.
.

Yorgun ve bitkindi, birçok yarası vardı. Sol elinin işaret parmağı kopmuş, sağ kolu da yaralanmış hatta kan kaybetmemek için bir telle kolunu sarmıştı. Tank ateşinin hedefi olmuş ve dizi delinmişti.

Yarım asırdır verdiği kavganın şu son sahnesinde acılar içindeydi, nefes alıp vermeye bile takati yoktu. 

Karşısında ise tepeden tırnağa teçhizatlı çok sayıda asker, tanklar ve hatta binaya girip çıkacak drone bile vardı.

Artık fedaisi olduğu özgürlük yolunun sonuna gelmişti, bundan sonra kanat takacak arşa uçacaktı.

Bunca yara, acı, bitkinlik içinde kendini kuşatan düşmana karşı ne yapabilirdi ki?

Namını dünya duymuş, kahraman çehresi milyonların kalbine kazınmıştı. Hem şimdi liderdi, büyük bir kurtuluş hareketinin lideri olarak seçilmişti yenilerde. Emrinde binlerce savaşçı vardı. Onları ileri sürüp tünellerde, yer altında veya başka bir ülkede bulunabilirdi. 

Halbuki o bütün sıradan neferleri gibi savaşmayı seçmişti. Milyonlarca hayranından ve binlerce askerinden kimseler yoktu orada.

Çevrede sadece kanına susamışlar vardı. Düşman kuşatmış, yaralamış ve kıstırmıştı onu. Yapacak birşey yok gibi görünüyordu. Artık ölüme teslim olma zamanıydı.

Birden şu son sahnede Kerbela’yı hatırladı sanki. Hani mücadelesinde daima örnek aldığı İmam Hüseyin'in çokça çatıştıktan sonra yaralanan mübarek başını sarmak üzere geri çekilip oturduğu sahneyi...

Onun da yapacağı birşey yoktu; yalnız, yorgun, susuz ve kuşatılmıştı.

Evet şu son anda dahi kahramanını örnek almalı herşeye rağmen mücadelesine devam etmeliydi. Bir ömür tarifsiz zorlukları aşıp mücadele etmişken şimdi oturarak ölmek olur muydu?

Gücünü topladı ve belindeki el bombasını yaralı kolu, kopuk parmağı ve kendini ayakta tutması zor olan delinmiş dizine rağmen bütün kuvvetiyle düşmana doğru fırlattı. Sonra yine birini...

Dışarıdaki çakallar sürüsü içeride yaralı bir arslan olduğunu anlamışlardı. Bu yüzden binaya yaklaşmak istemiyorlardı. Gerek de duymadılar, pis canları çok kıymetliydi. Ne de olsa her türlü teknoloji, en pahalı araç gereçler tüm dünyadan akıp geliyordu ayaklarına kadar.

İçlerinden birinin burnu kanamasın diye binaya bir dron gönderdiler.

Yaralı arslan drona ne yapabilirim diye baktı. Bir ağaç parçası gördü, acı dolu kaslarını seferber edip tüm gücüyle o ağacı drone doğru fırlattı.

Bu onun kötülüğe attığı son taştı. Tanklara zırhlılara çok taş atmışlığı vardı gençliğinden beri.

Bir yaralı arslana kaç çakal düşer?

On mu, yüz mü, bin mi?

Hayır hiç biri değil. Onlar bu birin karşısında ancak sıfır sayılabilirler. Kendileri de bunu biliyorlardı. Bu yüzden er meydanına çıkamadılar. Binayı başına yıkmayı seçtiler ve öyle de yaptılar.

Ona da on binlerce kadına çocuğa yaptıkları kahpeliği yaptılar ve binayı başına yıktılar.

Evet enkazlar altında can verdiğinden emin olduktan sonra başına dikilip dünyaya cansız resimlerini servis ettiler.

Onu yüzükoyun, düşmüş ve eğilmiş bulup öyle görüntülemek isterdiler. Fakat öyle bir görüntü çıkmadı. Adeta ayakta ve eli silahında bir savaşçı tasviri yansıdı dünyaya.

Çakallar yine de kahraman olmak istiyorlardı, arslan avcısı sayılmak istiyorlardı.

Halbuki el gözü teraziydi. Herkes arslanı selamladı, onlara yine çakallık adı kaldı.