Derler ki; bütün işlerimizde, özellikle müşteri ile alış-verişte insaflı olmak, İslami kaide ve kurallara riayet etmek gerekir. Yoksula, muhtaç olana insaf göstermek büyük bir erdemdir. Müminlerin Emiri Ali de (as) bu konuda şöyle buyurur:
“İnsaf, faziletlerin en faziletlisidir.”
Ve yine o Hazret şöyle buyurur:
“Sevapların en büyüğü, insafa verilen sevaptır.”
Aşağıda anlatılan hikâye de bu iki rivayetin güzel bir şerhi hükmündedir. Buyurun, okuyalım!
Bundan yaklaşık 60-65 sene evvel Necef’te okuyan âlimlerden birisi İmam Zaman’la (as) görüşme arzusundaydı. Ama bu hedefine ulaşamadığı için ruhu hep azap içerisindeydi. Necef-i Eşref’in İlim Havzaları yani dini medreselerinde okuyan talebeler arasında revaçta olan bir görüş ise, kim peşi sıra kırk çarşamba gecesi meşhur Sehle Camii’nde bulunur ve akşam namazlarını orada kılmaya muvaffak olursa, İmam Zaman’la (as) görüşmeyi başarabilir.
İşte bu şahıs da uzun müddet bu hedef doğrultusunda didindi durdu lakin isteğine ulaşamadı. Arzusuna varmak için de artık Ebced, Cifr vb. benzer ilimleri öğrenmeye başladı. Uzun süreler kendisini inzivaya çekti, uzun uzadıya süren ibadetlerle meşgul oldu, ruhi ve fiziksel zorlukları kendisine reva gördü ama yine de bir sonuca ulaşamadı. Geceleri yaptığı ibadetler, gözlerindeki samimi yaşlar ona kendisine has bir nur ve ruhani bir hava kazandırdı. Artık bazı şeyler ona ilham edilir olmuş, gaipten hedefe nasıl ulaşacağına dair sesler işitmeye başlamış ve basiret gözü aralanmıştı.
İşte yine böyle bir zamanda ona şöyle söylendi: ‘Senin İmam Zaman’ı görüp ziyaret etmen yalnızca filan şehre yolculuk etmenle mümkün olur!’
Yapacağı yolculuk o dönemin şartlarına göre bir hayli çetindi ama maksada çatmak için artık hiçbir şey gözünde yoktu.
Birkaç günlük yolculuktan sonra kendisine söylenen şehre vardı. Orada da seyr-î sulük için Necef’te uzun zamandır yaptığı çile çekmelere, riyazetlere devam etti. 37 ya da 38. gününde ona şöyle denildi:
‘İmam Zaman Hazretleri şimdi demirciler çarşısında kilit ve anahtar yapan yaşlı bir adamın dükkânının kapısında oturuyor. Tereddüt etmeden aceleyle var oraya!’
Bu adam yerinden doğrulup manevi âlemde gördüğü yolları yürüyerek geçti ve o ihtiyar adamın dükkânının önüne vardı. İmam Zaman’ın o ihtiyarla tatlı bir sohbet içerisinde olduğunu gördü. Selam verdi, İmam onun selamını aldı ve eliyle sessizce kenarda beklemesini istedi.
Âlim yaşanan olayı şöyle anlatıyordu:
Bir müddet yaşanan olayları merakla izledim. Derken yaşlılıktan elden ayaktan düşmüş, beli iki büklüm olmuş, elinde baston oldukça yaşlı bir kadın çıkageldi. Avuçlarında oldukça köhne ama çok güzel bir kilit vardı ve onu dükkân sahibine gösterip şöyle dedi:
- Allah rızası için bu anahtarı olmayan kilidi benden üç Şahî’ye alın, benim bu paraya ihtiyacım var.
Yaşlı adam kilidi alıp dikkatlice incelemeye başladı ve şunu dedi:
- Oldukça sağlam bir kilit bu, her hangi bir kusuru da yok. Bunun üç Şahî değil iki Abbasî değeri var. İstersen bana on Dinar ver bunu tertemiz yapayım, bir tane de anahtar uydurayım sonra istersen bunu üç Şahî’ye değil iki Abbasî’ye sat.
Kadın:
- Bana kilit lazım değil, benim paraya ihtiyacım var. Siz bunu benden üç Şahî’ye satın alın, size dualar ederim.
Yaşlı adam oldukça mülayim ve sade bir dille şöyle cevap verdi:
- Bacım! Sen Müslümansın, ben de kendimi Müslüman olarak görmekteyim. Neden bir Müslümanın malını ölü fiyatına alıp da onun hakkını gasp edeyim?! Bu kilidin hâlihazırda sekiz Şahî değeri var. Kar etmek istesem de onu yedi Şahî’den daha ucuza alamam. Çünkü böylesi bir alış-verişte bir Şahî’den daha fazla kazanç insafsızlıktan gayri bir şey değildir. Şimdi eğer bunu satmak istersen, senden yedi Şahî’ye alırım. Ama yine de söylemek isterim ki; bunun asıl kıymeti iki Abbasî’dir. Ben de esnaf olduğum için bu şekilde ticaret yapmalıyım. Onun için bir Şahî ucuza alırım.
İhtiyar kadın duyduklarına inanmak istemiyordu sanki. Bu yüzden istemsizce kaşlarını çatmıştı ve üzgün bir ifade ile şöyle dedi:
- Bakın, ben bunca dükkân dolaştım ve yalvardım, kimse üç Şahî dahi vermedi buna. On Dinardan çok diyen de olmadı. Ben sizden sadaka istemiyorum. Bana üç Şahî lazım sadece.
Sonunda yaşlı esnaf kadını ikna etti ve yedi Şahî’ye kilidi satın aldı.
Kadın parasını alıp gittikten sonra İmam (as) bana şöyle buyurdu:
“Azizim! Yaşananları müşahede ettin değil mi? Böyle olun ki, bizler de sizlerin arkanızdan gelelim. Çile çekmek, inzivaya çekilmek, garibe ilimlerle uğraşmak faydası olmayan şeylerdir. Riyazete ve uzun uzadıya ibadet ve seferlere de gerek yok. Kendinizden halis niyet gösterin ve hakiki Müslüman olun ki, bizlerin de kalbi sizlere meyletsin. Bu şehirde yalnızca bu ihtiyar adamı seçtim. Çünkü o dini ve Allah’ı tanıyor. Bu yaşanan, basit gibi görünen hadise de bir imtihandı ve ondan da başı dik ayrıldı. Bu yaşlı kadıncağız çarşının başından sonuna değin herkese kendi ihtiyacını anlata anlata geldi ve onlardan kilidi üç Şahiye almalarını istedi. Onlar da kadını çaresiz ve muhtaç görüp daha ucuza almaya çalıştılar. Ama bu adam onu yedi Şahiye aldı. Benim onu görmeye gelmediğim, içimdeki mahabbet ve sevgiyi ona göstermediğim bir hafta dahi olmamıştır.”[1]
Sadede gelmek gerekirse; bizlerin alacağı daha çok yol var demektir. İhtiyacı olup, elinde-avcunda olanları satmak isteyen kimsenin malını yok fiyatına almak; çölde susuzluktan ölmek üzere olan kimsenin başı üzerinde çemberler çizerek uçan Akbabalardan farklı bir durum değildir.
'Fırsatçılık' en büyük adaletsizliklerden birisi değil midir?
[1] Sermaye-yi Sühan, c.I., s.610-613