Ehlader Araştırma Bölümü

Abbasiler Emevi hanedanından sonra Miladi 750 yılında başa geçerek beş asırdan uzun bir süre Ortadoğu topraklarında hükümdarlık yaptılar.

Tüm Abbasi halifeleri Abdullah ibni Abbas kanalıyla Hz. Peygamberin en küçük amcası Abbas İbni Abdulmuttalib’e dayanmaktadır.

Abbasiler Emevilere karşı mücadele hareketini başlattıklarında dış görünüşte Ehl-i Beyt’in özellikle Hazret-i İmam Hüseyin'in intikamını alma ve hâkimiyeti Al-i Muhammed'den Allah'ın razı olduğu kimseye teslim edecekleri sloganı ve iddiasıyla ortaya çıktılar ama Emeviler yıkılıp Abbasiler iş başına geçtiğinde maalesef Ehl-i Beyt’’ ve taraftarlarına Emeviler kadar haksızlık yapmaktan geri durmadılar.

Abbasiler Emevilere karşı isyan hareketini ilk olarak Ehl-i Beyt taraftarlarının yoğun olarak yaşadığı Horasan bölgesinden Ebu Müslim Horasanî’nin komutanlığı ile Merv şehrinde başlattılar ve başarılı oldular.

Ebul Abbas Vefa Abbasilerin ilk hükümdar oldu devletin hükümet Merkezi Şam'dan Bağdat'a taşındı.

Altıncı Ehl-i Beyt İmamı Cafer Sadık'tan itibaren diğer Ehl-i Beyt imamlarının tamamı Abbasiler döneminde yaşamıştır.

Emevilerin yaptıkları zulümlerden geri kalmayan Abbasiler özellikle Ehl-i Beyt imamlarını baskı ve gözetim altında tutarak insanların doğru dini ilimler ve Muhammedi İslam’ın gerçek temsilcilerine ulaşmalarına var güçleriyle engel olmaya çalıştılar.

Abbasi saltanatı siyasetin ve halifelerinin durumuna göre dört dönem olarak ele alınabilir;

1. Dönem: Abbasilerin en güçlü olduğu 750 yılından 847 yılına kadar sürmüştür. Bu dönem Ebu Abbas Vefa’dan başlayıp Vasık’ın dönemine kadar uzanmaktadır.

2. Dönem: Türklerin Vezir olarak Abbasi siyaseti ve hükümdarlığında boy göstermeye başladıkları döneme denk gelmektedir. Mütevekkil Abbasi’den başlayıp Müstekfi’ye kadar devam etmiştir.

3. Dönem: Abbasilerin Büveyh oğullarının tasallutu altına girdikleri ve zayıflamaya başladığı dönemdir.

4. Dönem: Yani bu son dönemde ise Büyük Selçuklu Devleti'nin parçalanmasıyla birlikte Abbâsîler yeniden gücünü yitirdi. Cengiz Han'ın torunu Hülagu'nun yönetimindeki İlhanlılar 1258'de Bağdat'ı yakıp yıktılar, Halife Mustasım'ı ve yakaladıkları hanedan üyelerini öldürdüler. Böylece 508 yıllık Abbâsî Devleti son buldu.

Bu yıkılış sürecini tetikleyen önemli bir isim Hâce Nasîrüddîn-i Tûsî olmuştur. Zor bir hayat yaşayan Hâce yirmili yaşların başında daha henüz öğrenci iken Moğol istilasına uğrayan Horasan’da yaşamakta ve o da yüzbinlerce insan gibi yaşadığı toprakları terk etmek zorunda kalır.

Dönemin önde gelen bilginleri öldürülür ve neredeyse yarım milyon insan yok olur gider. İşte Hâce böylesi bir kan gölünde yüzmeye başlar. Derken kendisini Horasan eyaletinin kuru çöllerinde Kuhistan adlı bir bölgede bulur. O bölgenin hâkimi olan İsmâilî mezhebine bağlı Nasîrüddîn-i Abdurrahman ilme ve sanata değer veren bir hükümdardır. Bu şekilde Hâce onun himayesine girer ve başta önemli eserlerin tercümesi olmak üzere birçok ilmi sahada faaliyetlerine başlar.

Moğol baskınları neticesinde Kuhistan’dan Alamut Kalesi’ne geçilir. Burada zor günler geçiren Tûsî’nin, daha sonra İsmâilî imamı Alâeddin Muhammed’in bir gece vakti yatak odasında bir suikast ile öldürülmesi üzerine tahta geçen oğlu Rükneddin Hürşah zamanında bir nebze de olsa zorluk ve meşakkat dönemi sona ermiştir.

Rükneddin Hürşah babasına nazaran biraz daha gizli ilimlere meraklıdır ve astrolojinin verdiği bilgilere güvenmektedir. Bu da onun Hâce Nasîrüddîn-i Tûsî’ye her konuda danışmasına neden olmaktadır. Bu dönem Alamut Kalesi’nin de sıkıntılar içerisine girdiği bir zaman dilimidir. Bir taraftan Moğollar durmadan kaleyi ele geçirmek için baskılarını arttırırken bir diğer taraftan da Bağdat’taki Abbasî Halifesi ile aralarında olan gerilim günbegün şiddetini arttırır. Artık yenilmez sanılan İsmâilîler yavaş yavaş güç kaybetmeye ve fethi imkânsız görülen Alamut Kalesi’nin tepesinde kara bulutlar dolaşmaya başlar. Bunca sıkıntı içerisinde dahi aklı ve icraatları ile Hâce İsmâilîler’in nezdinde oldukça değerli birisi olmaya tekrar başlamıştır.

İşin özünde Hâce, bir ülkenin başında gerçek bir söz sahibi olsa idi; yaşadığı o diyar hiç kuşkusuz âlem üzre olan memleketler arasında parmakla gösterilecek bir konumda olurdu. Çünkü yazdığı siyasal-sosyal hayata dair metinler ya da iktisat ve yöneticiliğe dair kaleme aldığı eserler onun bu konuda ne denli maharetli olduğunu ortaya koyuyordu. Zaten bu yüzden Alamut Kalesi Moğollar’ın saldırısına uğrarken Rükneddin Hürşah ilk Hâce Nasîrüddîn-i Tûsî ile istişare etmişti.

Nitekim bu istişare de sonuç verir ve Hâce, Rükneddin’e Hülâgû Han’a direnmeden teslim olmasının daha mantıklı olduğunu söyler ve gizlice bu bölgeyi terk etmesini öğütler. Zaten öyle de olmuştur ama sonuçta Hülâgû’nun 1256 yılında Alamut ve çevresindeki kaleleri zapt etmesi ve son İsmâilî imamı Rükneddin Hürşah’ı yakalayıp katletmesiyle bu dini ideoloji ve güç büyük bir yenilgiye uğrar.

Hülâgû Han ele geçirilmesi imkânsız olarak görünen Alamut Kalesini hiçbir direnç gösterilmeden önünde bulunca şaşkınlığını gizleyemez ve konuyu enine boyuna araştırıp Hâce’nin buna hükmettiğini anlar ve o andan itibaren Hâce Nasîrüddîn-i Tûsî Hülâgû’nun yanında eli öpülecek bir şahsiyet olarak yer alır.

Bazı kaynaklar her ne kadar senetleri zayıf da olsa Hâce’nin Hülâgû’nun veziri olduğunu kaydederler. Haksız da değillerdir çünkü artık Hülâgû zor ve çetrefilli tüm konuları Hâce’ye sormakta ve sonunda da onun dediğini kabul etmektedir. Hatta Hülâgû’nun Arab hilafetine son vermek için atlarını Bağdat’a çevirmesi dahi Nasîrüddîn-i Tûsî’nin isteği üzere olmuştur dersek yanılmayız.

Ravzatu’s-Safa adlı tarih kitabı yaşananları şu şekilde nakleder:

“Hülâgû Han önce Konstantiniyye’ye (İstanbul) doğru hareket etmek istiyordu. Ama Tûsî onu bu fikrinden caydırdı ve Bağdat’a; artık zulmün merkezi olmuş olan Abbasilerin hilafetine son vermek için tahrik edip sürdü. Sarayda olan diğer devlet erkânı da bu fikri benimsemiş ama Hülâgû Han yine de müneccimbaşına danışmayı tercih etmişti. Yıldızların anlattığına göre Abbasilere karşı el kaldıran kim varsa hepsi helak olup gitmişti. Çünkü onlar Allah’ın halifesi ve Hz. Peygamberin varisi idi. Eğer böyle bir işe kalkışılırsa tüm atların telef olacağı, askerlerin ağır hastalıklar geçireceği, yağmurun bir daha yağmayacağı, yerden tek bir sarı başak dahi çıkmayacağı hepsinden öte şahın (Hülâgû Han) bu hamlede mat olacağı vb. kıyamet senaryoları Hülâgû Han’a sunulmuştu. Bunları duyup hiddetlenen Hülâgû soluğu kendisini bu işe teşvik eden Hâce’nin yanında aldı ve ondan bir izahat bekdi. Bu olay karşısında oldukça sakin ve dingin kalmasını bilen Hâce kurduğu birkaç cümle ile Hülâgû’yu artık Bağdat için yolcu etmeyi başarmıştı. Çünkü bunca Abbasi Halifesi kâh birbirlerini öldürmüş, kâh isyan ve savaşlarda ölmüş, kâh suikasta uğrayarak ölmüştü lakin dünya üzerinde hiçbir felaket meydana gelmemişti. Yağmur yine yağmış, otlar tekrar bitmiş, atlar yine şahlanmıştı…”

Derken hazırlıklar yapılır ve Bağdat’a doğru yola koyulurlar. Zaten çok geçmeden 1258’in Şubat Ayı’nda Bağdat düşer ve Abbasiler tarih sahnesine gömülür.

Ama Hülâgû Han yine de müneccimbaşının kendisine telkin ettiği düşüncelere takılmış ve Abbasi Halifesi el-Müsta’sım-i Billâh’ı başta öldürmekten içtinap etmiştir. Hâlbuki bu davranış Hülâgû’nun karakterine taban tabana zıt bir harekettir. Öte yandan veziri olan Hüsameddin de ara ara müneccimbaşının dediklerini Hülâgû’ya tekrar etmekte ve eğer halifeyi öldürürse güneşin tutulacağı ve artık dünyanın gün ışığına hasret kalacağını söyleyip durur ve aklını karıştırır. Yargılayan kimliği ile olaya müdahil olan Hâce Nasîrüddîn-i Tûsî, Hülâgû’ya Yahudilerin Zekeriya ve Yahya peygamberleri acımasızca öldürdüğü zaman dahi güneşin sırtını bizlere dönmediğini söyleyerek bunların yalnızca bir kuruntu olduğunu der ve ardından Abbasi Halifesi idam edilir.

Bu yaşananlar vezir ve müneccimbaşının Hülâgû’nun gözünden iyice düşmesine sebep olur ve Hâce sarayın en yetkin ismi olarak anılmaya başlar.

Kısa bir süre sonra ise hep arzuladığı ve insanlık için büyük bir hizmet olan Merâga Rasathanesi için Hülâgû Han’dan izin alır. Yalnızca izin almaz rasathane ve gözlem evinin yapımı için harcanacak bütçeyi de ondan tahsil eder. Zaten bu büyük başarısının ardından Nizâmü’l-Mülk’ün Bağdat’ta kurduğu Nizâmiye Akademisi’nden hiç de geri kalmayacak güçlü bir akademi kurar ve kendi döneminin ünlü matematikçi, astrolog ve diğer ilimlere ait tanınmış isimlerini bir çatı altına toplamayı başarır. Bağdat’ın fethi yine Hâce Nasîrüddîn-i Tûsî’nin işine yarar ve başta Bağdat olmak üzere Suriye, Mezopotamya özellikle de Alamut Kalesi'nden toplanan 400.000 eser ile dönemin en nadide kütüphanelerinden biri yine bu rasathanede oluşturur.

Önemli bir not olarak düşülmesi gereken bir konu ise; Tusî’nin Moğollarla Arapça ve Farsça konuşmayıp yalnızca Türkçe konuşması, rasathanenin Hülâgû Han’ın rıza ve desteği ile yapılması nedeniyle bir Türk filozofu olduğu ifadesi onun için yerinde olacaktır.

Abbasiler döneminde kurulan ve ileriki yıllarda hükümet merkezi olacak olan Irak / Samarra şehri..

.