Ümmet olarak (İslam coğrafyasında, sınırlarımızda-bölgemizde) dehşetlerin, vahşetlerin, kamplaşmaların, kutuplaşmaların, kin ve nefretlerin, savaşların içerisinde bulduk bir anda kendimizi. Özellikle 2011-2013 yıllarında umutları ve korkuları bir arada yaşıyoruz. Umut ve korku hayatın bir gerçeğidir. Çünkü umut ve korku, hayatımızdan ayrılmaz iki parçadır. Hadisler, bu iki kavramı “Beyne’l-havf ve’r-reca” diye tanımlarlar, yani umutla korku arasında bulunmak, umut ve korkuyla birlikte yaşamak. Korku ve umut derken, bu iki kavram kişiden kişiye değişebilir. Her insanın umut ve korkuları kişilere göre değişebilir.


Ancak şunu unutmamak gerekir ki, bu hayatın umutları ve korkuları sadece bu dünyaya endeksli değildir.
Zira umut ve korkular sadece bu dünyaya dair görülürse sonuç kayıp ve hüsran olur.

İnsanların Umut ve korkuları, fani dünyadan ibaret olan bu hayatı aşmalı, sınırlı olan bu dünyanın ötesine taşmalı, ebedi olan ahiret hayatını da kapsamalı ki, bir anlam ifade edebilsin, bir etki bırakabilsin!...


Zira batılın hak elbisesini giyinmeye müsait olan ve en büyük cani ve zalimlerin kendilerini haklı ve mazlum gösterebilme yalakalığına uygun olan bu dünya hayatı çoğu zaman umutların tüketildiği ve korkuların yaşatıldığı sahnelerle çepeçevre kuşatılmaya çalışılmakta ve bu sisli, puslu havadan kirli emellere ulaşılmak istenmektedir.

Bir milletin umutları tüketilip, o milletin içerisinde ve ruh halinde korkular üretildiği zaman o millet huzura kavuşamaz. Nitekim korkuları tümden yok sayıp sadece ve sadece umutlara bel bağlamak da böyledir.


Durum ve hal bu vahim noktalara geldiği zaman yapılması gereken en önemli şey; hayatın hakikatlerini görüp kinler, nefretler, korkular neticesinde çıkarılmak istenen savaşlara karşı tedbirler almak ve geleceğe yönelik umuda, barışa ve kardeşliğe doğru çözümler üretmektir.

       Kendi içindeki sancıları unutup dışarıda olmayan sancıları varmış gibi lanse ederek “biz ecdatlarımızdan aldığımız ruh ve terbiyeden dolayı bu zulümlere seyirci kalamayız” diyerek felaket tellallığı, savaş çığırtkanlığı, kan ve gözyaşı edebiyatı üzerine bina edilen siyaset senaryoları her kesime zarar verir.


Siyasetin en çirkini farklı inançlarından dolayı toplumları öteki ilan etmek, kutuplaştırmak, zıdlaştırmak, kinleştirmek, düşmanlaştırmak üzerine yapılanıdır. Siyaset tellallık edebiyatı üzerine yapılmamalıdır. Zira bu durum hiç kimse de yaşama sevinci bırakmaz.

        Kendilerini dünyanın polisi, hakimi, savcısı, süper gücü görenlerin başını çektiği siyaset terörizmi dünyaya, insanlığa; insan hakları, barış, kardeşlik, insan gibi refah ve saadetli bir yaşam gibi kulağa hoş gelen söylemleri ve teraneleri ile vaatlerde bulunarak insanlığa, tabiata kıymaktan, savaş ve gözyaşından başka bir şey üretmemişlerdir. Uyanma vakti gelmedi mi daha!
 
Siyaset terör yapar mı? Aslında yapmaz ve yapmaması gerekir. Zira siyasetin görevi vatanın, milletin bekası, huzuru, refahı için projeler üretip, bu projeleri hayata geçirmek ve diğer devletlerle, özellikle komşu devletlerle barışı esas edinerek siyaset yapmak ve devletin ve milletin bekasını tehdit eden iç ve dış mihraklara karşı mücadele etmektir. Siyaset bunları yapmaz ve bunların aksine hareket ederse işte o zaman siyaset teröre bulaşmış olur.


İslam tarihi boyunca, özellikle son üç yıldır Harici ve tekfirci zihniyetin İslam coğrafyasında yapmış oldukları cinayet ve taşkınlıkların, siyaset ağzı ile başkaları tarafından yapılıyormuş gibi anlatılması ve koca milletlere yutturulması yapılan cinayetlerden daha da vahimdir. Zira asıl canileri-katilleri-insanlık düşmanlarını, harici zihniyeti insanlığa dost, adalet hamisi göstermeye çalışmak vatanlarını, halkını korumak için savunma yapanları yezitlere benzetmek Müslümanların ve adaletin kalbine saplanan bir hançerdir adeta.


Bu minvalde ümmet ile beraber medya da ağır imtihanlar vermektedir. Ancak ne yazık ki medya çoğunluk olarak bu imtihanı kaybetmiş durumdadır. Zira medya da bu alanda nar-ı nur nuru ise nar olarak göstermeye çalışmış ve çalışmaktadır. Yazık değil mi! Netice de bu işin bir de o tarafı yok mu! Elbette onlar açısından bu söylemler bir anlam ifade etmez. Çünkü o tarafın hesabını bilen ve düşünenlerin harici zihniyetin yaptıkları vahşetleri başkaları tarafından yapılıyormuş gibi anlatmaları mümkün olmazdı.


İslam ülkelerinde, bölgemizde, sınırlarımızda, komşularımızda her gün kardeşlerimiz öldürülüyor, evleri, işyerleri başlarına yıkılıyor, mal ve can güvenliğinden söz etmek mümkün değil (bunları kim yaparsa yapsın, Kahhar ism-i şerifi hürmetine Allah bunlara Kahhar ism-şerifi ile muamele buyursun inşallah) ; bunlara sessiz kalan bir medya ile karşı karşıyayız. Failleri mazlum mazlumları zalim gösteren ve göstermeye çalışan bir kitle ile karşı karşıyayız.


Irak’da, Afganistan’da emperyal odaklarla aynı safta olanlar bu gün bölgemizde yaşananlarda da onlarla aynı safta bulunmaktalar. Bu zümre neden Bahreyn’de emperyal düzenlere bağlı ve onların emri ile demokrasi ve insan hakları isteyen halkını öldüren Bayreyn’in krallık diktatörlerinden söz etmez ve onların zulümlerini asla kınamazlar. Bu çifte standardın sebebi nedir acaba! Medya daha önceleri bundan çok daha hafif olayları günlerce gündeminden çıkarmamış, manşetten indirmemişti. Bu gün medyanın bu sessizliği neyin alametidir acaba!

Bölgemizde ve ehl-i kıble arasında toplumlara yön verenlerin, siyasetçilerin, akillerin, âlimlerin, kanaat önderlerinin, eli kalem tutanların, yazarların, çizerlerin ahiret umut ve korkularını hesaba ve programlarına alarak hareket etmeleri, düşünmeleri ayrıştırmadan, kutuplaştırmadan, kinleştirmeden yazmaları, konuşmaları gerekir. Aksi takdirde her geçen gün kaosa doğru gidilerek içinden çıkılmaz bir noktaya gelinecek ve barışın yerini kan ve gözyaşı almaya devam edecektir.

Selam ve Dua ile…

Mehdi AKSU