Bir seyirdir hayat serüveni, varlıktan yokluğa, yokluktan yeniden varlığa varıştır. Kah düşer dizlerimizi kanatırız, kah yeniden kalkar doğan güneşi selamlarız. Gün olur gün aydınlı sabahları kucaklarız, bazen de kendimize bile açıklama yapamayacağımız bir sıkıntı ve keder çöker içimize. Kendimizi amaçsız, anlamsız, halsiz ve durgun buluruz ve ne yapacağımızı bilmeden kendimizden ve etrafımızdan uzaklaşarak bir yerlerde kaybolmak isteriz. Kalabalıklar içinde yalnızlık hissi yaşarız. Muhabbetin en koyu yerinde dalıp gideriz uçsuz bucaksız çöllere ve sahilsiz denizlere. Çölde kaybolmuş ve amacına ulaşma umudunu kaybetmiş yolcu misali ya da sahibi olmayan fırtınaya tutulmuş bir tekne gibi.
Ne kadar da bu durumdan kurtulmak istesek yine de kurtaramayız kendimizi; çünkü "Neden bu hâldeyim." sorusunun cevabını bulamayız çoğu zaman ya da aslında bilmiyoruzdur. Ardından bu hayat seyrinin ilerleme sürecinde bir durakta durduğumuzda, karşımıza çıkan kendimizi izleme, durumumuzu analiz etme hallerinde sanki cevaplar bir bir akıverir gönlümüze. Ve aslında bu zamanlarda bulduğumuz cevapları aklımıza ve sonra da benliğimize nakşedebilsek, düştüğümüz o ruh halleri azalmaya başlayacak ve zamanla ilerlediğimiz bu güzergahta bize yol haritası olacaktır, ancak bunun tam aksine eğer cevapları benliğimize kazıyamazsak; sarsıntılı ruh hallerimiz çoğalacak ve acıtarak yakamızdan düşmeyecektir.
Bütün bunlarla birlikte kabul etmemiz gereken bazı şeyler var. Bunlardan biri yaşadığımız dünyanın acımasızlıkları, sorunları ve adaletsizlikleri yüzünden gayriihtiyari olarak dahi olsa duygularımız örseleniyor ve zaman zaman istem dışı olsa da umutsuzluklarımıza sebep olabiliyor elbette. Ve tabii ekonomik sorunlar ve gelecek kaygısı da umutlarımızı tüketen baskın faktörler arasında yerlerini alıyor.
İnsanın aile içindeki mutsuzluğu, iş alanındaki başarısızlığı ve idealleri önündeki dost ve düşman engellemelerinin yarattığı hayal kırıklıkları da ruhsal gitgellerimizin sebebi olabiliyor. Yaşanmış yanlışlar, yaşanmamışlıklar, bastırılmış duygular ve ulaşılmaz özlem ve hasretler de bu sarsıntıların başlıca sebepleri arasında; ancak bilmemiz gerekir ki aslında insan kendi güç kaynağından koptuğu zamanlarda tüm bunlar insanı güçsüz düşürebilir ve nedense biz hiç bir zaman bu zaaflarımıza sebep olan asıl soruna dikkat etmez ve sadece basit sebeplere yöneliriz. Asıl yanlışı nerde yaptığımızı görmezden geldiğimizde ise ruhsal gitgeller çoğalır ve insanı kendi bataklığında boğar. Kendimize geldiğimiz ve aklımız başımızda olduğu zaman kendimizin ve çevremizin gerçeklerini görme ve kabullenme zorunda olduğumuzu biliriz; aksi takdirde hangi hayalî canavarla savaşmamız gerektiğini bilemeyiz. Hayatımızın seyri sürecinde durduğumuz duraklar, karıştırdığımız yollar, çıkamadığımız basamaklar yahut koşarak indiğimiz yokuşlar muhakkak olacaktır. İnsanın bu dünya ile yapmış olduğu seferde kendisini doğru anlamalı, bu hallerimizi doğru okumalı ve sorunları çözebilmek için bazı anahtarlara ihtiyacı olduğunu görmeliyiz, bunun için öncelikle şunlar gerek:
1- Hayatın içinde konumlanmak.
Bilmeliyiz ki biz de diğer insanlar ve yaratılanlar gibi bu hayatın bir parçasıyız ve hikmet sahibi Yaradan bizi bir yerde konumlandırmıştır. İşte o yeri keşfedip orada durmak; yani olmamız gereken yerde olmak ve olmamız gereken yerde hayatın vazgeçilmez bir parçası olduğumuzun farkındalığını yakalamamız ya da başka bir deyimle var olduğumuz yeri görmemiz gerekmektedir.
Bu farkındalık hem kendi değerimizi bize gösterecektir hem de konumlandığımız yerde hayatın devam etmesindeki rolümüzü anlatacaktır. Aynı zamanda insanda sorumluluk oluşturacak ve insanı eyleme zorlayacaktır; çünkü sorumluluk eylemle ayrılmaz bütünlük arz eder.
Hz. Ali (a.s) der ki: "Çalışmayan insan kederli ve hüzünlü olur."
Yine şöyle buyurur İmam Ali (a.s.):
"Fırsatları çalışarak değerlendirmeyen kişi gam ve kedere müptela olur."
2- Olumsuz bakış ve karamsar görüşten kaçınmak
Olaylara ve insanlara olumsuz bakmak öncelikle insanın kendisine zarar verir ve her şeye karamsar ve kötümser bakmayı beraberinde getirir. Bu tür insanlar bilmelidirler ki olumsuz bakış önce Yaratanın hikmetine yönelik bir itirazdır. Çünkü Yaradan her şeyi bir hikmet üzere ve yerinde yaratmış ise (ki öyle olduğuna inanıyoruz) o zaman yaratılan her hangi bir şeye olumsuz bakışın aslında hikmet-i ilahiye'ye başkaldırış olduğunu söylemek yerinde bir söylem olacaktır. Oysa "Yaratılanı severim Yaradan'dan ötürü" sözü ve felsefesi insanı mutlu etmekle birlikte imtihan dünyasında insanı eksene doğru uzak halkadan yakın halkaya taşır. Aslında sahip olduklarımızla mutlu olmasını bilmeyen bizler, sahip olmadıklarımızın hasret ve özlemiyle ruhsal sarsıntılarımıza zemin hazırlarız. Sahip olduklarımızı hayatımızın bir parçası haline getirmek, esenlik ve neşe kapılarını yüzümüze açacaktır. Sahip olmadıklarımızı ise sık sık dile getirmek ise bizi onlara yakınlaştırmayacağı gibi her gün biraz daha onlardan uzaklaştıracak ve koparacaktır.
Hz. Muhammed Mustafa (s.a.a) buyuruyor ki:
"Sürekli fakirlik ve yoksulluktan bahseden, hep yoksul kalır."
Konum ve durumdan şikâyetçi olan insan ise, o durumdan kurtulamaz; zira kendisini kendi iç dünyasında orada konumlandırmıştır.
Hz. Ali (a.s) der ki:
"Sakın konumundan şikâyetçi olma; zira şikâyetçi olman umutlarını örseler, iş gücünü azaltır, gam ve kedere düşürür seni."
3- Yersiz tepkilerden sakınmak
Bazen etrafımızda hoşlanmadığımız ve sevmediğimiz olaylar yaşanır. Bunların bir kısmını değiştirebilme gücüne sahibiz; o halde onları en güzel ve en etkili yöntemlerle değiştirmemiz gerekir. Bazen de gücümüzün yetmediği durumlar olur; o tür olaylarda ise gereksiz yere sinirlenip kendimizi harap etme yerine onlarla yaşamasını bilmemiz gerekir. Bedensel bir özrümüzle, özürlü ve hasta bir yakınımızla yaşamasını bildiğimiz gibi özürlü olay ve vakalarla da yaşamasını ve kendimizi bırakmamayı da öğrenmemiz bizi sorunlar karşısında daha güçlü kılacaktır. Tabi bunu söylerken vazifelerimizi ihmal etmekten ya da vurdumduymazlıktan söz etmiyorum.
Hz. Ali şöyle buyuruyor:
"Zarar veremeyeceğin bir şeye/kişiye sinirlenmek, uzunca kederlere sebep olduğu gibi sinirlenen kimseyi kendine eziyet etmeye sürükler."
Bu söylediklerimize birçok neden daha ekleyebiliriz; ancak liste ne kadar uzarsa uzasın kabul etmeliyiz ki hayat bizim eksenimizde dönmüyor ve kendine has gerçekleri var. Söz konusu gerçekleri kabul etmek ilahî iradeye ve O'nun rızasına razı olmaktır. "Hicran-vasl, dert-derman, savaş-barış, zenginlik-fakirlik ve bilahare yaşadığımız her şey bizim gerçeğimizdir ve Yaratıcının takdiridir" diye düşünürsek ruhsal bunalım ve gelgitlerden bir o kadar uzak oluruz.
Bütün bunlara ilaveten hayatın en önemli gerçeği ise dostluktur.
İlahî dostluk, hayat gemimizi cennet limanına ulaştıracak bir deniz misalidir; ama cennetimsi dostluklar yoksa cennete varmamızın da bir anlamı olmayacaktır. Hayatın tadı yol arkadaşlarıyla yaşanır ve paylaşılır. Hangi halde olursa olsun insanın kendisini demirleyebileceği bir dost limanı olmalıdır. İçi dertle dolduğunda kulağına fısıldayacağı bir kuyusunun olması gerekir. Ruhumuzu mevsimden mevsime taşıyan ve her mevsimin manzarası olabilecek, hüznümüzü neşeye, derdimizi dermana ve ruhumuzu limana taşıyacak dostlar...
Bu, hem insanın ünsiyetini ortaya çıkaracak bir zemindir hem de o zeminde yetenek ve karakterlerin kemal ve amaca ulaşmasını sağlayacak bir miraçtır.
"Ab-ı hayattır dost, neşe veren meydir dost,
Sözü limandır, ama yüzü miraç olandır dost."
Bir dost şöyle demişti:
Dost dedim Canda bir Can hâsıl oldu,
Dostun gül bağrına bülbül vasıl oldu,
Biz Dost'ta cihanı müşahede ettik,
Dost'un nigahı da çeşm-i huda oldu.
Hz. Ali (a.s) buyuruyor ki :
"Dostlar gam ve kederlerin cilasıdır."
Son söz; her kim isen dostunla bilinirsin, her kim isen dost edindiğinle haşr olursun.
Dostların en iyisi ise Nebiyy-i Mükerrem ve Âl-i Nebi'dir.
Rabbim, onlarla olan dostluk bağlarımızı koparmasın...