Hiç denedin mi bir gece vakti kalemi eline alıp yaşadığın duyguları yazmayı?

Gecenin karanlığı hüzünlerinin üzerine çöktüğünde ya da ne bileyim hüzünlerin gecenin üzerine baskın yaptığında aynı duyguları paylaşacağın kimse olmuyor ya, işte o zaman bir kalem ve bir kağıt ne kadar da vefalı dost oluyor insana!

Kalem senin yerine göz yaşı dökecek kadar duygulanıyor! Kağıt ise, bir tarla gibi dertlerinin tohumlarını yeşertmeye can atıyor!

Hangi dost bunca fedakârlığa katlanabilir ki?!

Bu gece yine göz pınarlarımdan akan göz yaşlarım kalemimden gönül tarlama süzüyor... Kim bilir acıların aktığı tarladan nasıl tatlı meyveler elde edilecektir?!

Neden bu gece kağıt ve kaleme ihtiyaç duydum ki yine?!

Belki gecenin karanlığındaki yalnızlığım itti bu sığınmaya!

Ya da göğsündeki zulüm yarasıyla inleyen, gözyaşları gürültüler içinde kaybolan ve dudaklarında tebessüm resmi çizmeyen “yalnız”ın yanında olduğum için yalvarıyorum kağıt ve kaleme!

Hani acı bir zulme uğramış birinin yüzüne düşen iz, en güzel giysiler giyse de, yüzünden hiç silinmiyor ya, işte şimdi yanı başımda duran bir iz vardır, izi silinmişlerin içinde! Ama bu acı iz, hiç silinmemiş asırlardır ve öylece acı acı bakıyor, donuk bakanların utanmaz yüzüne!

Bazen haykırmak geliyor içimden... Ama boğazımda düğümleniyor feryatlarım, tıpkı o büyük “yalnız” gibi.

Feryatlarım gözyaşına dönüşüyor... Hıçkırıklar içinde hüzün evime/beyt'ül-ahzana sığınıyorum tıpkı o büyük “aşık” gibi.

Haykırmak isteyip de haykıramadığım ve boğazımda düğümlenen feryadı yine kalemim anlıyor ve ağlıyor kalp tarlasına...

Neden gülistanda kargalar ötüyor?! Neden gülistanın kızıl gülü koparılıyor ve neden hâlâ bu kızıl gülün gözlerinden kan damlıyor?!

Bu kanlı kızıl gül, aşıkların boynuna takılan aşk madalyası mı? Yoksa aşktan nasiplenmeyip de aşk seccadesinde suyla abdest alanların riya namazına vurulmuş bir ret mührü mü?

Acılar, aşk ehlini takatsiz düşürdüğünde artık kalkıp ayakları üzerinde duramayan aşığın tek dayanağı olur... Başını sevgilinin kalbi üzerine koyar, öylece göz yaşı döker, aşkın ateşini daha da alevlendirir, kor eder ve yakar kendini bu kor ateşte...

İşte budur aşkın sırrı!..

Gecenin karanlığında kanayan kızıl güle tutkunsun, aşkını haykıramıyor, göz yaşına hâkim olamıyorsun... Yapacağın tek şey kalır:

Takatsiz ayakların çekip götürür seni gizli makberin şem’i etrafına... Pervane olursun, duvarlar arasına mahpus olmuşların diyarına uçarsın... Başını sevgilinin kalbi üstüne koymak niyetine yaslarsın çepeçevre çevrilmiş duvarların soğuk yüzüne... Ağlarsın, göz yaşların akar... Kızıl gülün kanına karışır ve kanla karışık gözyaşınla abdest alırsın. Oturursun aşk seccadesine ve yönelirsin büyük aşkın doğduğu kıbleye...

O zaman yalnızlığı doyasıya yaşarsın... Yalnız olursun, bir olursun ve tek olursun...

Artık ikilik yoktur... Tek bir şey vardır ve tüm şeyler o Tek içindir... Kızıl gül de seni, o Tek’e götüren sırat-ı müstakimdir.

O Zehra’dır; yüzünde, kolunda ve göğsünde aşkın madalyasını taşıyan.

O Zehra’dır; riya seccadesinde kılınan namazlara ret mührü vuran.

O, “Tek” olanın rıza ve gazap mizanı ve habibinin Ümmü Ebiha’sıdır.

O, acılara mana katan, gözyaşlarına kutsiyet veren, aşk ehline kıble kılavuzu olan kızıl güldür.

O, Medine’nin mahzun bakışlı gözü, zemzemin çağlayan pınarı, Ali’nin kuyulara anlattığı yalnızlık öyküleridir.

O, yüzünde zulmün kahredici izlerini günümüze taşıyan, mazlumiyetin simgesi, zalimlerin hesap vereceği günün kahhar adıdır.

O, yeşil sarayların taç ve tahtlarını yıkan Musa’nın asası, Hasan’ın anasıdır.

O, aşk minası Kerbelâ’da, izzetli ölümü seçen; aşk, kan, gözyaşı ve felsefeyle yoğrulmuş olan Hüseyn’in öğretmeni, esarette özgürlüğü yaşayan ve öğreten Zeyneb’in hocasıdır.

Ve O, Medine’nin gönül kıblesi, velâyet gülistanının kızıl gülü, ve hazin aşkların kayıp gözyaşıdır...