Beyitler.
[8] A.g.e., 2340. Beyit.
[9] Külliyât-ı Şems-i Tebrizî; 3049. Gazel, s. 1128.
[10] A.g.e., 1891. Rubâî, s. 1484.
[11] A.g.e., 677. Gazel, s. 283.
[12] A.g.e., 2648. Gazel, s. 984.
[13] A.g.e., 2648. Gazel, s. 984.
[14] Tarih-i Edebiyat der İran, c. 1: 3, s. 455.
[15] Zerkub, altın ve gümüş varaklar hazırlayarak işlenmeye hazır hale getiren kimsedir.
[16] Tahkik der Ahval ve Zendegi-yi Mevlânâ, s. 99-102.
[17] Çelebi server, reis demektir.
[18] Tarih-i Edebiyat der İran, 1/3, s. 454 ve 455.
[19] Kanar, Mehmet; Mesnevî, 4. Defterin başı.
[20] A.g.e., 2. Defterin başı.
[21] Mevlevilik, Celaleddin Muhammed Mevlânâ’ya mensup olan muhtelif sûfîlik fırkalarından biridir. Zikir, fikir, murakabe, evrad, özellikle de semah, vecd ve yuvarlak zikir halkası bu gurup içinde revaçtadır. Hala Türkiye’de ve başka yerlerde Mevleviler, semah merasimleri düzenlemektedirler. Geleneğe göre bu silsileye katılmak isteyenler 1001 gün hangâhın hizmetinde olmalıdır, bir gün bile az olsa kabul edilmez. Bu merhaleden sonra ona tövbe guslü döktürürler, ona esmaü’l- hüsnayı telkin ederler. İstirahat ve ibadet etmesi için ona bir hücre verirler. Bu şekilde Mevlevilik yoluna girmiş olur.
[22] Menakibu’l-Ârifin, s. 161, 294, 319, 332, 333, 369.
[23] Tahranî, Cevad; Arif ve Sûfi Çé Miguyed?, 8. Baskı, Tahran: Bonyad-ı Bi’set.
[24] Müderrisî, Seyyid Cevad; Negdi ber Mesnevî, Kum: Ensariyan.
[25] Mesela yalan olduğu ve Peygamber’e büyük bir iftira olduğu kesin olan ve birçok delile rağmen Garanik efsanesi Mesnevî’nin altıncı defterinin 1525-1530. beyitlerinde geçer.
[26] A.g.e., 2. Defter, 2791-2803. Beyitler.
[27] A.g.e., 1. Defter, Mesnevî’yi usul-u usulu’d-din, fıkhullahi’l-ekber, şerullahi’l-ezher… kabul eden mukaddime.
[28] Şuşterî, Gazi Nurullah; Mecalisu’l-Muminin, Tebriz, s. 290-292.
[29] Mevleviname, c. 1, s. 52.
[30] Mesnevî, 1. Defter, 3735, 3737, 3759, 3765, 3779 ve 3815.
[31] Keyhan-ı Endişe; 51. Sayı, s. 171.
[32] Mesnevî, 2. Defter.
[33] A.g.e., 205. Beyit; 6. Defter, 3707. Beyit.
[34] A.g.e, 1. Defter, 113-116. Beyitler.
[35] A.g.e., 3. Defter, 3832. Beyit.
[36] A.g.e., 2. Defter, 1529-1533. Beyitler.
[37] A.g.e., 5. Defter, 3230. Beyit.
[38] A.g.e., 2. Defter, 3743, 3744 ve 3756. Beyitler.
[39] A.g.e., 6. Defter, 573. Beyit.
[40] A.g.e., 5. Defter, 2184, 2191, 2194. Beyitler. (Çev. Mehmet Kanar, Mesnevî, Ayrıntı yayınları)
[41] A.g.e., 6. Defter, 119. Beyit: Akıl keskindir lâkin bırakmalı/ Kalbi viran ama bedeni sağlıklı olanı
[42] Henane, Allah Resulü’nün mescitte vaaz verirken ve hutbe okurken yaslandığı tahta sütunun adıdır. Peygamber (s.a.a) için bir minber yapılınca bu sütun, Peygamber’den (s.a.a) ayrıldığı için inlemiştir. (Ferheng-i Emid’den mütercimin alıntısıdır.)
[43] Mesnevî, 1. Defter, 2139, 2134, 2146 ve 3291. Beyitler.
[44] Caferî, Muhammed Taki; Tefsir, Nakd ve Tahlil-i Mesnevî; Mukaddime, c. 15, s. 15-92.
[45] Bakara: 195: “Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın.” (Mesnevî, 3. Defter, 3436. Beyit) (Çev. Mehmet Kanar, Mesnevî, Ayrıntı yayınları)
[46] Hadid: 21: “Rabbinizden bir mağfirete; Allah'a ve peygamberlerine inananlar için hazırlanmış olup genişliği gökle yerin genişliği kadar olan cennete koşuşun.” (a.g.e., 3437. Beyit) (Çev. Mehmet Kanar, Mesnevî, Ayrıntı yayınları)
[47] En’am: 32; Ankebut: 64; Muhammed: 36.
[48] Mesnevî, 1. Defter, 3445, 3449 ve 3450. Beyitler. (Çev. Mehmet Kanar, Mesnevî, Ayrıntı yayınları)
[49] Yasin: 68.
[50] A.g.e., 5. Defter, 969-974. Beyitler. (Çev. Mehmet Kanar, Mesnevî, Ayrıntı yayınları)
[51] Bkz. Füruzanfer, Bediüzzaman; Ehadis-i Mesnevî, Tahran Üniversitesi; Maehez-i Kısas ve Temsilat-ı Mesnevî; Halebî, Ali Asğar; Tesir-i Kur’an ve Hadis der Edebiyat-ı Farsi; s. 157-177.
[52] Menakibi’l-Ârifîn; c. 1, s. 219 ve 220.
[53] Mecelle-i Maarif; 1. Dönem, 3 numara, İsfend ve Azer, 1363.
[54] Surûş, Abdülkerim; Kıssa-yı Erbab-ı Marifet; Tahran: Müessese-i Ferhengi-yi Sırat, s. 135-214.
[55] Mesnevî, 1. Defter, 1773, 1915, 2046 ve 3440. Beyitler; 3. Defter, 2773, 3752 ve 4294. Beyitler; 4. Defter, 2567. Beyit; 6. Defter, 3355. Beyit.
[56] A.g.e., 3. Defter, 2773 ve 3752. Beyitler; 4. Defter, 2568. Beyit; 6. Defter, 3355. Beyit.
[57] A.g.e., 1. Defter, 1613. Beyit; 6. Defter, 1388. Beyit.
[58] A.g.e., 1. Defter, 3105. Beyit (Çev: Abdülbaki Gölpınarlı); 5. Defter, 308. Beyit (Çev: Mehmet Kanar)
[59] Pélle pélle ta Mülâkat-ı Huda, s. 261.
[60] Tefsir ve Nakd ve Tahlil-i Mesnevî, c. 14, s. 3-9.
[61] Tarih-i Edebiyat der İran; c. 2/3, s. 1205-1207.
[62] A.g.e.
[63] A.g.e.

Editör: Hasan Bedel