.
.

Ehlader Araştırma Bölümü

Roger Garaudy'nin, Allame Taki Caferî İle Görüşmesi ve "İslâm’da Kadın'ın Şahsiyeti"

Roger Garaudy, yanında Allâme Tabatabaî Üniversitesi’nin şimdiki rektörü Doktor Halicî ile birlikte Üstat Allâme Taki Caferî’nin huzuruna giderek İslâm’da Kadının Şahsiyeti hakkında birkaç soru sordu. Aldığı cevaplarla oradan hoşnut olarak ayrılan Roger Garaudy’nin, Allâme Taki Caferî ile röportajını siz değerli okurlarımızın da istifadesine sunuyoruz.

* * *

Roger Garaudy: Sizin de bildiğiniz gibi Batı dünyasında kadın konusu, bu son dönemlerde bir hayli önem kazanmıştır. Bununla birlikte Batılılar, “İslâm nazarında kadın ve onun şahsiyeti” hakkında sahih olmayan kaynaklardan yanlış şeyler duyup okumakta ve eksik neticelere varmaktadırlar. Varılan bu eksik ve doğru olmayan neticeler hakkında sizin görüşünüz nedir?

Allâme Taki Caferî: İlk olarak, Batı ve İslâm, kadın hakkında birbirinden farklı görüşlere sahiptirler. Hatta genel anlamda “insan” hakkında da Batı’nın İslâm’dan farklı görüşler belirttiğine vurgu yapmalıyız. Doğrusu, genel anlamda “insan” İslâm’da konu edildiği gibi, Batı’da konu edilmemektedir. Elbette Batı’nın hiçbir zaman diliminde İslâm ile uyuşmadığını söylemek istemiyorum. Batı’nın eski dönemlerine baktığımızda, onun din ve ahlâk kavramı üzerine kurulu yüce öğretilere sahip olduğunu görmekteyiz. Şimdiki zamanda da, ne yazık ki çok az olmakla birlikte bu yüce öğretilere toplumun azınlığı gönül bağlamıştır. Eskiden Batı’da revaçta olan bu öğretiler, İslâm’ın insan hakkında öngördüğü yüce öğretilerle müşterektirler.

Bundan dolayı bizim ele alacağımız konuda kastımız, insanı şuursuz bir makineye dönüştüren materyalist, mutlak şahsî menfaatçi ve zevke dayalı hedonist düşünceye sahip olan bugünün Batı toplumunun görüşüdür. Bu görüş, sadece insanın şahsını küçültmekle kalmamış, hatta onun varlığını inkâr etmiştir.

İnsana bu tür bir bakış açısıyla yaklaşan bu görüşün kötü neticelerinden biri, bildiğiniz gibi ahlâkın çöküşüne neden olan aile yapısının parçalanması ve duygusallık ve şefkat gibi yüce insanî değerlerin yok olmasıdır. Böylelikle, bir daha insanın şahsiyetine kalın perdeler çekilmiş ve bu gidişat neticede meşhur Fransız filozof Alexis Carrell’in yazdığı “İnsan Denen Meçhul” gibi birçok kitapların yazılmasına sebep olmuştur. Bundan daha da kötüsü, bu kalın perdeler, düşünce sahasında insana fikir verebilecek beşerî ilimleri kapsayan çok az kitabın yazılmasına ve yazılan kitaplarda da insanın şahsiyeti ve zatı hakkında birçok bilinmeyenin olduğunu itiraf eden ibarelere rastlanmamasına yol açmıştır.

O hâlde, eğer Batı kadın hakkında görüş belirtmek isterse, ilk önce kadın ve erkeği kapsayacak şekilde “insan” hakkında (en azından zatî ve arızî özellikleri üzerine) bir tanım yapması gerekir.

Diğer bir sorun da, günümüz Batılılarının özel manada “kadın”ı ve genel manada “insan”ı tanımak hakkında çok az bir bilgiye sahip olması ve İslâm’ın insan hakkında ileri sürdüğü fikri gerekli ve yeterli miktarda bilmiyor olmasıdır. Genel bir kural vardır: Görüş belirten şahıs; ülke, kültür ve ideoloji olarak görüş belirttiği konudan uzaksa, o konu savunucularının yapmış olduğu ilmî araştırmalardan da uzaktır. Bu tür hata ve yanlışlıklar çok fazla meydana gelmektedir.

Değerler çerçevesinde İslâm açısından kadının şahsiyetinin erkek ile hiç farkı yoktur ve yüce insanî erdemleri nefsinde oluşturma bakımından erkek ile kadın eşittir. Bu hakikat Kur’ân-ı Kerim’in iki ayetinde açıkça belirtilmiştir:

1- Hucurât Suresi’nin 13. ayetinde Allah Teâla şöyle buyuruyor:

“Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O’ndan en çok korkanınızdır.”

2- Ahzâb Suresi’nin 35. ayetinde ise Allah Teâla şöyle buyurmaktadır:

“Müslüman erkekler ve Müslüman kadınlar, mümin erkekler ve mümin kadınlar, itaate devam eden erkekler ve itaate devam eden kadınlar, doğru erkekler ve doğru kadınlar, sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, mütevazı erkekler ve mütevazı kadınlar, sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, ırzlarını koruyan erkekler ve ırzlarını koruyan kadınlar, Allah’ı çok zikreden erkekler ve zikreden kadınlar var ya; işte Allah, bunlar için bir mağfiret ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır.”

Erdemleri; iman, salih amel ve hikmetli yüce davranışların birikimi temeline dayalı olarak tanıtan bu ayetin, erkek ve kadın her iki cinste gerçek ölçünün, özgür iradeleri ve çabaları sonucu elde ettikleri ahlâkî ve manevî faziletler olduğu hakikatini açıkça beyan ettiğini söyleyebiliriz.

Nisâ Suresi’nin 32. ayeti şöyledir: “Allah’ın sizi, birbirinizden üstün kıldığı şeyleri (başkasında olup da sizde olmayanı) hasretle arzu etmeyin. Erkeklerin de kazandıklarından nasipleri var, kadınların da kazandıklarından nasipleri var.”

* *

Roger Garaudy: Müslüman kadınlar, İslâm medeniyetinde etkili bir rol oynadılar mı?

Allâme Taki Caferî: Anlaşıldığı kadarıyla, kadınlar hem dolaylı ve hem de direk olarak İslâm medeniyetinde etkili ve ciddi bir rol oynamışlardır. Elbette, dolaylı demekten kastımız kadınların, ikinci plânda kalmaları değildir. Aksine, çocukların İslâmî öğretilere uygun şekilde eğitim ve öğretimi için, onların birçok zorluklara göğüs gererek hazırladıkları ortam ve imkânları aşikâra görmekteyiz. Hatta tarihin birçok döneminde kadınların, bu uğurda zahmet çekmelerinden dolayı övgülere mazhar olduklarını ve annelik vazifelerini yerine getirmedikleri zaman da eleştirildiklerini görmekteyiz.

Kadınların İslâm medeniyetine en büyük etkileri ise, genel manada ilim, edebiyat ve kültür alanlarında olmuştur.

Ömer Rıza Kehhale’nin beş ciltte hazırladığı “A’lamu’n-Nisa Fî Âlemeyi’l-Arab ve’l-İslâm” adlı eserde, yaklaşık üç bin kadının kültürel İslâmî unsurlar gibi değişik yollarla İslâm’ın büyük medeniyetinin gelişmesine katıldıklarını görmekteyiz. Ebubekir Husanî’nin “Belağatu’n-Nisa” ve “Siyeru’s-Salikati’l-Muminat el-Hayyirat” adlı eserleri ve diğerleri bu sözümüzün delilidir.

Abdurrahman Câmî “Nefehatu’l-Uns” adlı kitabında şöyle demektedir: “Futuhat kitabının yazarı bu kitabının 73. babında salih ve abid erkeklerden bahsettikten sonra sözlerine şöyle devam eder: Tabakatu’l-Meşayih kitabının yazarı Şeyh Ebu Abdurrahman es-Sulemî, arif ve abid kadınlar hakkında ayrı bir kitap yazmış ve onlardan birçoğunun şerh-i hâlini açıklamıştır.”

Eğer İslâm medeniyetinin gelişimi üzerinde tesiri olan kadınlar hakkında yazılanları araştırmaya kalksak, kesinlikle asırlar boyu on binlerce kadın şahsiyetin varlığını müşahede edeceğiz. Burada zikredilmesi gereken önemli bir nokta da var. O da şu ki: Kadınların sorumluluğunda olan ve hayatî bir önem taşıyan ev müdüriyeti, onların kültürel faaliyetlerinin neticesi olarak, dikkatleri üzerine çekmeye ve resmî olarak da kitap ve diğer eserlerde kayda geçmeye mani olmuştur.

* *

Roger Garaudy: Sizce erkek ve kadın arasındaki sevgi ve aşkın bir hedefi var mıdır? Yoksa sadece insan neslinin devamını sağlaması için cereyan eden cinsî güdülerin doyurulması mıdır?

Allâme Taki Caferî: Bu konu, fevkalade hassasiyete sahip birtakım kaziyeler ile tahlil edilmelidir. Mesela bu kaziyelerden biri şöyledir:

Biz her şeyden önce “muhabbet/sevgi” ve “aşk” mefhumlarını birbirinden ayırmalıyız. Sevgi dendiğinde insanların zihninde oluşan anlam, aşkın anlamından daha açıktır ve daha kolay derk edilmektedir. Bundan dolayı, sevginin/muhabbetin mantıklı bir tanıma ihtiyacı yoktur diyebiliriz. Zira onun anlamı, çok açıktır. Hâlbuki “aşk”, sevgiye oranla daha karmaşıktır ve onu tanımlamak mümkün değildir. Karmaşıklığı, kendisinden daha yüksek derecenin tasavvur edilmesi imkânsız olan bir dereceyle maşuka ulaşma iştiyakının mahsulü olmasından kaynaklanmaktadır. Bu iştiyak, tüm manaları, şekillendirmeleri, düşünceleri, tasavvurları, iradeleri ve bunlarla irtibatta olan tüm unsurları kendi etkisi altına almaktadır. Öyle ki, tüm bunlar iştiyakın kölesi durumuna gelmektedir. İştiyakın şiddeti bazen öyle artmaktadır ki, âşık, maşuku kendi şahsiyetinin bir unsuru telakki etmekte ve hatta onu kendi şahsiyetinin unsurlarından daha sevgili görmektedir. Âşık, eğer maşuku kendinden daha yüce bir hakikat olarak görürse, kendisinin onun bir parçası olmasını veya onda yok olmayı ister. Cevap için yeterli olabilecek açıklamaları yaptık, daha fazlasına girmeyelim ve bu kadarla yetinelim.

Allah’ın erkek ve kadın arasında karar kıldığı sevgi ve muhabbet, sadece onlara mahsus olan bir hakikattir. Öyle ki, diğer varlıklar arasında böyle bir bağlılığın olması mümkün değildir. Allah’ın hikmeti gereği onlarda oluşturduğu bu muhabbet ve sevginin sebebi, insan neslinin devamını sağlamak için olabilir. Bu hayret uyandıran çekimi Allah Teala, kendi ayetlerinden bir ayet olarak tanıtmaktadır.

Rûm Suresi’nin 21. ayetinde Allah Teâla şöyle buyurmaktadır:

“Yine sizin için nefislerinizden kendilerine ısınırsınız diye eşler yaratması ve aranızda bir sevgi ve bir esirgeme yapması da O’nun ayetlerindendir. Şüphesiz ki bunda düşünecek bir kavim için ibretler vardır.”

Neslin devamını sağlamak amacıyla var edilen bu sevginin kaynağına baktığımızda, onun değerler havzasının dışında olduğunu söylememiz gerekir. Zira üzerinde konuştuğumuz sevgi ve muhabbetin, her ne kadar yükselişi varsa da, sonuçta bir zaruretten kaynaklandığı kesindir ve özgür iradenin -ki onsuz beşerin faaliyetlerinin hiçbir değeri yoktur- bu sevgi ve muhabbete hiçbir müdahalesi yoktur. Öyle ki bu duygu, özü itibariyle tek yönlü olarak tüm varlıklarda vardır. O hâlde, erkeğin kadına veya kadının erkeğe karşı olan yüce sevgisi, cinsî güdüleri ve neslin devamı gerçeğini aşıp ahlâkî ve kültürel erdemlere sahip bir insan unvanıyla ön plâna çıktığında başlamaktadır. Güzellik, erkeğin kadına veya kadının erkeğe cezp olmasında fevkalade tesirli bir hakikattir. Güzellik vesilesiyle cezp olmak, her ne kadar değerlerin kaynağı olabilecekse de, kendisi kemale ulaşmış bir değer değildir.

* * *

[Oturuma katılan birkaç âlim, bu konunun biraz açılmasını önerdiklerinde, Allâme Taki Caferî aşağıdaki konuyu ekledi:]

Duyumsanabilen güzelliği hissetmekten hâsıl olan ferahlık ve lezzet, ondan güzelliği alma duyusunun ve lezzet hissinin, ayrı bir hakikat olduğunu ve vesile yönü olmadığını teyit edebilir. Bu, “insan, güzelliği, güzel olduğu için almaktan lezzet alır” manasındadır. Bu konu hakkında şöyle demeliyiz: Güzellikten lezzet ve ferahlık duyma duyuları, tabiî duygular ve duyular yoluyla insanın derununa/içine akseden/yansıyan bir oluşum değildir sadece. Bilakis mezkûr his, salt aksedici oluşumdan çok yüce olan insan içsel faaliyetlerinin (“beyin” veya “ben”) neticesidir. (Bundan dolayı, yukarıda zikredilen şekliyle güzelliği derk etmek, lezzet duygusu almak ve derk vesilesiyle ferahlık kazanmak sadece insana ait özelliklerdir.) Güçlü ihtimale göre lezzet almak ve söz konusu ferahlığı kazanmak, her güzelliğin ya doğrudan veya dolaylı olarak insan zihnine bir kemal oluşumunu taşıyor olmasından kaynaklanıyordur.

Bu kuvvetli olan ihtimale dayanarak hissedilebilen güzelliği şöyle tarif edebiliriz: “Kemal üzerine örtülmüş şeffaf ve işlemeli bir görünümdür.” Bu durumda işleme üzerindeki parçalar mecmuası, kendi mecmuaları içindeki diğer parçalara ve diğer mecmualar içindeki parçalara rahatsızlık vermeksizin ve kendileri de diğer parçalar tarafından rahatsızlıklara maruz kalmaksızın kendi varlıklarını gösterebileceklerdir. Elbette ki, böyle bir mecmua daha güzeldir.

Buradan şu anlaşılmaktadır: Güzel bir görünümün, gerçekten lezzet ve ferahlık hissi verebilmesi için, varlığın istenen gerçeklerinin hakikat veya hakikatlerini davet edebilmesi gerekir. Neticede, eğer perde arkasındaki güzel bir yüz (isterse en muhteşem güzelliğe sahip olsun), beyninde veya psikolojisinde dengesini bozacak bir hastalığa duçar olsa, sahip olduğu güzellik şüphesiz onu izleyen kimseye (lezzet ve ferahlık duyma yönünden) fazla etki etmeyecektir ve bu onun güzelliğinden etkilenmeyecektir. Veya en güzel gözlere sahip olan bir kimse, kendisine hayranlıkla bakan başka bir kimseye hakaret ve tahkir ile baksa, bakanın kalbinde ona karşı o temiz ve tabiî lezzet duygusu ve bakmaktan kaynaklanan ferahlık hissi kalmayacaktır. Yahut bir ya da birkaç kişiyi kastî olarak öldürmüş olan veya güzelliğini bir mal gibi ticaret vesilesi yapan bir kimsenin güzelliğinin, onun içsel kirliliğinden haberi olan kimse üzerinde hiçbir etkisi olmayacağı gayet açıktır. O hâlde şöyle demeliyiz: Güzelliğin somut örnekleri, mutlak hakikatler değildir. Güzel yüzlü ama cani olan Neron’u unutmayın.

Kadın veya erkek, duyumsanabilen güzelliği görüp de akılcı güzelliği derk ettiği esnada, sevgi ve muhabbetin akılcı güzelliğinin hareketliliğini kendi taraflarına cezp edebilirler. Eğer şehvet düşkünleri bırakırlarsa, bu insan erdeminin son noktasıdır. Beşer, kemale ulaşma yolunda ondan sonuna kadar istifade edecektir. Ancak, ne yazık ki bildiğiniz gibi günümüz toplumlarında, hatta kendini ilerlemiş sayan toplumlarda dahi temiz ve asil sevgi ve muhabbetin, duyumsanabilen güzelliğin, akılcılığın ve iki cinsin bunlara dayalı birbirleri ile olan irtibatlarının yerini, birtakım müstehcen, müptezel ve rezil manalar almıştır.

Eğer Balzac’ın kadınla erkek arasındaki aşkı tanımlarken onu kiralık faytona benzettiği miladî 1830’lu yılları günümüzle kıyaslamak için tarih olarak benimsersek, (zira beşerî kültürel tanımlama ve manalar daha çok bu yıllarda yaygındı), o günden günümüze kadar beşere ait değer anlamlarının ne denli çöktüğünü anlarız.

* *

Roger Garaudy: Sizce kadın, erkek gibi irfanın yüksek derecelerine ulaşabilir mi?

Allâme Taki Caferî: Evet. İslâm tarihinde arif kadınlar çok fazladır. Abdurrahman Câmî Nefehatu’n-Nisa adlı kitabında (s. 615) şöyle diyor: “Fütuhat kitabının sahibi yetmiş üçüncü bapta erkek arifleri zikrettikten sonra diyor ki: Bu zikrettiğimiz ariflerin arasında kadınlar da vardır. Ancak erkekler bu konuda kadınlara oranla daha fazladırlar. Ariflerden bazılarına ‘Abdallar kaç kişidir?’ diye sorduklarında onlar, ‘Kırk kişidir.’ diye cevap verirlerdi. Bunun üzerine onlara, ‘Neden kırk erkek demiyorsun?’ diye sorarlardı. Onlar da, ‘Zira onlardan bazıları kadındır.’ cevabını verirlerdi.” Abdurrahman Câmî kitabında (s. 677 ila 679) arife olan kadınların bazılarının isimlerini zikrediyor:

1- Rabia el-Adviyye, 2- Lubabe el-Mutaabbide, 3- Meryem el-Basriyye, 4- Reyhane ve İlahe, 5- Muaze el-Adviyye, 6- el-Abide, 7- Şi’rane, 8- Kurdiyye el-Hafsa, 9- Rabia Şamiyye, 10- Halime, 11- Sirin’in kız kardeşi Hafse, 12- Ummu Hesan, 13- Fatıma Nişaburiyye, 14- Zeytune, 15- Fatıma Burdeiyye, 16- Ahmed b. Hazreviyye’nin eşi Ummu Ali, 17- Şeyh Ebu Abdullah b. Hafiyye’nin kızı Ummu Muhammed, 18- Fatıma binti Ebibekr, 19- Fizze, 20- Tilmize Sıgtî, 21- Tuhfe, 22- Ummu Muhammed, 23- Bibek Merviyye, 24- K’ab’ın kızı, 25- Fatıma binti el-Musemma, 26- Cariyye Sevda, 27- Adı bilinmeyen bir kadın, 28- Adı bilinmeyen bir cariye, 29- Mısırlı bir kadın, 30- Başka bir Mısırlı kadın, 31- Hazremli bir kadın, 32- Habeşli bir cariye, 33- İsfahanlı bir kadın, 34- Fars bir kadın.

Abdurrahman Camî h. k. 817 yılında Horasan’ın Cam vilayetinde doğdu. O bu kitabını yaklaşık kırklı yaşlarda veya 850’li yıllarda (33 yaşlarında) yazdığını düşünsek, o zamandan bu zamana daha birçok kadın arifenin ismini zikretmediği ortaya çıkacaktır. Zira o dönemden bu döneme kadar birçok kadın arife yaşamıştır. Bunlar ya ilgili kitaplarda adları zikredilmiş veya diğer hakikatler gibi tarihin toz ve toprağı onların üzerini örtmüştür. İbn Arabî kadın arifelerden birkaçının ismini zikretmektedir: 1- Meryem bint-i Muhammed b. Abdun ki, İbn Arabî ile evlenmiştir, 2- Şems Ummu’l-Fukara, 3- Ummu’z-Zehra, 4- Gülbahar, 5- Ruhu’l-Kudüs.

İrfanın manasına dikkat edilirse, hem teorik alanda ve hem de pratik alanda kadınların bu ilâhî nimetten müstesna oldukları söylenemez. Zira âlim ve ariflerden birçokları İslâm tarihinde birçok kadının hem teorik/nazarî irfan alanında ve hem de pratik/amelî irfan alanında kendilerini yetiştirdiklerini beyan etmektedirler. Mesela günümüzde Emin İsfahanî Hanımı ve onun öğrencilerinden bazılarını görmekteyiz ki, bunlar hem irfan-ı amelî ve hem de irfan-ı nazarî makamlarına ulaşmışlardır. Tarafımca düzenlenen irfan oturumlarına kadınların katılımı ile erkeklerin katılımı arasında bir fark yoktur. Açıktır ki kadınlar, irfanî hikmetleri öğrenme yolunda erkeklerden az değiller.

Şunu da söylemek isterim ki, kadınlardan birçoğu evlendikten sonra üzerlerine aldıkları aile bireylerini yetiştirme sorumluluğundan dolayı, yüce irfan ve hikmet makamlarına doğru yürümekten geri kalmaktadırlar. Ancak sayıları dikkate değer bir grup kadın da, aile bireylerini yetiştirme sorumluluğunu irfan-ı nazarînin bir parçası gördüklerinden yollarından geri kalmamış ve günden güne ilerlemeye devam etmektedirler.

* *

Roger Garaudy: Ben eşimin arkasında cemaat namazı kılmışım. Acaba bu doğru mudur?

Allâme Taki Caferî: Hayır. Zira erkeğin kadının arkasında cemaat namazı kılması doğru değildir. Bunun sebebi de, rükû ve secdeden dolayı erkekte meydana gelebilecek tahrik ihtimali olabilir.

Çalışanların Malî İhtiyaçlarının Temini Çalışanların Malî İhtiyaçlarının Temini

* *

Roger Garaudy: Acaba İslâm, kadının mirastan yarım pay alma konusunda, kadın hakkını görmezden mi gelmiştir?

Allâme Taki Caferî: Genelde kas ve fikir gücü ile iktisadı hareketlendirip işleyişini ayakta tutan erkeklerdir. İnsanı sıkıntılara düşürüp düşünce ve güç yönünden mahvolmasına sebep olan iktisadî işlerle genelde erkekler muhatap olmaktadır. Diğer taraftan ev geçimi ve giderler genelde erkeklerin üzerinedir. Bundan dolayı erkek, (tüm durumlarda değil) bazı durumlarda kadına oranla fazla miras almaktadır.

Bunlarla birlikte kadın, fizyolojik yapısından, hayız görmesinden ve hamile kalmasından dolayı iktisadî işlerde fazla çalışamamaktadır. Özellikle çocukların bebeklikten olgunluğa erinceye kadar ihtiyaç duydukları sevgi ve şefkati onlara vermeye mecbur olduğundan, giderlerinin sorumluluğu erkeğin üzerine kalmaktadır. Buna fıkıh ıstılahında “Nafaka” denmektedir.

- - - - - -

Allâme Taki Caferî ile yapılan röportajlar mecmuası. Düzenleyip hazırlayan Ali Rafiî.