.
.
Bismillahirrahmanirrahim
Birinci Bölüm
Bu aralar sosyal medyada bazıları Şia’nın Ehlibeyt İmamları’nın masumiyeti hakkındaki inancını gündeme getirip eleştirmeye çalışmakta ve Ehl-i Sünnet’le Şia arasındaki en önemli farkın bu olduğunu iddia etmektedirler. Bunlar masumiyetin peygamberlere has bir özellik olduğunu ve başka birisinin bu özelliğe sahip olmayacağını ve bunun Kur’an’dan herhangi bir delilinin olmadığını, delil derken de Kur’an’da açık açık masumiyet ifadesi kullanılarak söylenmesi gerektiğini iddia etmektedirler.
Biz bu yazıda bu eleştiri ve iddiayı ele alıp akıl, Kur’an ve müşterek hadislere dayanarak cevaplamaya gayret edeceğiz inşaallah. Asıl konuya geçmeden önce cevaplarımızın daha iyi anlaşılabilmesi için bazı hususlara değinmemiz gerekir.
1- Uzun yıllar benzer iddiaları gündeme getiren kardeşlerle yakından yaptığımız müzakere ve tartışmalardan edindiğim tecrübeye dayanarak şunu söyleyebilirim ki bu kardeşler, ister masumiyet, ister Ehl-i Beyt’in bazı makam ve faziletleri hakkında Şia’nın görüşlerini delil üzerinden eleştirmekten çok kendilerine yıllarca telkin edilen bazı ön kabullere ters düştüğü için kabullenmekte zorlanmaktadırlar. Oysa o kabullerden birçoğunun zannettikleri gibi olmadığını insaflıca gözden geçirseler durum daha farklı olacaktır.
2- Bir diğer husus iki ekolün imamet, velayet ve hilafet konusuna bakış açısındaki farklılıklardır. Dolayısıyla da bu farklılık ister istemez, imam ve halifenin özellikleri hakkındaki düşünce ve değerlendirmelere de yansımaktadır.
Evet, Ehl-i Sünnet imam ve halifeyi bir bakanlık veya cumhurbaşkanlığı gibi bir şey olarak gördüğü için, doğal olarak Şia’nın bu makamdaki birinde bulunmasını zorunlu gördüğü birçok vasfı gereksiz görmekte ve dolayısıyla da yadırgamaktadır. Oysa Şia imamet makamını risalet ve nübüvvetin bir devamı olarak görmekte ve vahiy alma dışında Peygamber’in bütün görev ve sorumluluklarına sahip olduğu kanaatindedir. Takdir edersiniz ki böyle bir bakış açısıyla imam için sayılan özellikler, yadırganma yerine zorunlu görülecektir.
Peygamber’in sahip olduğu özellikleri kısaca saymak istersek şunlardan ibarettir:
Vahiy almak, vahyi korumak, vahyi tebliğ etmek, vahyi tefsir ve tebyin etmek, İslam’ı hakkıyla yaşayıp insanlara örnek olmak, şahitlik ve toplumu sosyal ve siyasal alanda yönetmek.
Bu görevlerin birisi (vahiy alma) hariç diğer bütün görevler aynen imam ve halifeye intikal eder. Dolayısıyla imamete bu gözle bakan bir mektep ve ekol, nasıl Peygamber’de masumiyeti bir zaruret olarak görüyorsa, imam ve halifede de aynı şekilde zorunlu görecektir. Çünkü ikisinde de mantık aynıdır. Hangi delile dayanarak Peygamber’de masumiyet zorunlu görülüyorsa, aynısı imam için de geçerlidir. Yani akli ve mantıki olarak Peygamber’in (s.a.a) masumiyetinin delili ne ise, imamın masumiyetinin delili de aynısıdır.
Ama yukarıda da belirttiğimiz gibi imamet makamına bu gözle bakmayan kimse, doğal olarak buna gerek duymayacak ve başkalarından bu özellikleri duyduğunda da yadırgayacaktır.
3- Değinmek istediğimiz bir diğer husus ise şudur: Yine bazı ön kabullerden hareketle bir takım olağanüstü özellikleri veya işleri (ezcümle masumiyeti) sadece peygamberlere has görenler, ister istemez bizden Ehlibeyt İmamları hakkında bu tür özellikleri duyduklarında yadırgıyor ve hiçbir delile gerek duymadan hemen kestirip atıyor ve sorgusuz sualsiz reddediyorlar. Oysa Kur’an ve Sünnet’te bulunan birçok veriyi dikkatlice incelemiş olsalardı ve bir parça taassuptan uzak, insaf ve izan üzere hareket etselerdi, durumun hiç de öyle olmadığını açık bir şekilde göreceklerdi.
Örneğin Kur’an Hz. Meryem hakkında şöyle buyurmaktadır:
وَاِذْ قَالَتِ الْمَلٰٓئِكَةُ يَا مَرْيَمُ اِنَّ اللّٰهَ اصْطَفٰيكِ وَطَهَّرَكِ وَاصْطَفٰيكِ عَلٰى نِسَٓاءِ الْعَالَمٖينَ
“Melekler şöyle demişti: “Ey Meryem! Allah seni seçti, seni tertemiz kıldı ve seni bütün dünyadaki kadınlara üstün eyledi.”[1]
Görüldüğü gibi, Hz. Meryem (s.a) bir peygamber olmamasına rağmen, Allah-u Teâla onun meleklerle muhatap olduğu ve onların hitabına mazhar olduğundan, seçilmişliğinden, tertemiz kılındığından ve âlemlerin kadınlarına üstün kılındığından bahsetmektedir.
Oysa genelde insanlarımız bu vasıfları peygamberlere özgü sıfatlar olarak görüyor, biliyorlar.
Aynı şekilde Hz. Meryem’e Allah indinden çeşitli yiyecekler indirildiğine dair ayette şöyle geçmektedir:
“Rabbi, güzel bir kabul ile onu kabul buyurdu ve güzelce onu büyüttü. Zekeriya'yı da onun bakımıyla görevlendirdi. Zekeriya, mabette onun yanına her girişinde yanında bir rızık bulurdu. ‘Ey Meryem! Bu sana nereden geliyor?’ derdi. Meryem de, ‘O, Allah'ın katındandır. Allah, dilediğine hesapsız rızık verir.’ derdi!”[2]
“Bir kimseye Allah katından vasıtasız rızık indiğini biliyor musunuz?!” diye bir sorun insanlara, bakın kaç kişi inanacak. Yine en fazla şunu derler, bu olsa olsa bir peygamber için geçerli olabilir. Hz. İsa’nın kendisi ve havarileri için semadan ilahi bir sofra indirilmesini istemesi gibi. Ama gördüğünüz gibi bir peygamber olmayan Hz. Meryem’e inmiştir. Hem de bir defa değil, sürekli olan bir şey! Çünkü ayet aynen şöyle diyor: “Zekeriya, mabette onun yanına her girişinde yanında bir rızık bulurdu!”
Evet, biz inansak da inanmasak da, ya da inanmakta zorlansak da bu böyledir.
Yine Kur’an’da Hz. Meryem’in Hz. İsa’ya (a.s) hamile kalma sürecinde nasıl Ruhü’l-Kudüs Hz. Cebrail ile karşılaştığı, onunla sohbet ettiği, Allah’ın izniyle onun hamile kalmasına vesile olduğu, sonra kupkuru bir hurma ağacının altına çekildiği, Allah’ın emriyle ağacı hareket ettirdiğinde kuru ağacın canlanıp taze hurma verdiği, ağacın altından çeşme fışkırıp aktığı gibi birçok harikulade ve mucizevi olayın vukuundan bahsediyor. Detayları Meryem suresinin 16. ayetinden itibaren okuyabilirsiniz.
Evet, bunca önemli ve mucizevi olayların hepsinde olayın odağında yine peygamber olmayan birisinin olduğuna dikkatinizi çekiyorum. Demek ki bu tür olayların vukuunda illa da bir peygamber olması şart değildir. Özel birtakım özelliklere sahip başka birileri için de söz konusu olabilir.
Bir diğer örnek Hz. Süleyman’ın yanındaki şahsiyetle alakalıdır.
Kur’an’da anlatıldığı üzere Hüdhüd kuşu Sebe’ mülkünden, oranın durumundan ve oranın kraliçesi olan Belkıs isimli kadından haber verdiğinde Hz. Süleyman Belkıs’a bir mektup yazarak onu imana davet etti. Onlar da bilahare Hz. Süleyman’ın huzuruna gelmeye karar verdiler. Bunun üzerine Hz. Süleyman iman etmesini kolaylaştırmak için ona bir mucize göstermek istedi ve yanındakilere dedi ki: “Kim o buraya gelmeden, onun tahtını buraya getirebilir?”
Bundan sonrasını ayetten okuyalım:
“Cinlerden bir ifrit, “Sen makamından kalkmadan önce ben onu sana getiririm. Gerçekten bu işe gücüm yeter, ben güvenilir biriyim” dedi. * Kitaptan bir miktar bilgisi olan ise, “Ben onu sen göz açıp kapayıncaya kadar getiririm.” diye cevap verdi. Süleyman, tahtı yanı başına yerleşmiş olarak görünce şöyle dedi: “Bu, şükür mü yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınayan rabbimin bir lütfudur…”[3]
İşte bu da hiç şüphesiz doğaüstü ve mucizevi bir olay (bir göz kırpma süresinde bir tahtı binlerce kilometre öteden Beytü’l-Makdis’teki Süleyman’ın sarayına getirilmesi)! Yine bu mucizevi işi gerçekleştiren bir peygamber değil, kaynaklarımızda nakledilen hadislerde de geçtiği üzere Hz. Süleyman’ın vasisi olan Asıf b. Berhiyâ idi. Şimdi Allah aşkına bu olay Kur’an’da geçmeseydi ve birileri bize peygamber olmayan birisinin böyle bir işi gerçekleştirdiğini söyleseydi, inanır mıydık? Şu anda bile Kur’an’dan bîhaber birçoklarına Kur’an’ın adını getirmeden “Böyle bir olay yaşanmıştır ve bunu yapan bir peygamber değildir.” derseniz inanırlar mı? Mümkün değil; çünkü onların kulağına hep bu tür şeyleri ancak peygamberlerin yapabileceği okunmuştur.
Peygamberler dışında bazı olağanüstü olayların kendileri için vuku bulduğu şahsiyetler arasında Kur’an’da Kehf Suresi’nin 9 ila 12. ayetlerinde anlatılan Ashab-ı Kehf de yer almaktadır. Sözü uzatmamak için artık detaya girmiyoruz. İsteyenler ayetlere bizzat bakabilirler.
Esasen birçoklarının kafa yapıları hep maddi kriterlere hapsedildiği için (bir nevi gizli materyalizm), Peygamberler için bile Kur’an ve hadislerde beyan edilen mucizevi olayları kabullenmekte zorlanıyorlar. Dolayısıyla da ya kökten inkâr ediyor ya da kafalarına göre onu mucizevi olmaktan uzak şeylere yorumluyorlar!
Evet, bu kadarıyla yetiniyor ve asıl konumuza geçiyoruz. Aslında masumiyet konusundan önce imamet meselesinin konuşulması gerekirdi. Çünkü masumiyet olayı imametin devamı ve bir dalıdır. Yani adeta Şia’nın yumuşak karnını bulduklarını düşünerek (!) ve insanların genelinin “masumiyet” gibi alışılmamış bir konuyu kabul etmeyeceklerinin bilinciyle bu konunun üzerine gidiyorlar. Dolayısıyla özellikle bu konu üzerinde yaygara kopardıkları için biz de şimdilik bu meseleye eğilmeyi zorunlu gördük.
Ehl-i Beyt İmamları’nın masumiyetinin ispatı için delillerimiz:
Kur’anî deliller:
Önce bir noktaya değinerek başlayalım. Sosyal medyada Şia’yı eleştiren bir vatandaş “Kur’an’ın hiçbir yerinde Ehlibeyt İmamları masumdur diye geçmez.” diyor. Evet biz de öyle bir şey iddia etmiyoruz. Ama peygamberlerin masumiyetine inandığını söyleyen bu vatandaş bize lütfen Kur’an’ın neresinde masumiyet lafzı kullanılarak “Peygamberler masumdur.” diye geçtiğini söylesin. Böyle bir şey olmadığını o da pekâlâ biliyor. Ama elbette biz peygamberler masum değildir demiyoruz. Peygamberlerin masumiyeti masumiyet lafzıyla ifade edilmese de birçok ayetten masumiyet sonucu çıkarmak mümkündür. Biz imamlar hakkında da aynı şeyin geçerli olduğu iddiasındayız. Şimdi Allah’ın izniyle bunu ayetlere dayanarak ispatlamaya çalışacağız.
1- İtaat ayeti:
Nisa Suresi’nin 59. ayetinde şöyle buyurmaktadır:
“Ey iman edenler! Allah'a itaat edin; Peygamber'e ve sizden olan o emir/yetki sahiplerine de itaat edin. Eğer Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorsanız, bir şeyde çekiştiğiniz zaman o hususta Allah'a ve Peygamber'e başvurun. Böyle yapmanız, hem daha iyidir ve hem de sonu daha güzeldir.”
Görüldüğü üzere ayette üç itaatten bahsedilmektedir: Allah’a itaat, Peygamber’e itaat ve emir sahiplerine itaat. Yine görüldüğü üzere bu itaatlerin hiçbirinde bir kayıt ve şart söz konusu değildir; istenen mutlak bir itaattir. İtaatin mutlak oluşundan çıkarılan sonuç şudur ki Allah ve Resulü’ne itaatte herhangi bir yanılma, hata veya dalalet söz konusu olmadığı gibi emir sahiplerinin itaatinde de aynı şey geçerlidir. Yani onlar asla bizi yanlışa, hataya, günah ve dalalet olan şeye emretmez, sevk etmezler. Çünkü böyle bir şey söz konusu olursa, bunun manası Allah’ın hata, günah ve dalalet olan şeylerde bile onlara itaat etmemizi istediği sonucu çıkar. Oysa Allah asla böyle bir şeyi bizden istemez, böyle bir şeye emretmez. Çünkü evvela bu onun rahmetine, hikmetine, adaletine aykırıdır. Saniyen kendisi böyle bir şeyi yapmayacağını kitabında açık bir şekilde beyan etmiştir:
“De ki: "Allah kötü işi emretmez. Bilmediğiniz bir şeyi mi Allah'a isnat ediyorsunuz?!"[4]
Bu da ayette geçen “EMİR SAHİPLERİ”nin tıpkı Peygamber gibi hatasız ve günahsız olduğunu ortaya koyuyor. Nitekim Fahrettin Razi gibi bazı Sünni âlim ve müfessirler bile bu sonucun çıktığını kabullenmişlerdir. Ama bunların kim veya ne olduğunu belirlemede farklı bir yol izlemiş ve ümmetin icmaı gibi bizce anlamsız bir tercihte bulunmuşlardır. Anlamsızdır, çünkü ayet belirli şahıslardan bahsetmektedir, icma ise şahıs değildir.
Bazı Sünni müfessirler ise bunların ümmetin adil âlimleri olduğunu söylemişlerdir ki bu da bizce mantıklı değil; zira alimler adil bile olsalar yer yer hata yapabilirler. Oysa ayetteki mutlak itaat emri buna ters düşmektedir.
Elbette bazı Sünni âlimler bu emir sahiplerinin ümmetin başına geçen her yönetici için geçerli olduğunu iddia etmişlerdir ki bunun tutarsızlığı gün gibi ortada olduğu için esasen üzerinde durup konuşmaya bile gerek duymuyoruz.
Dolayısıyla maalesef ayetin bu tefsirinin, yani yönetici kesimini sorgulamadan itaat kültürünün, yüzyıllar boyunca halkları pasifleştirmek ve adalet duygularını yok etmek ve zalim yöneticilerin yaptıkları haksızlıkları örtbas etmek ve meşru göstermek için nasıl kullanıldığına tarih şahitlik etmektedir.
Ehlibeyt mektebi, daha sonra vereceğimiz delil ve hadislere de dayanarak bunların Ehlibeyt İmamları olduğu kanaatindedir. Ama her halükarda başkaları bunu kabul etsin veya etmesin, emir sahipleri diye ayette geçen kimselerin hatasız ve günahsız olduğunu kabullenmeye mecburdurlar, aksi halde içinden çıkılmaz bir çelişkiye müptela olmaları kaçınılmazdır. Bir taraftan mutlak bir itaatin istenmesi, diğer taraftan Allah’ın asla kötü ve dalalet olabilecek bir şeye emretmesinin imkânsızlığı!
Buna şunu da ilave edelim ki eğer itaat mutlak olmasaydı, kullarını yanıltmamak için Rabbimiz mutlaka bunu beyan etmeliydi. Nitekim anne babaya iyilik ve itaatten bahsederken onların hata ve yanlış yapma ihtimali söz konusu olduğu için hemen yanına kaydını da koymuş ve gerekli açıklamayı yapmıştır.
Kur’an’da birkaç yerde anne babaya iyi davranmak, iyilik ve itaat etmekten bahsettikten sonra, hatta onlara öf bile demekten sakındırdıktan sonra Lokman Suresi’nde şöyle buyurmaktadır:
“Hakkında bilgin olmayan bir şeyi bana ortak koşman için seni zorlarlarsa, onlara itaat etme…”[5]
Ayrıca Rabbimiz birçok ayette kimlere itaat edilmemesi gerektiğini de açık bir şekilde beyan etmektedir. İşte bunlardan örnekler:
1- Kâfir ve münafık olanlar (Ahzâb, 48)
2- Müşrik olan ve şirke davet edenler (Lokman, 15)
3- İnkârcılar (Kalem, 8)
4- Yemin edip duran, aşağılık, daima kusur arayan, iyiliği engelleyen, saldırgan, günaha dadanmış, soysuz kimseler (Kalem, 10-13)
5- Allah’tan gafil, heva ve hevesine uyan ve aşırılık ehli olanlar (Kehf, 28)
6- Günahkâr ve nankör kimseler (İnsan, 24)
7- Haddini aşanlar (Şuara, 151-152)
8- Bozguncu ve fesat ehli olanlar (A’raf, 142)
9- Cahiller (Câsiye, 18)
10- Zalim ve Hakk’a karşı inat ehli olanlar (Hud, 59)
11- Kötü ve sapkın geçmişi olanlar (Mâide, 77)
12- Kendisi kılavuza muhtaç olanlar (Yunus, 35)
13- Allah’a yöneliş içinde olmayanlar (Lokman, 15)
İtaat edilmesi gereken kimselerdeki bu vasıfları bir araya toplayın ve adil ve insaflı bir gözle bakıp değerlendirin. Bakın nasıl bir sonuç ortaya çıkmaktadır?
Ehl-i Beyt Mektebi, hem kendi kaynaklarında Ehlibeyt kanalıyla Resulullah’tan (s.a.a) nakledilen hadislere dayanarak, hem de ikinci derece bazı Sünni kaynaklarda nakledilen bazı hadislere dayanarak “Emir Sahipleri”nin Ehlibeyt İmamları (a.s) olduğunu söylemektedirler. Sözü uzatmamak için hem Şia hem de ikinci derece Sünni kaynaklarda nakledilen bir hadisi vermekle yetiniyoruz:
Hz. Resulullah'ın (s.a.a) sahabesinden Cabir bin Abdullah Ensari şöyle diyor: "Allah'a, Resulü'ne ve emir sahiplerine itaat etmenin gerekli olduğunu bildiren âyet indiği gün Peygamber'e sordum: "Allah ve Resulü'nü tanıyoruz, ama emir sahiplerinin kimler olduğunu bilmiyoruz. Onlar kimlerdir?"
Hz. Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdular: “Onlar benim halifelerimdir. Onların ilki Ali bin Ebi Talib, sonra Hasan, sonra Hüseyin, sonra Ali bin Hüseyin, sonra da Tevrat'ta Bakır diye anılan Muhammed bin Ali'dir. Ey Cabir! Sen onu göreceksin. Gördüğünde benim selamımı ona iletirsin. Ondan sonra Cafer bin Muhammed Es-Sadık, sonra Musa bin Cafer, sonra Ali bin Musa, sonra Muhammed bin Ali, sonra Ali bin Muhammed, sonra Hasan bin Ali ve en sonuncusu Allah'ın yeryüzündeki hücceti ve kulları arasındaki birikimi olan ve benim isim ve künyemi taşıyan Hasan bin Ali'nin oğludur."[6]-[7]
Ayete getirdiğimiz bu açıklama tamamen ayetteki karinelere dayanan akli ve mantıki bir açıklamadır. Bunu destekleyen ve Ehlibeyt kanalıyla nakledilen birçok hadis vardır. Aynı şekilde Ehl-i Sünnet’in ikinci derece hadis kaynaklarında da bunu destekleyen bir hadisi yukarıda zikrettik. Yine de her şeye rağmen kabul edip etmemek sizin vicdanî meselenizdir. Ama beni asıl şaşırtan şey bu açıklamayı kabul etmeyip bu hadisleri yadırgayan sizlerin tam aksi noktada kaynaklarınızda nakledilen ve bazı örneklerini aşağıda vereceğim şu hadisleri neden yadırgamadığınızdır. Acaba bunlardan haberiniz var mı? Varsa bunları nasıl kabullenebiliyorsunuz gerçekten. Kaynaklarında böyle şeyler varken bir insan nasıl ve ne diye başkalarında kusur aramaya kalkar!
İşte bu rivayetlerden örnekler:
Sahih-i Müslim ve Sünen-i Beyhakî'de, Hüzeyfet-ül Yemân'a isnaden şöyle rivâyet edilmiştir: "Dedim 'Ya Resulallah, biz şer içerisindeydik; Allah şimdi içinde bulunduğumuz hayrı bize nasip etti; acaba bu hayrın ardından bir şer olacak mı?' Buyurdu: 'Evet.' Ben, 'O şerrin ardından yine hayır olacak mı?' diye sorduğumda, yine 'Evet' diye cevap verdi. Tekrar sordum: 'Bu hayrın ardından bir şer olacak mı?' Yine 'Evet.' cevabı verince, 'Bu nasıl olacak?' diye sordum. Şöyle buyurdu: 'Benden sonra, benim hidayetime uymayan, sünnetimi takip etmeyen imamlar türeyecektir; onlar içerisinde öyle kimseler bulunacaktır ki insan şeklinde olan bedenlerindeki kalpleri tıpkı şeytanların kalbi gibi olacaktır.' Ben 'Öyle bir zamanı idrak edersem, ne yapmamı tavsiye edersin ya Resulallah?' diye sordum; şu cevabı verdi: 'Emîri dinleyip itaat edeceksin; hatta sırtına bile vursa; malını dahi elinden alsa; dinle ve itaat et!!"[8]
Yine aynı kaynaklarda, Avf b. Mâlik El-Eşcaî'den şöyle nakledilmiştir: "Resulullah'ın (s.a.a) şöyle buyurduğunu duydum: 'En iyi imamlarınız, o kimselerdir ki siz onları seversiniz, onlar da sizi; siz onlara salat edersiniz onlarda size. En kötü İmamlarınız da o kimselerdir ki siz onlara buğz edersiniz onlar da size; siz onlara lanet edersiniz, onlar da size.' Biz, 'Ya Resulallah dedik, böyle bir durumda onlarla mücadele etmeyelim mi?' 'Hayır buyurdu, namazı aranızda ikame ettikleri müddetçe böyle bir şeye kalkışmayın. Şunu bilin ki kimin üzerine birisi hüküm sahibi olur da o hâkimin Allah'a karşı bir isyanını görürse, onun bu isyanını sevmesin, ama itaat etmekten de elini çekmesin!!"[9]
Aynı kaynaklarda yine şöyle nakledilmektedir: "Seleme b. Yezid El-Cu'fî Resulullah'a bir soru yönelterek şöyle dedi: 'Ya Resulallah, eğer bizim başımıza, bizden haklarını isteyen, ama bizim hakkımızı vermeyen emirler hâkim olursa, ne yapmamızı emredersiniz?' Râvi diyor, Peygamber (bir rahatsızlık ifadesi olarak) ondan yüzünü çevirdi. Sonra, soruyu tekrar edince, Allah Resulü şöyle buyurdu: 'Dinleyin ve itaat edin; onların yaptıklarının sorumluluğu onlara, sizin yaptıklarınızın sorumluluğu da size aittir!!"[10]
Bir de Mikdâm isminde birinden şöyle rivayet etmişlerdir; Resulullah buyurdu ki: "Emirlerinize itaat edin; ne olurlarsa olsunlar! Eğer onlar benim söylediklerimi size emrederlerse, hem onlar bundan sevap alırlar hem siz itaatinizden dolayı mükâfatlandırılırsınız. Şayet benim emretmediğim şeyleri size emrederlerse, bunun sorumluluğu onlara aittir ve siz bundan berîsiniz. Zira siz Allah'ı mülakat ettiğinizde diyeceksiniz: 'Ey Rabbimiz, zulüm yoktur.' Allah da 'Evet zulüm yoktur.' buyuracaktır. Siz 'Ey Rabbimiz diyeceksiniz, sen bize peygamberler gönderdin; biz de senin izninle onlara itaat ettik; sonra bize halifeler seçtin; biz de senin izninle onlara itaat ettik; ardından başımıza emirler getirdin; biz de onlara itaat ettik.' Allah da 'Doğru söylediniz; bunun sorumluluğu o (zalim emirlere) aittir ve siz bundan berîsiniz (bir sorumluluğunuz söz konusu değildir)."[11]
Yine söz konusu kaynakta Süveyd b. Gafele'den şöyle nakletmektedir; Ömer b. Hattap bana dedi ki: "Ey Eba Ümeyye, belki de sen benden sonra yaşarsın; o zaman imama itaat etmelisin; hatta Habeşî bir köle bile olsa; sana vursa da sabret; emretse de sabret; seni (bir şeylerden) mahrum bıraksa da sabret; sana zulmetse de sabret; eğer dininde noksanlık yaratacak bir şeyi sana emrederse de ki: 'Duydum ve itaat ettim...!!"[12]
Bu hadisler bir tane, iki tane değil, burada hepsini veremeyeceğimiz kadar çoktur; daha fazla isterseniz örneğin Sahih-i Müslim'in şu bablarına bakabilirsiniz: Hüküm sahipleri zulmettiğinde sabra emir babı. Hakları zayi etseler dahi emirlere itaat babı. Fitne zamanlarında ve her halükârda Müslümanlardan ayrılmamanın farziyeti ve itaatten çıkmanın haramlığı babı.
Yine Kenzü’l-Ummâl külliyatının örneğin şu yerlerine bakabilirsiniz: c. 1, s. 104, c. 4, s. 373-374, c. 5, s. 751, c. 11, s. 210, c. 6, s. 458.
Devam edecek…
- - - - - - - - - - - - -
[1] (Âl-i İmrân, 42)
[2] (Âl-i İmrân, 37)
[3] (Neml, 39-40)
[4] (A’râf, 28)
[5] (Lokman, 15)
[6] (Kunduzi Hanefi, Yenâbiü’l-Meveddet, Baskı yılı 1422, c. 3, s. 398-399)
[7]- Hatırlatmak gerekir ki bu kitap Osmanlı Padişahı Sultan Abdulaziz’in emri ve siparişiyle yazılmış, kitabın özetlenmiş hali Yeşil Yayınları tarafından Türkçe’ye çevrilerek yayınlanmıştır.
[8] (Sahih-i Müslim -Arapça Metin-, c. 2, s. 119, Sünen-i Beyhakî, c. 8, s. 157)
[9] (Sahih-i Müslim, c. 2, s. 122, Sünen-i Beyhakî, c. 8, s. 159)
[10] (Sahih-i Müslim, c. 2, s. 119, Sünen-i Beyhakî, c. 8, s. 158)
[11] (Sünen-i Beyhakî, c. 8, s. 159)
[12] (AGE)