Ben Arafat çölünde merhamet ve şefkat tepesindeyim Adem ve Havva buluştuğunda.

Dizlerinde takat kalmamıştı, akan özlem ve hasret gözyaşları deriz üzüntü izleri bırakmıştı güneşin kavurduğu yanaklarına.

Vuslatı bekleyişin özleminde bedenleri yorgun düşmüş, ayakları yürüyecek gücü kaybetmişti, ama gözlerindeki umut ışıkları, doğu ve batının uçsuz bucaksız mekanında kaybolan sevgiliyi bulma özlemiyle lamekan zirvesine ulaşıp ufukların uzaklığını aşkın sınırsızlığıyla yakınlaştırarak daha bir parlıyordu.

Yıllarca ölüm acısından daha yakıcı ayrılığın, vuslat meyvesi vermesi ne muhteşem bir tablo oluşturuyordu o kurak ve kimsesiz çölde.

Arafat çölünün etrafını kaplayan taşlar, sanki hasret ve vuslat görmemiş insanların kalpleriydi üst üste yığılmış kocaman dağlar oluşturuyordu.

Bağrında hiçbir bitki yeşertmeyen çöl ise, bir damla gözyaşı görmemiş acımasız ve gaddar insanların yüz ifadesi gibiydi.

Gökyüzünden üzerime yağan okşayıcı yağmur taneleri değildi, güneşin ateş kırbaçlarıydı, efendilerin kırbaçları gibi kölenin sırtına inen ve her inişte insan bedeninde dünya haritasının bir çizgisini nakşediyordu.

Öylece bakıyordum Adem ve Havva'ya, vuslat gözyaşlarıyla ıslatıyorlardı o çölü ve susuzluğunu gideriyorlardı susamış gönlümün.

Ayrılık yıllarının acılarını düşündüğümde hak veriyordum onların bu iştiyak ve heyecanına.Ben onları ve acılarını anbean gördüm, acılarını yaşadım, onlarla birlikte gözyaşı döktüm, nice geceler onlar yorgun düşüp bir ağaç altında ya da bir taş oyuğunda uykuya daldıklarında ben ağladım onlar adına, ben yalvardım onlar için ve ciğerlerim kan oldu, bu uzun ayrılık yılları içi, ne var ki onlar beni ne görebiliyordu ne de acılarımı anlayabiliyorlardı.Benim bulunduğum tepede acıların bittiğini ve vuslata erdiklerini de bilmediler, bilemezdiler; çünkü onlar benim acımı paylaşamazdılar, kalpkeri dayanamazdı benim halime ve senden ayrı kalışımın acısına.

Kaç asır oldu ayrılığımız biliyor musun ?

Sensiz olduğum yılları nasıl geçirdim ve nice çekilmez acılara katlandım.

Sensiz baharlarım hazan oldu. Gönül bahçemde açan gonca güllerimi nasıl da soldurdular acımadan.

Halbuki nice umutlar besliyordum gelecek için.

Havva`nın şefkatine, Adem'in özlemine baktığımda bu baba ve anadan doğanlar ne güzel gülistanlar, oluşturacaklar diye düşünüyordum.

Ne var ki insanlık ailesinin ilk felaketi kardeş kanı dökmekle başladı.

Havva'nın bu per per olmuş oğlu üzerinde döktüğü gözyaşlarını gördüğümde ciğerlerim pare pare olmuştu..

Bu olay beslediğim tüm güzel umutlarımı hazanın acımasız saldırısı gibi bir bir soldurmuştu .

Hazanın, daha zor günleri perde arkasında sakladığını biliyordum zemheri kış soğuklarının her şeyi donduracağını görüyordum, yumuşacık kalpleri bile, kış gecelerinin gonca gülleri soldurduğu gibi.

O zor günle kışın ilk yağan karı gibi ıssız çöllerde, kurak vadilerde ve terk edilmiş beldelerde sığındığım Beyt-ul ahzamın kapısına dayanmıştı .

Bir gün İbrahim oğlumla ateşe attılar beni diğer gün Zekeriya ile kanımı akıttılar.

Bir gün Yunus'la balık karnında karanlık denizlere gömüldüm, diğer gün Yusuf ile kuyulara atıldım, kime mutluluk verdinse bin bir mihnetle yetiştirdiğim gonca gülümü derdiler.

Zaman geçti, Musa ile mikata çıktım, döndüğümde Harun'umu terkedilmiş buldum.

İs ile çarmıha gerildim.

Muhammed'in alnında açılan yara gözlerimde Nil ve Fırat gibi nehirler oluşturdu, onun dişi kırıldığında benim yüzüme tokat vuruldu ve zulmün uzun sürecek egemenliğini baykuşlar haykırmaya başladı.

Ne güzel bir gülistandı onun yadigarı, içinde güller ve bülbüller.

Onun yadigar bıraktığı gülistanda ağaçlar, yorgun yolcular için bir sığınaktı.

Zemzem akardı Nil'den ve Fırat'dan daha coşkun.

Mervesiyle mürüvvet, safasıyla samimiyet çiçekleri dikmişti çocukların tertemiz kalbi gibi.

Meleklerin kanatlarında uçuyordum miraçtan miraca, sure sure, sürur ve sevinç kaplamıştı tüm kalbimi ve ben seni özlüyordum burcu burcu, ayet ayet.

Sen yoktun ya! Bu gülistan içimi burkuyordu hazin bir sevinç sarıyordu beni.

Sensizliğe katlanabilmek için gülistanda bir şehgülü sen yapmıştım, gider gelir yanında otururdum.

Bazen sevinç gözyaşlarımı, bazen acıların akıttığı pınarlarımı sana sunardım; acı ve tatlı gözyaşlarıyla beslerdim seni, tüm çiçeklerimi beslediğim gibi, ama sen bir başkaydın.

Tüm renklerin bir armonisi ve tüm özlem şarkılarının bestelediği bir melodiydin.

Dokunamazdım sana, ama sen umut tohumları ekiyordun kalbime.

Diğer güllere bakarken bir hüzün kaplardı içimi, hüzünlü bakışlarıyla umutlarımı solduruyorlardı, gözlerimden akan yaş, Nil gibi taşıyor, Fırat gibi kızın akıyordu.

Kimi çiçekler, yeşil dallarının hazanla birlikte solacağını fısıldar gibiydi kulaklarıma, ama sen hem umuttun, hem aydınlık.

Ağlama diyordun, teselliydin bana.

Üzülme diyordun, tebessümdün bana.

Bakışlarınla anlatıyordun ve ben gönül kulağıyla dinliyordum.

Bu gülistana neler olacağını anlatıyordun.

Üzülüyordum, ağlıyordum sonra sende teselli buluyordum.

Zemheri soğuklar gelip çatmıştı, bahçıvan göçüverdi.

Haramiler hazineye saldırmıştı ve ben bir şey yapamıyordum.

Güllerimi korumak için canımı siper ettim, canıma kıydılar, güllerimi kopardılar, kimini dar ağacının ipinde soldurdular, kimini tabuta koyup okladılar.

Demet demet soldurdular güllerimi.

Fırat kenarında kopardılar gülleri dallarından, başsız koydular gövdeleri.

Güneşi mızrağa taktılar, ayı kılıçla parçaladılar.

Sanki tarih tekerrür ediyordu; bir gülümü ateşe attılar, birini kuyuya saldılar, diğerini zindanda soldurdular.

Sevgiyle dokunamazdım sana. Sen gözyaşı ve kanın, acılar ve hüzünlerin şahidiydin. Zulmün kılıcı da dokunamazdı sana, sana sığınıyordum sensizliğinde.

Seni koruyordum, yüzüme nefretin resmi çizildiğinde, seni anıyordum göğsüme lale mıhlandığında, seni sesliyordum kolum kırbaçlandığında

şefkat Arafat'ından Yesrib'e sürgün edilirken Yesrib'den Neynova'ya hicret ederken, Neynova'dan Horasan'a, Horasan'dan Bağdat'a oradan Tahran'a, Tahran'dan Mescid-i Aksa'ya hep senin şarkın vardı dilimde, hep seni koruyordum, hep seninle umut buluyordum.

Sensiz, ben bu toprakların renklerini yalancı buluyorum.

Sensiz, dağlar uykuya dalmış çirkin devlerdir.

Sensiz, yer, beni içinde kinle sıkıştırıp duran aşağılık ve tozlarla kaplı bir mezarlıktır.

Sensiz, denizler aç kurtlar gibi masum evlatlarımı yutuyor.

Sensiz, bu gökyüzünün kuşları korku gölgeleri ve bela ebabilidir.

Sensiz, her sabahın ağartısı bir cenazenin nefret dolu gülücüğüdür.

Sensiz, hayatı, sevinci, varlığı, sevgiyi ve ilahi pak şefkati unutuyorum.

Ağaçlar toz içinde kalmış güz rüzgarları altında kurumuş, hepsi benim en acı anılarım en yakıcı yadigarlarım.

Seninle, bu toprakların bütün renklerini kendime yakın buluyorum.

Seninle, dağlar soyumu koruyan vefakar bekçilerdir.

Seninle, deniz bana en güzel manzara oluyor.

Seninle, güneşin doğuşu sevgi öpücükleri.

Seninle, ben, baharla yeşeriyorum.

Seninle, güneş doğunca gülüyorum.Her şimşekte sevinç çığlığı atıyorum.Aşık kuşların boğazlarında şarkı oluyorum.Pınarların şırıltısında şakıyorum.

Seninle, ben, hayatın ruhunda saklıyım. Akıyorum nabızlar içinde.

Seninle,ben, varlığı, hayatı, sevinci, sevgiyi ve ilahi pak şefkati yudumluyorum.

Seninle, çölün ıssızlığında, toprakların yad elinde, gökyüzünün sessizliğinde ve kimsesizliğin içinde sevince boğuluyorum

Ağaçlar kardeşlerimdir. Çiçekler çocuklarım. Her kayanın endamı bir yakınımdır.

Yağmur kokusu, toprak kokusu ve yağmurla yıkanmış dallar tümüyle benim en tatlı anılarım, en tatlı yadigarlarımdır.

Seninle, ben…

Ve şimdi seninle olmak istiyorum, dokunmak istiyorum, yanında ağlamak istiyorum.

Ama bu defa solan güllerime değil, açan güllere, tekrar yeşerecek gülistana.

Sevinç gözyaşlarıyla ağlamak istiyorum.

Kabe'nin yanında sana sarılmak istiyorum.

Kudüs'e ve tüm dünyaya yürümek için.

Seni bekliyorum oğlum.

Seni bekliyorum ey gönlümün meyvesi Mehdi.

Gel de anan Fatime'yi beyt-ül hazeninden sürur evine götür.

Yeter artık sensizlik ve seni özlemek, kavuşmak istiyorum.