.
.
Ehlader Araştırma Bölümü
Mutasavvıf adıyla tanınan insanların hemen hemen tümünün buluştuğu ortak nokta ‘kutup’ inancıdır. Tasavvuf ehline göre tüm zamanlarda mutlaka bir ‘kutup’ vardır ve bu kutbu bulup ona sorgusuz sualsiz mutlak bir şekilde teslim olmak ise diğer insanların görevidir. Bu inanca göre kutup, kâmil insandır ve bu nedenle diğer insanlar onun karşısında itirazsız bir şekilde teslim olmalıdırlar. Aslında benzetmek gerekirse kutupluk makamının tasavvuftaki konumu bizdeki masum imamların (a.s) konumu gibidir.
Kutup inancının kökleri diğer bir inanca dayanıyor. Bu inanca göre manevî konular ve Allah’a giden yollar gizli bilgiler olarak sadece belirli sayılı insanlara verilmiştir ve insanların geneline kapalı tutulmuştur. Tasavvuf ehline göre Allah Resulü (s.a.a) ve On iki İmamların (a.s) bir bölümü, örneğin Hz. Ali (a.s) ve Hz. Rıza (a.s) bu bilgileri, ancak bu önemli bilgileri taşıyıp koruyabilecek kapasiteye sahip seçkin insanlara öğretmişlerdir ve bu özel bilgiler nesilden nesle aktarılarak günümüze kadar ulaşmıştır. Bu inanca göre bütün zamanlarda bu bilgileri koruyup da bu bilgiler esasınca insanlara yön verenler ‘kutup’ olarak adlandırılır.
Bu düşünce esasınca seyr u sülûk ve Allah’a giden yolla ilgili bilgiler gizli bilgilerdir ve bilinen sünnette açıklanmamıştır. Bu düşünceye sahip insanlar bu bilgilerin ‘kutup’ diye bildiğimiz insanlara verildiğini ve bu bilgilerin bir kutuptan diğer bir kutba intikal ettiğini düşünüyorlar. Buna göre manevî ve irfânî konularda ilerlemek isteyenlerin kutba başvurmaktan başka bir seçeneği yoktur ve Allah’a giden yolu diğer kapılarda arayanlar mutlaka ve mutlaka şaşkınlık ve perişanlıktan başka bir şey bulamazlar.
Seyr u sülûk ve manevî konularla ilgili bilgilerin kitap ve sünnette yer almadığı inancı tasavvuf ehlinin şeriat ve tarikat ayırımı inancında gizlidir. Tasavvuf ehline göre İslam’da şeriat ve tarikat adıyla iki farklı alan vardır. Şeriat denilen şey bildiğimiz helal haram hükümlerdir, farz, sünnet hükümlerdir. Bunun detayını insanlar ‘ilmihal’ diye bilinen kitaplarda bulabilirler. Tasavvuf ehlinin tabiriyle şeriat dinin kabuğudur; ancak tarikat dinin özü ve içidir. Bu ise bir gizli bilgi olarak sır sahibi insanların nezdindedir ve genel insanlara açık bırakılmamıştır.
Şeriat ve tarikatın bağlantısı konusuna gelince burada tasavvuf ehlinin tümü aynı görüşe sahip değildir. Tasavvuf ehlinin bir bölümü şeriatın esas alınması gerektiğini ve tarikatın bir ek hükmünde olduğunu düşünüyorlar. Bu düşünceye göre şeriatın tüm hükümleri tüm aşamalarda korunmalıdır; ancak bunun yanı sıra tarikat adındaki birtakım adap ve ameller de yerine getirilmelidir. Zira aksi halde dinin kabuğunda takılıp kalırız ve hiçbir zaman dinin özüne ulaşamayız. Bu düşüncenin karşısında tasavvuf ehlinin diğer bir bölümü şeriat ve tarikat ayırımı inancına ek olarak şeriatı tarikata varmak için bir ön hazırlık olarak görüyorlar. Bu inanca göre şeriat, tarikatın giriş kapısıdır ve insanlar şeriata uymak suretiyle tarikata girmeye hak kazanırlar. Ancak şeriat aşaması sonrasında ve tarikat aşamasına girdikten sonra artık şeriat kurallarına bağlılık zorunluluğu kalkıyor. Diğer bir deyimle yüce Allah şeriat kurallarını insanların rabbanî nurları alacak aşamaya gelmeleri için bir basamak olarak tanımlamıştır ve bu basamağı geride bırakıp da rabbanî nurları alacak kapasiteye sahip olanlar artık geriye dönüp şeriata uymak zorunda değildirler.[1] Bu düşünceye sahip olanlar ibadetleri bile buna dâhil ediyorlar ve örneğin tarikat aşamasına girmiş olan birisinin dilerse namaz bile kılmayabildiğini açıkça söylüyorlar. Bu grupta yer alan tasavvufçular, birtakım ayet ve hadisleri bu düşünceye delil gösteriyorlar. Örneğin delil gösterilen ayetlerden birisi aşağıdaki ayet-i kerimedir:
وَاعْبُدْ رَبَّكَ حَتّى يَأْتِيَكَ الْيَقِين
“Ve sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine ibadet et.”[2]
Bu tasavvufçular ayet-i kerimeyi şöyle açıklıyorlar: Yüce Allah bu ayet-i kerimede peygamber efendimize (s.a.a) yakîn makamına varana dek ibadet etmesini emretmiştir ve bunun anlamı yakîn aşamasına gelindikten sonra artık ibadetlerin gereksiz olmasıdır. Ayet-i kerimede ‘hatta’ kelimesi kullanılmıştır ve bu kelime Arap dilinde bir işin sonunu göstermek için kullanılıyor. Bu nedenle ayetin anlamı, yakîn aşamasına varıncaya dek ibadetin zorunlu olmasıdır. Yani yakîn aşamasına varmış olan insanlar için artık ibadet ve namaz zorunluluğu kalkıyor.
Ancak bu zatların gözden kaçırdığı nokta tefsir kitaplarında da açıklandığı üzere ayet-i kerimedeki ‘yakîn’ sözcüğünün ‘ölüm’ anlamında olmasıdır. Aynı kelime Muddessir Suresinde ölüm anlamında kullanılmıştır. Kıyamet gününde cennet ehli insanlar, cehennemlik insanlara “ne yaptınız da cehennemlik oldunuz?” diye sorduklarında cehennemlikler şöyle diyeceklerdir:
لَمْ نَكُ مِنَ الْمُصَلِّينَ ! وَلَمْ نَكُ نُطْعِمُ الْمِسْكِينَ ! وَكُنّا نَخُوضُ مَعَ الْخائِضِينَ ! وَكُنّا نُكَذِّبُ بِيَوْمِ الدِّينِ ! حَتّى أَتانَا الْيَقِين
“Onlar şöyle cevap verirler: Biz namaz kılanlardan değildik, Yoksula yedirmezdik, (Batıla) dalanlarla birlikte biz de dalardık, Ceza gününü de yalan sayıyorduk, sonunda bize ölüm geldi çattı.”[3]
Ayrıca Resulullah’ın (s.a.a) hayat tarzı bu düşüncenin yanlış olduğunu anlatmak için yeterlidir. Kim Peygamber efendimizden (s.a.a) daha üstün bir manevî makama sahip olduğunu, daha üstün bir yakîn aşamasında olduğu söyleyebilir. Peygamber efendimiz (s.a.a) yakîn aşamasının en üst aşamasındadır ve diğer insanalar ne kadar yücelirlerse de o yüce zatın tozuna bile yetişemezler. Ancak buna rağmen Peygamber efendimiz (s.a.a) hayatının son anına kadar namaz ve ibadetini zerre kadar aksatmadı. Resulullah’ın (s.a.a) hayat tarzı bu şekildeyken acaba Peygamber efendimizi (s.a.a) önder bildiğimizi söyleyip de “yakîn aşamasına vardık” bahanesiyle ibadetleri bir kenara bırakabilir miyiz?
Gerçek şu ki bu tür düşünceler şeytanın insana aktarmış olduğu düşüncelerdir ve bu düşünceler gerçekte şeytanın birer tuzağıdır. Dolayısıyla yanlış olduğu konusunda zerre kadar tereddüt etmemeliyiz. İslam’da hiçbir zaman biri ‘şeriat’ diğeri ‘tarikat’ olmak üzere iki farklı program yoktu. İslam tümüyle bir programdır ve bu programın amacı insanları yüceltip kemalin en üst aşamalarına ve ‘kurb-i ilahi’ye vardırmaktır. Hiç kuşkusuz Kur’an’a ve elimizdeki sünnet öğretilerine titizlikle uyan insanlar kesinlikle marifetullahın üst aşamalarına, ‘kurb-i ilahi’nin üst aşamalarına ve insanın kemal haline ulaşırlar.[4] İslam dini marifetullah ve Allah bilincini her şeyin üstünde tuttuğu gibi insanların bu değeri nasıl elde edebileceğini de cömertçe açıklamıştır ve bu yönde herhangi bir cimrilik yapmamıştır. İslam dini insanların bu değere varmak için ihtiyaç duyduğu tüm araçları insanlara sunmuştur ve önemli konular üzerinde vurgu yaparak daha önemli olduklarını anlatmaya çalışmıştır. Önceki bölümlerde bu konuyu yeterli kadar açıkladık.
İslamî emirler ve insanın kemali için tasarlanmış olan yol, hiç kimsenin tapulu malı değildir ve tüm insanların anlayıp da kullanabileceği şekilde tasarlanmıştır. Evet, İslam dininin ayrıcalıklı yönlerinden birisi bu programların, tüm insanların kendi kapasitesince, kendi bilgisi ve kendi çabasınca yararlanabileceği şekilde tasarlanmış olmasıdır. Bunu söylerken ancak seçkin insanların anlayabildiği konuların varlığını inkâr etmiyoruz; ancak bu, seyr u sülûk yolunun ancak belirli insanlara açık olduğu anlamında değildir. Aksine yüce Allah bu yolu tüm insanlara açmıştır ve bu yönde herhangi bir cimrilik yapmamıştır. Diğer bir deyimle yolun başındaki sâlikler için anlaşılması zor veya imkânsız birtakım konular olabilir ve sâlik, bu hakikatleri ancak belirli bir aşamaya geldikten sonra kavrayabilir; ama bu hakikatlere varmanın yolu her zaman tüm insanlara açıktır ve bu yolda ilerleyenlerin tümü bu hakikatlere ulaşabilir.
Tasavvuf ehlinin kâmil insan olarak gördüğü ve tüm zamanlarda var olduğuna inandığı ‘kutup’ inancına gelince, bu inanç Şia’nın inancıyla uyuşmuyor. Evet, bir anlamda tüm zamanlarda mutlaka bir insan-ı kâmil olduğunu biz de söylüyoruz ancak bu kutup ve kâmil insan, Masum İmam’dan (a.s) başkası değildir. Buna göre şu an içinde olduğumuz zaman diliminde de bir kutup vardır ve bu kutup Hz. Mehdi’den (a.s) başkası değildir.
Şii öğretileri, bütün zamanlarda masum imam (a.s) dışında başka bir hatasız ve masum kişinin var olduğunu, bu kişinin aynen masum imam (a.s) gibi eksiklik ve kusurlardan beri olduğunu ve aynen masum imam (a.s) gibi ona da uyulması gerektiğini kesin bir dille yalanlıyor. Ayrıca tasavvuf ehli içinde kutbun masum imamla (a.s) birleştiğine inananlar da vardır. Yani asrın imamı olarak onların inancında yer alan kişi belirli bir kişi değildir ve asrın imamı her zamanın kutupta tecelli ediyor ve kutbun vücuduyla insanlara sesleniyor. Örneğin Gonabadî ve Şeyhiyye tarikatlarının kitaplarında bu tür düşünceleri anımsatan yazılara az çok rastlayabiliyoruz.
Ancak Şia’ya göre bu tür düşünceler kesinlikle bâtıldır ve Şia kitaplarında bu tür düşüncelere kesinlikle rastlayamazsınız. Kutup denilen kişi kâmil insansa, bu kişi masum imamdan (a.s) başkası olamaz ve içinde yaşadığımız zaman diliminde yaşayan tek masum imam (a.s) İmam Mehdi’dir (a.s). Biz, Şia olarak, masum imam (a.s) dışında kâmil bir insanın varlığının zorunlu olduğuna inanmıyoruz. Bu konu esası itibariyle delilsiz ve mesnetsiz bir inançtır. Dolayısıyla bu inancın getirdiği inançlar örneğin kutupluğun bir kutuptan diğer bir kutba geçmesi ve kutup inancıyla ilgili diğer inançlar kesinlikle bizim kabul edebileceğimiz inançlar değildir. Şia’ya göre bu tür inançlar temelsiz olmakla kalmayıp kesin delillere de aykırıdır. Şia inancına göre hiç kimse masum imamların (a.s) sahip olduğu ismet makamına varamaz.[5] Allah’a giden yolda ilerleyenler ne kadar ilerleseler de ne kadar yücelseler de nihayetinde masum imamın (a.s) birer misafiridirler ve elde ettikleri tüm manevî nimetleri masum imamın (a.s) aracılığıyla ve onun elinden alıyorlar.[6] İşte bu nedenle biz masum imam (a.s) dışında peşinde gidilmesi zorunlu olan başka hiç kimseyi tanımıyoruz.
Seyr u Sülûk ve Üstat Meselesi Üzerine
İrfan ve seyr u sülûk konusunda karşılaştığımız sorulardan birisi üstat ve mürşit konusudur. Soru şudur: Acaba Allah’a giden yolu insanın kendisi şeriat kurallarına titizlikle uyarak gidebilir mi yoksa illa da bu yolu bir üstat ve yoldaki sıkıntıları bilen bir büyükle mi gitmelidir? Bu sorunun içinden çıkan diğer bir soru ise şudur: Acaba seyr u sülûkun aşamalarını, detaylarını ve ilgili konularını illa da önceden bir kitap ve benzeri bir kaynaktan öğrenmeli miyiz yoksa bu yola adım atmadan önce bu konuları bilmemize gerek yoktur ve takvalı olmakla yetinip kitap ve sünnette açıklanmış olan bilgilere uyarsak hedefe ulaşabilir miyiz?
Bu sorunun cevabına varmak için her şeyden önce ahlakî sıkıntılardan kurtulmak ve manevî olarak yükselmenin, fizikî tedaviye ve bildiğimiz fizikî hastalıklardan kurtulmaya benzediğini söylemeliyiz. Tedavi gerektiren herhangi bir hastalığa yakalanan insanlar doğal olarak tabibe başvuruyorlar. Özellikle bu hastalık öldürücü bir hastalıksa ve hastanın da tanıdığı uzman bir tabip varsa bu durumda hasta hiç tereddüt etmeden ve hiç vakit kaybetmeden bu tabibe başvurur. Tabip ise hastayı muayene ettikten sonra gerekli ilaç ve yiyecek tavsiyesinde bulunur ve hasta da bu tavsiyelere uyarak belli bir süre sonra sağlığına kavuşur. Toplumun içinde insanların ulaşabileceği bir tabip varsa insanların doğal olarak yaptığı iş budur. Özellikle günümüzde türlü uzmanlık dallarında tabiplerin ulaşılabilir olması insanların bu davranışını daha da belirgin bir şekilde gösteriyor.
Ancak iki yüz yıl önce durum çok farklıydı. Bu dönemde hekim olarak bilinen insanların sayısı çok azdı ve bazı durumlarda bir şehirde ancak bir veya iki tabip bulunuyordu. Ayrıca bugün gördüğümüz uzmanlık dallarının hiçbiri yoktu ve bir tabip sinir hastalıklarından tutun da sindirim hastalıklarına kadar, göz hastalıklarından tutun da kalp hastalıklarına kadar tüm hastalıklara bakıyordu. İşte bu nedenle bu dönemde yaşayan insanların her biri kendi başına küçük bir hekimdi ve insanlar daha çok kendi tecrübelerine veya büyüklerin tecrübelerine dayanarak tedavi yolunu tutuyorlardı. Bazı durumlarda ise konuyla ilgili kitaplar insanların derdine deva oluyordu.
Fiziki tedavi ile ilgili söylediklerimizin bir benzeri profesyonel spor dallarında da geçerlidir. Geçmişte şimdiki gibi sporcu yetiştiren antrenörler yoktu ve spor konusuna bilimsel bir yaklaşım da olmadığı için doğal olarak sporcuları bilimsel kurallarla yetiştirecek bir çalıştırıcı bulunmazdı. Spor dallarıyla ilerlemek isteyenler daha çok önceki sporcuların kişisel tecrübeleriyle, kendi şahsi tecrübeleriyle ve kısaca kendi çabalarıyla ilerlemek zorundalardı. Bu tür çalışmalar, bilimsel kurallar çerçevesinde yapılmadığı için ve uzman antrenörler denetiminde gerçekleşmediği için de doğal olarak sporcular için tehlikeli sonuçlar doğurabiliyordu. Ancak günümüzde artık sporcular tecrübeli antrenörler denetimi altında bilimsel veriler göz önünde bulundurularak antrenman yapıyor.
Sözün kısası manevî konular da aşağı yukarı aynı akışa sahiptir. Manevî olarak ilerlemek isteyenler bu alanda daha önce emek harcayıp da yüksek yerlere varmış olan insanların tecrübelerinden yararlanmak suretiyle ve bu insanların denetimine girerek aşamalı bir şekilde manevî basamakları birbiri ardına geride bırakabilirler. Kemal basamaklarını geride bırakmış olan yüce zatlar sahip oldukları tecrübe sayesinde kendilerine başvuran gönüllünün sahip olduğu eksiklikleri ve önemine göre güçlendirilmesi gereken yönlerini önceden bilebiliyorlar. Böyle bir insanın denetiminde ilerleyen kişiler düzenli bir programla Allah’a giden yolda başarılı bir şekilde ilerleyebiliyorlar. Böyle bir insana başvurma imkânına sahip olan kişi için aklın hükmettiği şey kesinlikle bu insandan yardım almak ve onun denetimi altına girmektir.[7]
Ancak gerçek şu ki böyle birisini kolay kolay bulamayız. Seyr u sülûk ve Allah bilincinin üst aşamalarına varmış olan her yönüyle güvenilir bu tür insanlara varmak kolay değildir. Ayrıca esasen bu tür insanların sayı olarak her zaman az olması ve gösterişten uzak durmaları bu insanlara ulaşmayı daha da zorlaştırıyor. Âriflik taslayan insanların sayısı az değildir; ancak kendisi karanlıklar içinde olmayan ve insanları karanlıklara sürüklemeyen insanların sayısı çok azdır. Daha zor olan ise bu insanlara ulaşmaktır. Ancak insanın elinden tutacak olan kişilerin az olması ve bu insanlara ulaşmanın sıkıntıları kesinlikle şeytanın eline bahane vermemelidir ve bizi Allah’a giden yoldan alıkoymamalıdır. Muteber ahlaki ve irfânî kitaplara başvurmak ve bu kitaplardaki büyük üstatların uygulamalı desturlarını gözden geçirmek, aynı şekilde büyük âriflerin bu yolda ilerlemek isteyenlere hitaben yazmış olduğu mektupları okumak çok yardımcı ve yol açıcı olacaktır.[8]
Merhum Molla Hüseyinguli Hemedanî[9], merhum Şeyh Muhammed
Baharî[10] ve merhum Seyyid Ahmed Kerbelaî[11] başvurabileceğimiz büyük zatlardır. Ayrıca Tezkiretu’l- Muttakîn[12] veya Zadu’s- Sâlik gibi kitaplarda merhum Şehid Sanî, Birinci Meclisî ve merhum Feyiz’den birtakım uygulamalı talimatlar nakledilmiştir. Ahlakî kitaplar konusunda ise örneğin Miracu’s- Saade, Mahaccatu’l- Bayza, Hakayık ve Camiu’s- Saadat gibi kitaplar örnek gösterilebilir. Bu kitaplara başvurmak bir hastanın, iyileşmek için bir tıp kitabına başvurmasına benzer veya antrenörü olmadığı için sporla ilgili kitaplardaki bilgiler ışığında kendisini geliştirmeğe çalışan bir sporcunun yaptığına benzer. İnsanlar, tabip veya çalıştırıcı olmadığı yerde bu ihtiyaçlarını, konuyla ilgili yazılar ve kitaplardan karşılamaya çalıştıkları gibi manevî konularda ve seyr ü sülûk konusunda da güvenilir bir üstat olmadığı zaman aynı şekilde konuyla ilgili yazılar ve kitaplara başvurulabilir ve bu ihtiyacı bu yolla giderilmeye çalışabilirler.[13]
Ayrıca irfânın ilk aşamalarında insanın yaşayabileceği yanlışlık ve sapmalar çok ciddi ve yıkıcı değildir. Dolayısıyla bu aşamalarda illa da bir üstadın denetimine girmek gerekmiyor. Üstat ihtiyacı daha çok üst aşamalar içindir. Bu aşamalardaki yanlışlar çok tehlikeli olabiliyor ve insanı kâfirliğe kadar bile sürükleyebiliyor.
İrfanın belirli aşamalarında sâlikin yanlış yapması bu aşamaya kadar tüm kazandıklarını kaybetmesine mal olabilir. Bu aşamalarda bu tür tehlikeli ve hassas durumlardan ötürü güvenilir bilgin bir üstadın varlığı çok önemlidir. Sâlikin bu aşamalarda yaşayacağı düşüşler daha çok bir dağın yüksek bölgelerinden düşmeğe benzer. Yüksek bir dağdan düşen insanın vücudu ve kafası paramparça olabilir. Ancak bir iki metre yükseğe tırmanmış olan birisi buradan düşerse alacağı darbe belki de çok basit çiziklerle sınırlı olacaktır ve bu şahıs hiç beklemeden kalkıp yeniden yoluna devam edebilir. Doğal olarak daha çok tırmananların düşüşü daha büyük yaraları da beraberinde getirecektir. Seyr u sülûk konusunda da aynı kural geçerlidir.
Seyr u sülûk ve irfân yolda daha ileride olanların durumu geridekilere göre daha hassastır ve bazı durumlarda hayati biçimde bir üstadın yardımına ihtiyaç duyabilirler. Ancak seyr u sülûkun ilk aşamalarında durum çok hassas değildir ve sâlik kimseden yardım almadan kendi başına bile bu yolda ilerleyebilir. Bu aşamalardaki sâlik herhangi bir yanlış yaparsa bunu hızlı ve kolay bir şekilde telafi edebilir.
Ayrıca irfânın ilk adımlarında gizli saklı bir konu da yoktur zaten ve seyr u sülûkun ilk aşamalarını hemen hemen herkes biliyor. İrfanla ilgili birkaç sayfa okumuş olanlar bile irfânın ilk aşamasının farzları yerine getirmek ve haramlardan uzak durmak olduğunu, yani kısaca haramlardan sakınmak olduğunu bilir. İkinci aşama ise olabildiğince mekruhlardan sakınmak ve sünnetlere uymaktır. Yani sâlik, elinden geldiğince müstehap ve sünnet amelleri yerine getirip mekruh işlerden uzak durmalıdır.
Esasen seyr u sülûkun ilk aşamaları pek karışık aşamalar değildir ve bu nedenle bu aşamalarla ilgili farklı tasavvuf akımları arasında ihtilaf ve görüş ayrılığı da yaşanmamıştır. Örneğin seyr u sülûk konusunda başarıya ulaşmak için önemli olan faktörlerden birisinin kalbi zikir ve kalben Allah’ı anmak olduğu gerçeği tüm tasavvuf akımlarının onayladığı bir gerçektir.
Yüce Allah’ın seyr u sülûkun ilk aşamaları geride bırakıp da bu yolun hassas bölgelerine adım atmış olan sâliklerin elinden tutmaması ve bu insanları, onlara yardım edecek birilerine kavuşturmaması Allah’ın lütfuna yakışmaz. Ancak daha bu yolun başındaki birisi neden yüksek seviyede bir üstat arasın? Bu adama sorulmalıdır; acaba bildikleriyle amel etmiş midir de yeni talimatlar ve yeni bilgiler arıyor? Hakikaten kendimize sormalıyız; bildiklerimizin yüzde kaçıyla amel etmişiz de yeni şeyler peşindeyiz?
Çoğu insan Hz. Mehdi’yi (a.s) görüp de seyr u sülûk için talimat almak istiyor; oysa farzlar ve haramlar konusunda bile hala kendisini düzeltmiş değildir. On iki İmamların (a.s) tümü, istisnasız bir şekilde, namazların vaktinde kılınması konusuna tavsiyeleriyle ve hayat tarzlarıyla yaşayarak büyük önem göstermişlerdir. Kendimize sormalıyız; Acaba irfânî konulara bunca büyük bir iştahla yaklaşırken şu basit ve aynı zamanda çok etkili talimata ne kadar uymuşuz? On iki İmamların (a.s) tamamı farzlar ve haramlar konusuna büyük bir hassasiyetle yaklaşmışlardır. Acaba hangimiz bu talimata uymuşuz da bir yere varmamışız? Şu bildiklerimize uymadığımız yerde Hz. Mehdi’den (a.s) yeni ne öğrenmek istiyoruz? Hz. Mehdi’yi (a.s) görme arzusu ve üstat bulma isteği bizi bunca önemli amellerden alıkoyan birer heves olabilir mi acaba?
Kısaca seyr u sülûk ve manevî makamlar konusunda, tecrübi ilimlerde olduğu gibi insanlara yol gösterecek, onların elinden tutup yanlışlarını ve tehlikeleri önceden bildirecek, bu yolu iyi bilen birtakım insanların var olduğu kesindir. Tıpta, matematikte, fıkıhta ve diğer ilimlerde bu ilimlerde ilerlemek isteyenlerin elinden tutacak birtakım üstatlar vardır ve bu ilimlerde ilerlemek isteyenler olabildiğince en iyi üstadı bulup bu üstattan yararlanmalıdırlar. Aynı kural irfân için de geçerlidir ve seçkin bir üstattan yararlanmak irfân yolunda ilerlemek isteyenler için çok büyük yol açıcı olacaktır. Nefis terbiyesi bir fendir ve diğer fenlerde olduğu gibi burada da bu yolun inişini çıkışını, acısını tatlısını yaşamış olanlar yeni başlayanların elinden tutup da bu yolun inceliklerini onlara öğretebilirler. Özellikle bir üstat, ruhi ihata ve egemenliğin belirli aşamalarına ulaşmışsa kendisine başvuran sâlikin ruhundaki eksiklikleri görüp de ona bu eksikliklerin giderilmesi yönünde daha etkin bir şekilde yardımcı olabilir. Ancak acı gerçek şu ki bu yolda ilerlemiş olup da diğer insanların elinden tutabilecek kişilerin sayısı çok ama çok azdır ve bu tehlikeli yolda insanın güvenip de sırtını dayayabileceği kişiler çok ama çok azdır.
Burada söylemek istediğimiz son konu ise yüce manevî makamlara varmış olmanın kesinlikle kişinin masum olduğu ve hata yapmaz bir aşamaya geldiği anlamında olmadığıdır. Bunun en büyü kanıtı ise tüm dönemlerde ahlak ve seyr u sülûk üstatlarının az çok ihtilaflar yaşamasıdır. Bu üstatların birçoğunun takva ve ihlasında zerre kadar tereddüt etmediğimiz halde yine de tüm bu üstatların aynı yöntemi benimsemediğini ve zaman zaman birbirini yanlış gördüğü bile görülmüştür. İşte bu ise masum imamlar (a.s) dışındaki insanların her ne kadar yüce manevî makamlara varmış olsalar da tüm maddî ve manevî konularda yanlış yapamaz olmadıklarını gösteriyor. Bu nedenle tüm irfânî akımlarda az veya çok sapmalar ve yanlışlar görülüyor ve hiçbir grup için “yüzde yüz hak üzeredir ve tüm fikrî ve amelî sapmalardan beridir” diyemeyiz.
Fıtrî Ama Ulaşılması Zor
Elinizdeki kitabın farklı bölümlerinde ve özellikle birinci bölümde defalarca insandaki irfânî eğilimin fıtrî bir eğilim olduğunu dile getirdik. Ayrıca İslamî öğretilerin, insanı, irfânın zirvesine yani bâtınî bir ilahî şühûda vardıracak şekilde tasarlandığını söyledik. Bunun anlamı İslamî hükümlerin fıtrata uygun olması ve insanı, sahip olduğu en yüce fıtrî eğilimlerinden birisi yani irfânî eğilimin üst zirvelerine vardırmasıdır. Burada insanın aklına şöyle bir soru gelebilir: İnsandaki irfânî eğilim fıtrîyse peki denen bu yolda ilerlemek bunca zordur ve çok az sayıda insan bu yolun ileri aşamalarına ulaşabiliyor? İslamî hükümler fıtrata uygunsa peki neden bu hükümlere uymak kolay değildir ve çoğu zaman nefisle mücadele yapmayı ve sıkıntılar yaşamayı gerektiriyor? İnsanın fıtratına uygun olan işlerin daha da kolay olması gerekmiyor mu?
Bu sorunun cevabı olarak şöyle diyebiliriz: Evet, insandaki irfânî eğilim, fıtrî bir eğilimdir; ancak iki özelliğe sahip olması bu eğilimin ortaya çıkmasını ve gelişmesini önlüyor.
Birinci özellik, bu eğilimin değeri ve konumuyla ilgilidir. Şöyle ki doğal olarak az bulunan ve değerli olan şeylere ulaşmak da bir o kadar kolay değildir ve daha az bulunan şeyleri elde etmek daha zordur. Ulaşılması kolay, ucuz şeylere varmak doğal olarak kolaydır ve az bir çabayla elde edilebiliyor. Ancak ulaşmak istediğiniz şey bir gevher ise bu gevherin az bulunuyor olmasının kendisi cevherin değerini artıracaktır ve değeri arttıkça da ona ulaşmak bir o kadar zorlaşacaktır. Bu kural, genel bir kuraldır ve aranan şeyin fıtrî olup olmaması bunu değiştirmez. Bu nedenle her ne kadar insandaki irfânî eğilim, fıtrî olsa da bu eğilimin peşinde olduğu şeyin yani huzûrî Allah bilincinin çok değerli ve az bulunur olması irfânî eğilimin filizlenmesini ve kemale varmasını zorlaştırıyor. Aşağıdaki örnek bunun anlaşılmasını kolaylaştırabilir.
Örneğin insanın yemeğe meyletmesi fıtrî bir eğilimdir. Ancak insan açlığını bir parça ekmekle de giderebilir, çok az bulunan bir kuşu avlayıp da bu avın etiyle de açlığını giderebilir. Burada soruyoruz: Acaba açlığı gidermek için seçilebilen bu iki yolun sıkıntı ve zorlukları aynı mıdır? Doğal olarak insanın, açlığını gidermek için seçeceği yemek ne kadar lezzetliyse bu yemeğe ulaşmak da bir o kadar zordur ve bu da insandaki açlık içgüdüsünün fıtrî olmasından bağımsızdır. Aynı şekilde insandaki servete ulaşmak içgüdüsü fıtrîdir; ancak elmas taşına ulaşmak kolay değildir ve bir parça elmas bulabilmek için yerin metrelerce altına gidip belki de yüzbinlerce ton taşı yerinden oynatmak gerekiyor. Evet, tavus kuşunu yakından görmek isteyen, Hindistan’a kadar gitmeyi de göze almalıdır. Aynı şekilde insanî kemallerin zirvesine varıp da Allah’ı huzûrî bir şekilde müşahede etmek isteyen kişi bu değerli cevherin ucuz olmadığını ve kendine yakışır bir bedel gerektirdiğini iyi bilmelidir.
Bu yolu çetinleştiren ikinci özellik ise irfânî eğilimlerin kendi kendiliğine filizlenmemesi ve kendi kendine ortaya çıkmamasıdır. Kitabın birinci bölümünde insandaki fıtrî eğilimlerin “kendi kendine gelişen” ve “kendi kendine gelişmeyen” iki farklı türe sahip olduğunu dile getirdik. Kendi kendine gelişen eğilimler insanın herhangi bir çaba göstermesine gerek kalmaksızın kendi kendine gelişip de zamanla kemalini tamamlayan eğilimlerdir. İnsanlar doğal bir vaka olarak kendi kendine gelişen bu eğilimleri doyurmak baskısını hissediyorlar. Örneğin cinsel eğilim bunun bir örneğidir. Tüm insanlar hayatlarının belirli bir döneminde bu eğilimin ilk belirtilerini hissederler ve zamanla şiddetlendiğini görürler. Bu eğilimin insanda yarattığı baskı insanları bu eğilimi doyurmaya itiyor. Açlık içgüdüsü de aynı şekildedir. İnsan doğduğu andan itibaren birtakım fizyolojik etkenler sebebiyle açlık içgüdüsünün harekete geçtiğini hisseder ve bu içgüdüyü doyurmanın yolunu tutar. İnsandaki birçok doğal içgüdüler ve eğilimler bu türdendir ancak insanda var olan birtakım içgüdüler fıtrî olmalarına rağmen kendi kendiliğine ortaya çıkmazlar ve ortaya çıkıp gelişmeleri, kişinin çabasına bağlıdır. İnsandaki bu tür eğilimler, kendi kendiliğine insanı baskı altında bırakan türden eğilimler değildir ve insanlar tabii süreç çerçevesinde kendilerini bu eğilimleri doyurmak zorunda hissetmezler. Bu tür fıtrî eğilimleri “kendi kendine gelişmeyen eğilimler” olarak adlandırıyoruz. Örneğin insanın bilgi edinmek ve öğrenme içgüdüsü bunun bir örneğidir. İnsan, doğal olarak bir şeyleri merak eder ve öğrenmek ister. Bu nedenle çocuklar konuşmayı öğrenir öğrenmez türlü sorular sormaya başlıyorlar ve etraflarında olup bitenleri öğrenmek istiyorlar. Bu nedenle insandaki bilgi edinme içgüdüsü fıtrîdir; ancak acaba bu fıtrî eğilim insanın kendi çabası olmaksızın gelişip ilerleyebilir mi? Kesinlikle böyle değildir. İlmi zirveleri fetheden bilgin ve âlim insanlar bu aşamalara varmak için nice zorluklara katlanıyorlar, nice geceler uykusuz kalıyorlar, nice sıkıntılara göğüz geriyorlar. Kendini sıkıntılar deryasına bırakmaksızın, rahatlıklar ve afiyet içinde, kolaylıkla ilim zirvelerine varılabilir mi hiç? Bu eğilimin fıtrî olması kesinlikle kolay olduğu anlamında değildir.
İnsandaki irfân eğilimi de bu türdendir. Bu eğilim her ne kadar fıtrî ise de filizlenmek için ve gelişmek için kişinin çaba göstermesini gerektiriyor. İnsandaki bu eğilim ilk başta sönük ve gizli olsa da kişinin çabalarıyla kendini gösteriyor ve gelişmenin yolunu tutuyor. Ancak filizlenme sonrasındaki aşamalarda da yine kendi kendine gelişmiyor ve kişinin gece gündüz demeden çaba göstermesini gerektiriyor.
و آخر دعوانا ان الحمد لّٰله رب العالمین [14]
* * *
[1] İmam Humeyni konuyla ilgili olarak şöyle buyuruyor: Şunu bilesin ki ilahî marifetle ilgili hiçbir yol şeriatın zahiriyle başlamaksızın gidilmez ve insan şeriatın kurallarına uymadıkça hiçbir güzel ahlaka ulaşamaz. İlahî nur hiçbir zaman böyle olmayan bir insanın kalbine yansıyamaz ve bâtın ilmi ve şeriatın sırları bu insana kesinlikle açılmaz. Ayrıca hakikat kapısı insana açıldıktan sonra ve ilahî marifet nuru bu insanın kalbine yansıdıktan sonra yine de şeriat kurallarına bağlı kalmalıdır. Bu sebeple “zâhiri bırakmakla bâtına ulaşılır” veya “bâtına ulaştıktan sonra zâhiri bırak” diyenlerin düşüncesi bâtıldır. Bu düşünce onların ibadet makamlarına ve insaniyetin aşamalarına olan bilgisizliğinden kaynaklanıyor. (Kırk Hadis, sayfa: 8)
[2] Hicr, 99.
[3] Muddessir, 43 – 47.
[4] Büyük ârif merhum Ayetullah Şeyh Muhammed Cevad Ensarî Hemedanî konuyla ilgili olarak şöyle buyuruyor: Ne varsa şeriatta var. İrfan ve seyr u sülûk, son aşamasına kadar, yani fenafillaha kadar On iki İmamların (a.s) buyruklarında, hadislerde ve Kur’anda açıklanmıştır. (Sukhte, sayfa: 78)
Büyük ârif merhum Ahunt Molla Hüseyinguli Hemedanî konuyla ilgili olarak şöyle buyuruyor: Değerli din kardeşlerim şunu bilmelidir ki bütün hal ve hareketlerimizde, bütün an ve saatlerimizde şeriat kurallarına bağlı olmaksızın yüce Allah’ın yakınlığını kazanmak imkansızdır ve insanların kendilerinden çıkarmış olduğu hurafelere uymak, örneğin tasavvuf ehli cahil insanların yaptıklarına uymak insana pişmanlıktan başka bir şey kazandırmaz. Bıyığını kesmeyip de et yemeyen insanlar on iki imamların (a.s) masum olduğuna inansalar bile her adımda ancak ve ancak Allah’tan uzaklaştıklarını bilmelidirler. Aynı şekilde masum zatlardan elimize ulaşmış olan zikirler dışında birtakım zikirler takınanlar. Dolayısıyla şeriata öncelik tanınmalıdır ve şeriatta olana uyulmalıdır. (Tezkiretu’l Muttakîn, sayfa: 177)
[5] Nehcul Belaga kitabında Hz Ali’den (a.s) nakledilen hutbede bu gerçek çok açık bir şekilde ifade edilmiştir. Hz Ali (a.s) bu hutbenin bir bölümünde şöyle buyuruyor: Onlar ( Ehlibeyt ) (a.s) ilahî sırların taşıyıcılarıdırlar, ilahî emrin koruyucularıdırlar, ilahî ilmin yuvalarıdırlar, ilahî hükmün adresidirler, ilahî kitapların korunağıdırlar ve ilahî dinin dağlarıdırlar. … bu ümmetin içinde hiç kimse onlarla kıyaslanamaz ve onların pınarından su içen hiç kimse onlarla kıyaslanamaz. Onlar dinin temelidirler ve yakînin direğidirler. İleri gidenler onlara dönmelidir ve geride kalanlar onlara varmalıdır. Velayet hakkını taşıyacak özellikler ancak onlarda vardır ve peygamberin (a.s) vasileri ve varisleri onlardan başkası değildir. (Nehcü’l- Belaga, 2’nci Hutbe)
[6] Hüccetu’l- İslam Murtaza Aga Tehranî’nin arkadaşlarından birisi değerli büyük bir zatın şöyle anlattığını naklediyor: Ayetullah Hüseyinguli Hemedanî’yi rüyamda gördüm. Kendisine “acaba üstadımız Seyyid Ali Gazi Tabatabaî kamil bir insan mıdır?” diye sordum. Şöyle buyurdular: Senin aklındaki kâmil insan değildir. Bu olayı Seyyid Ali Gazi’nin kendisine söyledim. Üstad, ders esnasında benim bu rüyamı anlattıktan sonra şöyle buyurdu: Ben, kâmil insanların ayağındaki ayakkabının bir teki bile olamam.
[7] Merhum Seyyid Ali Gazi şöyle buyuruyor: Bu yolda her şeyden daha önemli olan, bilgili, basiretli, heva ve hevesini yenmiş, marifeti ilahiye varmış, kamil insan ve Allah’a giden yolu geride bıraktığı gibi ayrıca üç yolculuk da yapmış olan ve mahlukatı hak ile gören üstattır. Merhum Gazi şöyle buyuruyor: Seyrü sülûk yolunun yolcusu olmak isteyen kişi hayatının yarısını üstat peşinde harcayıp da aradığına kavuşursa buna değer. Diğer bir yerde ise şöyle buyuruyor: Üstat bulan kişi yolu yarılamıştır. (Bahrul’ulum’a isnat edilen Seyrü sülûk risalesi, sayfa: 176)
[8] Burada örnek olarak büyük arif merhum Molla Hüseyinguli Hemedani’nin bir buyruğunu nakletmek istiyorum. Aşağıdaki yazı Tezkiretul Muttakin kitabından alınmıştır:
Bismillahirrahmanirrahim.
Hamd, alemlerin rabbi olan Allah’a mahsustur. Onun selamı en hayırlı varlık olan Muhammed (s.a.a) ve Ehlibeyt’in (a.s) üzerine olsun.
Ebedi kurtuluş ve saadetin peşinde olanlar şunu bilmeli ki kurtuluş ehli insanlar iki gruba ayrılıyor. Biri Eshabul Yemin, diğeri ise Mukarrep kullardır.
Saadet peşinde olanlar, eshabul Yemin’in yaptıklarını, yani günahlardan uzak durmayı başarabilirlerse onlardan birisi olabilirler. Mukarreb kullar ise buna ilaveten başka işlerle mükelleftirler. Ancak burada bunu açıklamak durumunda değiliz.
İnsan, ne denli küçük ve hakir olduğunu, Yüce Allah’ın ise ne denli büyük ve güçlü olduğunu anlarsa kesinlikle rabbinin huzurunda ona karşı gelmeyi aklından bile geçirmez ve bütün günah düşüncelerini aklından silinip atar. Günah işlemek senin için kolaylaşmışsa bunun birkaç sebebi var. Burada bu sebeplerin birkaçını açıklamak istiyorum.
Birinci olarak bütün aklını, fikrini şu değersiz dünyaya vermişsin ve uhrevi kazançlar ve kayıplar gözünün önünden silinmiştir. Ne denli büyük karları ve ebedi mutluluğu kaçırdığının farkında bile değilsin. Ne denli büyük zararlara uğradığının farkında bile değilsin.
İkinci olarak kendi güçsüzlüğünün, yoksulluğunun ve fakirliğinin farkında bile değilsin. Vücudundaki her bir zerrenin, onu ayakta tutmakla görevli meleklerin sayesinde ayakta olduğunu bilmiyorsun.
Üçüncü olarak yaşadığın her bir an için ve vücudundaki her bir parça için sana sonsuz sayıda nimetler verildiğini ve bu nimetlerin saymakla bitmediğini bilmiyorsun. Bütün bunlara rağmen nasıl bunca nimeti haram yolda kullanabiliyorsun?
Dördüncü olarak onun büyük cezalarından nasıl gaflet edersin? Ölümle kıyamet arasında bin çeşit sıkıntı olduğunu ve bunların içinde en kolay sıkıntının can vermek sıkıntısı olduğunu bilmez misin? Neden kıyamet gününün sıkıntılarını görmüyorsun? Mukarreb kulların bile ıstırap ve korku yaşadığı o dehşet verici günden Allah’a sığınırım. Yeri göğü ateş olan o gün, cehennemin insanları çevrelediği o gün, azap meleklerinin suçlu avında olduğu o gün, iyi insanların bile ıstırap ve korku içinde olduğu o gün, kötü insanların işkence ve azaba tutulduğu o gün. Güneşin tepeden vurduğu ve yerin demir ocağından daha sıcak olduğu o gün. Hesap korkusu bir yandan sırattan geçememek korkusu diğer yandan. Oysa hala cehennem başlamamış bile. Cehennemin ateşini, kaynar kazanlarını mı anlatayım yoksa içindeki yılan ve akreplerin nasıl olduğundan mı bahsedeyim?
Bu söylediklerim kısanın kısaltılmışıdır. Binde bir bile değil. Bu hakirin sana söyleyeceği bütün söz, günahtan uzak durmaktır. Bunu yapabilirsen büyük yerlere varabilirsin. Günahtan uzak durmak konusunda gevşeklik yapma ve Allah korusun günaha düşersen eğer hemen tövbe edip iki rekat namaz kıl. Namaz sonrasında yetmiş defa istiğfar et ve secdeye kapılıp Allah’tan af dile. Umarım Allah seni bağışlar.
Bazı ilmihallerde büyük günahlar yazılmıştır. Bunları öğren ve uzak dur. Sakın ola gıybet, yalan ve eziyete yaklaşma.
Fecir vaktine en az bir saat kala uykudan uyan ve secdeye kapıl. Merhum Molla Muhsin Feyz’in ‘Minhacu’n- Necat’ kitabında yazılmış olanlar senin gündüz ve gece amellerin olarak kafidir. Orada yazıldığı gibi amel et ve zikirlerinin sadece dille değil de kalple de olmasına özen göster. Kalp huzuru ile yapılmayan amellere az da olsa sevap verilse de bu ameller kalbin eğriliklerini gidermez.
Kesinlikle ve kesinlikle haram yiyeceklerden uzak dur. Sadece ve sadece helal olanı ye. Az ye ve çok yemekten sakın. Yani vücudunun ihtiyacından fazla yeme. Ağırlaşıp da yapılması gerekenleri yapamayacak kadar çok yeme ve aynı zamanda zayıf düşüp de yine yapılması gerekenleri yapamayacak kadar az yeme. Tutabildiğin kadar oruç tut ancak gece, gündüzün telafisini yapmayacaksan eğer.
Kısaca vücudun ihtiyacı kadar yemek iyidir ancak bundan daha az veya daha çok yemek kötüdür. İnsanların kinini hasedini, onlarla ilgili kötü duyguları kalbinden çıkararak temiz bir kalple namaza dur. Namaz kılarken üzerindeki giysi, durduğun yer ve üzerinde olduğun sergi mubah olmalıdır. Alın bölgesinin geldiği yer hariç diğer yerlerin geçici olmayacak şekilde necis olması namazı bozmasa da necis olmaması daha iyidir. Huşu içinde, eğik bir boyunla, titrek bir kalple, bir kölenin yüce bir mevlanın karşısında durduğu gibi namaza dur. Sabah namazından sonra yetmiş defa istiğfar et, yetmiş defa “la ilahe illallah” de ve bilinen sabah duasını oku. Her namaz sonrasında Hz Fatıma’nın (a.s) tesbihatını söylemeyi ihmal etme ve her gün büyük bir saygıyla abdestli bir şekilde huşu içinde en az bir cüz Kur’an oku. Kur’an okurken gerekmedikçe konuşma. Uyku öncesi şehadet getir ve bir defa ayetelkürsi, bir defa fatiha suresi, dört defa ihlas suresi, on beş defa kadir suresi ve bir defa şehidellah ayetini oku. Uyku öncesi istiğfar etmek ise iyidir. Arada bir ihlas suresini yüz defa okuyabilirsen bu da çok iyidir.
Ölümü unutma. Elini sağ yanağına koyup sağ tarafa uzan ve Allah’ı anarak uyu. Vasiyet etmeği ihmal etme. “La ilahe illa ente subhaneke inni kuntu minezzalimin” zikrini söyleyebildiğin kadar söyle. Sürekli bu zikri söylemeye çalış. Özellikle gece vakitlerinde. Cuma akşamlarında yüz defa kadir suresini oku ve kumeyil duasını ihmal etmemeğe çalış. Ayrıca ‘Hamse Aşer’ münacatını da. Hangisini daha çok okumak istersen onu oku. Özellikle mesakin, taibin, muftegirin, müridin, mutevessilin ve mu’tesimin münacatlarını çok okumaya çalış. Sahifeyi seccadiye’deki duaların her biri kendi yerinde çok yararlıdır.
İkindi vaktinde yetmiş defa istiğfar et ve bir defa subhanellahil azim, subhanellahi ve bihamdih oku. Ayrıca bu vakte özel istiğfarları da oku. Uzun secdeleri ihmal etme. Kunut’u uzun tutmak çok iyidir. Bütün bunlar günahlardan uzak durmakla beraber olursa iyidir. Beni de dualarınızda unutmayın. (Tezkiretul muttakin, 194 - 199).
[9] Büyük arif ve fakih, merhum Ahunt Molla Hüseyinguli Hemedani irfân ve seyrü sülûkta oldukça ilerleyen ender ariflerdendir ve birçok öğrenci yetiştirmiştir. Kendi döneminin ve hatta sonraki dönemlerin benzersiz üstadıdır. Merhum Şeyh Agabozorg Tehranî değerli ‘Ez-Zeri’a’ kitabında bu yüce zatı şöyle anlatıyor:
Bu yüce zat şia’nın en büyük alimlerinden, büyük fakihlerinden ve kendi döneminin en büyük ahlak üstadıdır. Hemedan’ın Cezin ilçesine bağlı Şevend köyünde 1239 hicri yılında gözlerini dünyaya açmıştır. İlk eğitimini Tahranda tamamlamıştır ve daha sonra ‘Şeyhy Irakeyn’ olarak bilinen büyük alim Şeyh Abdul-Hüseyin Tahrani’nin dersine iştirak etmiştir. Ardından Sebzivar’a gidip burada yıllarca büyük felsefeci Mevla Hadi Sebzivari’nin öğrenciliğini yapmıştır. Daha sonra Necef’e gidip burada yıllarca Şeyh Murtaza Ensari’nin derslerinden yararlanmıştır. Ahlak konusunda Aga Seyyid Ali Şuşteri’nin öğrencisi olmuştur. Molla Hüseyinguli üstadının vefatından sonra mercilik ve fetva peşine gitmeyip seçkin ve yetenekli öğrencileri yetiştirmeği tercih etti. İlahi ilim ve irfân alanında çok yüce ve şaşırtıcı derecede seçkin insanlar yetiştirmiştir. Kendi eğitmiş olduğu seçkin insanlar için evinde cemaat imamlığı yapardı. Cahillik karanlıklarından kurtarıp da ilahi marifet nuruyla aydınlatmış olduğu, meşru riyazetler ve ilmi mücahedelerle tüm aşağılıklardan kurtarıp da Allah’ın birer salih kuluna dönüştürdüğü öğrencileri için.
Merhum Şeyh Agabozorg Tahranî’nin söylemiş olduğu gibi Merhum Molla Hüseyingulî Hemedanî’nin irfân üstadı Merhum Aga Seyyid Ali Şuşterî’dir. Bu yüce zat, aynı zamanda en büyük fakihlerdendir ve merhum Şeyh Murtaza Ensarî’nin önde gelen seçkin öğrencilerindendir. Şeyh Murtaza Ensarî’nin vefatından sonra Aga Seyyid Ali Şuşterî üstadının dersini kaldığı yerden devam ettirmiştir; ancak altı ay sonra Aga Seyyid Şuşterî de vefat etmiştir. Aga Seyyid Ali Şuşterî fıkıhta Şeyh Murtaza Ensarî’nin öğrencisi olsa da irfânda Şeyh Murtaza Ensarî’nin üstadıdır. Yani bu iki yüce zat birbirinin üstadı ve aynı zamanda öğrencisilerdi. Ahund Molla Hüseyinguli Hemedanî ise fıkıhta Şeyh Murtaza Ensari’nin ve irfânda Aga Seyyid Şuşterî’nin öğrencisidir. Burada fıkıh ve irfân birleşti ve sonraki dönemlerde bu silsile dahilinde yetişmiş olan fakihler aynı zamanda irfân yönleriyle de biliniyorlar. Örneğin Ahund Molla Hüseyinguli Hemedanî, Aga Seyyid Ahmed Kerbelayî Tahranî, Mirza Ali Aga Gazi, Merhum Allame Tabatabaî ve Ayetullah Behcet gibi birbirinden değerli yüce alimler.
Seyyid Ahmed Kerbelayî, Şeyh Muhammed Baharî ve Mirza Cevad Aga Meliki Tebrizî, Merhum Molla Hüseyinguli Hemedanî’nin yetiştirmiş olduğu seçkin öğrencilerden birkaç örnektir.
Merhum Ahund, 28 Şaban, 1311 hicri yılında Kerbela’da gözlerini dünyaya yumdu ve Hz İmam Hüseyin (a.s) türbesi binasında toprağa verildi.
[10] Ayetullah Şeyh Muhammed Baharî Hemedanî, büyük ârif Ahund Molla Hüseyinguli Hemedanî’nin seçkin öğrencilerindendir. Üstadından almış olduğu birkaç yıllık kısa bir eğitim sürecinden sonra büyük manevî makamlara varmayı başarmıştır. Merhum Allame Tabatabaî, üstadı merhum Ayetullah Mirza Ali Aga Gazi’nin şöyle anlattığını naklediyor: Üstadım Merhum Aga Seyyid Ahmed Kerbelaî şöyle buyuruyordu: Sürekli Ahund Molla Hüseyinguli Hemedanî’nin yanındaydık ve üstat tamamıyla bizimdi, ta ki Şeyh Muhammed Baharî üstadla tanışıncaya dek. O geldi ve üstadı bizden çaldı.
Merhum Baharî 9 Ramazan 1235 hicri yılında Hemedan’a bağlı Bahar köyünde hayata veda etti ve burada toprağa verildi. Günümüzde bu yüce zatın buradaki türbesi hak ve hakikat aşıklarının akın ettiği bir merkez halindedir ve kendisine gelen misafirleri ağırladığı ise oradaki halkın defalarca yaşayarak bildiği bir gerçektir.
[11] Sâliklerin görünen güzel yüzü, Ayetullah Seyyid Ahmed Tahranî Kerbelaî seyr u sülûk vadisine adım atıp da yüksek aşamalara çıkmayı başaran büyük bir fıkıh, büyük bir felsefeci ve büyük bir âriftir. Üstadı Merhum Ayetullah Ahund Molla Hüseyinguli Hemedanî’nin vefatından sonra bu yüce zatın üç yüz öğrencisi içinde Merhum Şeyh Muhammed Baharî ile birlikte bu zatın en seçkin ve en önde gelen öğrencisiydi. Bu iki zat, Necef’teki dönemin tek irfân üstatları olmuşlardır ve Merhum Baharî’nin Hemedan’a gitmesini müteakip Necef’teki tek irfân üstadı olarak Allah’a gitmek isteyenlerin elini tutmuştur.
Merhum Allame Tabatabaî kendisiyle ilgili şöyle yazıyor: Merhum Seyyid, aslı itibariyle İsfahanlıdır; ancak Kerbela’da büyümüştür ve eğitim yaşına geldiğinde burada edebiyat okumuştur. … Son olarak ise dönemin büyük irfân üstadı Ahund Molla Hüseyinguli Hemedanî’nin eğitimine tabi olmuştur ve diğer öğrencilerden öne geçip en seçkin öğrenciler arasında yerini almıştır. Zâhirî ve bâtınî ilimlerde çok yüce yerlere gelmeyi başarmıştır ve merhum Ahund’un ölümünden sonra Necef’te fıkıh dersi vermenin yanı sıra insanların ilahî yönde yetişmesinde büyük başarılar elde etmiştir. Birçok yüce insan bu değerli zatın eğitimi altında yetişmiştir ve değersiz dünyevî değerleri bir kenara itip de ‘kurb-i ilahi’de yer almayı başarmıştır. Bu yüce insanlardan birisi, aynı zamanda ilahî ilimlerde, fıkıhta, hadiste ve ahlakta bu hakirin üstadı olan büyük üstat, Ayetu’l- Hak, büyük alim, büyük zahit, büyük fakih, büyük muhaddis ve büyük şair merhum Mirza Ali Gazi Tabatabaî Tebrizî’dir.
[12] Bu kitapta Ayetullah Şeyh Muhammed Baharî’nin sözleri ve mektupları bir araya getirilmeye çalışılmıştır.
[13] Konuyla ilgili değerli eserlerden birisi Merhum Bahru’l Ulum’un Seyr u sülûk risalesidir. Seyyid Haşim Haddad ve Allame Tabatabaî’nin talebesi olan Allame Seyyid Muhammed Hüseyin Tahranî bu risaleyle ilgili şöyle yazıyor: Bir gün üstat Allame Tabatabaî’nin yanında şöyle dedim: Ahlak, Seyr u sülûk ve irfân konusunda birçok kitap okudum; ancak bu risale gibi derli toplu, kapsayıcı, akıcı, ve aynı zamanda cebe sığacak kadar küçük hacimli bir kitap görmedim. Üstat, bu dediğime şaşırdı ve şöyle buyurdu: Bunun benzerini merhum Gazi’den duymuştum. Merhum Gazi şöyle buyurdular: İrfan’da bu kitap kadar temiz ve zengin bir kitap yazılmamıştır. Merhum Gazi’nin vasi olarak tayin etmiş olduğu Ayetullah Şeyh Abbas Guçanî şöyle buyuruyor: Merhum Gazi bu risaleye büyük önem veriyordu; ancak defalarca şöyle buyurduğunu duydum: Bu kitaptaki zikirler için hiç kimseye icazet vermem. (Seyr u sülûk risalesi, önsöz bölümü, sayfa: 12)
[14] “Duamızın sonu, âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamdetmektir.”