"Lübnan önümüzdeki 10 sene Fransız mandası altına girsin. Lübnanlı yetkililer, ülke güvenliği ve yönetimi konusunda görüldüğü üzere başarısız oldular. Çöken sistem, yolsuzluk, terörizm derken ülke son nefesini vermeye başladı. Lübnan'ın yeniden iyi ve istikrarlı bir başlangıç yapabilmesi için Fransa'nın hâkimiyetine geçmesi gerektiği kanısındayız!"
İşte bu sözler Lübnan'ın başkenti Beyrut'ta meydana gelen şiddetli patlamanın ardından, internet üzerinde başlatılan bir imza kampanyasında ülkenin Fransa'nın hâkimiyetine geçmesi için kullanılan cümlelerdi.
Amerika merkezli 65 milyona yakın üyesi olan ve Türkçe dâhil birçok dilde İnternet üzerinden hizmet veren bir sivil toplum kuruluşu Avaaz’ın başlattığı bu imza kampanyasında şimdiye kadar 62 binden fazla imza toplandı.
Fransa Cumhurbaşkanı Emanuel Macron patlamanın ardından Lübnan’a ilk giden kişiydi. Anlaşılan o ki Fransa, patlama bahanesiyle Doğu Akdeniz’de güç gösterme peşinde. Bunu da Macron’un Beyrut’daki şu sözlerinden anlıyoruz:
“Bugün patlamanın da ötesinde sokaktaki öfkeyi hissettik. Birkaç yıldır devam eden siyasi, ahlaki ve ekonomik bir kriz var ve bu da güçlü siyasi sorumluluk gerektiriyor. Bunu Cumhurbaşkanı General Mişel Avn'la uzun uzun konuştum. Yolsuzlukla mücadeleyi getiren reformların gerçekleştirilmesi için güçlü siyasi adımlar atılmalı. Lübnanlılar bankacılık sisteminin şeffaf olmayışına karşı savaşıyor. Lübnan’da tıbbi yardım vs.den çok asıl ihtiyaç duyulan siyasi değişimdir. Tüm bu adımları atmak artık biz liderlere kalmış. Bu patlama yeni bir çağın başlangıcı olmalı. Bizler Lübnan’a elimizden gelen her yardımı yapacağız…”
Macron bunları söylerken ülkede idari ve siyasi reformlar yapılması şartını da dillendirdi. Lübnan’ın içinde bulunduğu bu zor durumda gerçek bir siyasi fırsatçılık yaptı açıkçası. ‘Eğer siz değişime ön ayak olmazsanız, ben devreye girerim!’ dedi. Az önce bahsettiğimiz imza kampanyasını da Fransa’nın bu şartları eşliğinde değerlendirmek gerekir aslında. Bu sözler henüz kendi ülkesini yönetmekten dahi aciz olan Fransa’nın daha da çok Lübnan’ın içişlerine karışacağı, hatta ciddi bir yönlendirici olacağının da ilanı elbette.
Fransa ülke içi krizleri ve uluslararası başarısızlığını bir kenara bırakıp, sanki Lübnan, Fransız sömürgesiymiş gibi davranıyor. Rejim değişikliğinden, yeni bir siyasi dönemden ve yeni Lübnan'dan bahsediyor.
Aslında meseleyi Yazar Mahir Kaynak’ın bundan yıllar önce söylediği şu cümlelerle özetlemek gerekir:
“Bir olay olduğunda, olayın failini bulmak istiyorsanız olayın sonucunun kime yaradığına bakın. Bu olay kimin işine yarar? Bunu bilirseniz bu işi kimin yaptığını da bilirsiniz.”
Boşuna dememişler; ‘vuran kaçar, vurdurtan gelir, hem de ilk gelen olur.’
Öte yandan Beyrut patlamasının hemen ardından Fransa’nın uzun yıllardır Doğu Akdeniz’de varlık gösterme politikasına paralel olarak Kıbrıs Rum Kesimi lideri Nikos Anastasiadis’in Fransa’nın askeri üs temin ederek Rum topraklarına yerleşmesine olanak tanıyan anlaşmanın bu ay itibariyle uygulanmaya başladığını açıklaması yine akıllara Fransa’nın Akdeniz’de ilk güç olma adımlarını bizlere gösteriyor.
Fransa ayrıca Türkiye ile Doğu Akdeniz'deki doğalgaz aramaları ve Libya iç savaşındaki zıt politikaları nedeniyle dönem dönem bizimle de gerilimler yaşamakta ve bu da Macron’un şu sözleri sarf etmesine neden olmakta:
"Eylül ayının başında Lübnan'a geri döneceğim. Bu büyük sıçramanın yapılabileceği kanaatindeyim.”
Hangi büyük sıçrama acaba? Postmodern sömürgenin yeni aktörü Macron, ülkesinin Lübnan’ın iç işlerine karıştığına yönelik eleştirileri de reddederek şunları söylüyor:
"Kardeşlik ve yardım söz konusu. Çok taraflılığa ve Lübnan halkının çıkarlarına inanan Fransa rolünü oynamazsa, Lübnan’ın iç işlerine karışan İranlılar, Türkler, Suudiler ve bölgedeki diğer güçler olacak. Bu ülkelerden bazıları bunu Lübnan halkının aleyhine kendi jeopolitik ve ekonomik çıkarları için yapacak."
Fransa 10 yıl sonra da giderken Lübnan'ı İsrail'e bırakmazsa şaşırmayın. Zamanında İtalyanların geri dönerken Ege Denizi adalarını Yunanistan'a verdiği veya İngilizlerin Filistin’den çıkarken Siyonistlerle el sıkıştığı gibi..
Ayık olmak gerekir; bu Emevî Camii’inde namaz kılma arzusuna hiç benzemez..
Beyrut patlamasında 200’e yakın ölünün ve 6000 bin civarı yaralının yanı sıra zararın boyutları 10 milyar dolardan fazla olduğu tahmin ediliyor. Ülke bu haldeyken başta Fransa ve Amerika gibi ülkelerin yardım için ülkenin bir gerçeği haline gelen Hizbullah’ın temizlenmesini şart koşması Lübnan’ın geleceği bakımından iyiye de işaret değil. Bu dayatmalar devam ederse Allah korusun bir savaşa da Lübnan’da tanık olabiliriz.
Peki, Kim Bu Fransa?
Geçtiğimiz sene sonlarında Suudi Arabistan’ın başkenti Riyad'da istifasını açıklayan Lübnan’ın başarısız Başbakanı Saad el-Harirî, istifasının ardından soluğu Fransa'da almıştı.
Fransız aşığı Harirî, Elysee Sarayı’ndaki öğle yemeği çıkışında da kısa bir açıklama yapmıştı:
“Fransa bir kez daha dünyada ve bölgede büyüklüğünü, Lübnan’ın geleceğine ve istikrarına bağlılığını gösterdi. Bunun için Cumhurbaşkanı Macron’a ve Fransa’ya teşekkür ediyorum.”
Hain içerden olunca kapı kilit tutmazmış..
Yakın tarihe göz attığımızda I. Dünya Savaşı'nda Osmanlı ordularının yenilmesi neticesinde, Osmanlı İmparatorluğu ile imzalanan Mondros Mütarekesi ile bölge Fransız güçlerinin egemenliği altına girdi ve 1920'de Suriye ve Lübnan'da Fransız manda yönetimi kuruldu.
İdareyi ele alan Fransa kendine yönelik sempatiyi arttırmak amacıyla azınlık haklarını koruma adına tasarlanmış idari yerelleşme çerçevesinde Suriye topraklarını Halep, Şam ve Alevî devletleri ile Büyük Lübnan, Cebel-i Dürzî ve Özerk İskenderun sancağı olmak üzere altı idari bölgeye ayırmıştı. Bu sözde azınlık haklarının sağlanması gibi görünse de idari düzenlemelerin kolaylıkla Fransız menfaatleri doğrultusunda yapılabilmesine yardımcı olmuş, özellikle Doğu Akdeniz’de rahatça at koşturmuş ve bölge bankalarını kendi bankaları gibi kullanmıştır.
Ortadoğu’nun gelini Lübnan 23 sene yani 1943’e kadar Fransız manda yönetimi altında kalmıştır. Her ne kadar Lübnan 1943 senesinde resmen istiklaline kavuşsa da bölgedeki Fransız askerleri ve yönetimi 1946 senesinde bu toprakları terk etmiştir.
Fransa uzun bir süredir o eski sömürge gücünden yoksun ve Lübnan da öyle bir boyunduruk altına girecek ülke değil artık. Bunlara ilave olarak Fransa ekonomik, toplumsal, sağlık vb. konularda da sınıfta kalmış durumda.
Evet, Lübnan birçok millet ve mezhepten müteşekkildir ama Hizbullah ve Seyyid Hasan Nasrullah’ın bereketiyle bu takıntıları çoktan aşmış durumda. Bu da şu demek; Artık düşman Lübnan’da geçmişin tam aksine tek bir milletle yüz yüze. Lübnanlılarla..
Paris, 1524'te başlattığı sömürgecilik faaliyetleriyle Afrika'nın batısında ve kuzeyinde 20'den fazla ülkede hâkimiyet kurdu. Afrika'nın yüzde 35'i, 300 yıl boyunca Fransa'nın kontrolünde kaldı.
Senegal, Fildişi Sahili ve Benin gibi ülkeler o yıllarda Fransa'nın köle ticaret merkezleri olarak kullanıldı ve bölgedeki tüm kaynaklar sömürüldü.
Öte yandan, Fransa'nın dünya savaşlarında bağımsızlık vaadiyle kendi saflarında savaştırdığı ülke halklarının başlattığı ayaklanmalar da şiddetle bastırıldı. Bölgede 5 asır süren sömürge dönemi ve bağımsızlık savaşları 2 milyondan fazla Afrikalının hayatına mal oldu. Cezayir’de Bağımsızlık Savaşı'nda yaklaşık 1,5 milyon kişi Fransızlar yüzünden hayatını kaybetti.
Hala hali hazırda On4 Afrika ülkesinden sömürge vergisi alan Fransa, çok sayıda Afrika ülkesindeki askeri varlığı sayesinde uranyum, demir ve petrol gibi kaynakları kendi çıkar ve menfaatleri için kullanmakta.
Anlaşılan o ki; Fransızlar ne Jean-Jacques Rousseau’yu ne de Victor Hugo’yu okumamışlar..
Konuyu toparlayacak olan yine Merhum İmam Humeynî’nin şu kıymetli kelamıdır:
“Amerika İran aleyhine elinden ne geldiyse yaptı ve yapmadıkları ise buna güç yetiremediği için oldu.”
Bu basiret dolu cümleyi bugün Lübnan için kullanmak gerekir..