.
.

Evvela herkesin idrak etmek üzere olduğumuz üç ayları ve yeni yılı hayırlı olsun.

İnsanoğlu düşünce ve duygu dünyasından ibarettir. Bu kişi olarak böyle olduğu gibi toplum olarak da böyledir.

Tabi düşünce ve duygular havada oluşan şeyler değildir. Bir kişinin veya bir toplumun yaşadıkları, inançları, geçmişten devraldığı kültürü, sanatı, deneyimleri, tarihi, yaşadığı coğrafi ve iklimsel koşullar… hepsi bir araya gelir ve ortaya bir sonuç çıkar. Ben Ersan olarak bütün bunların ve yapıp ettiklerimin, düşünüp hissettiklerimin, önceleyip ötelediklerimin bir sonucu olarak burada duruyorum. Beni ben yapan kişilik duvarım (bir kısmı benim iradem dışında bir kısmı ise irademe bağlı olarak) nice nice farklı etkenlerden, unsurlardan, katkılardan teşekkül etmiştir.

Toplum da böyledir; tarihten süzülüp gelen kültürü, düşünce birikimi, hissiyat birikimi, inançları, örf ve ananeleri, coğrafi ve iklimsel koşulları, önceledikleri ve öteledikleri, savaşları ve barışları, şiiri, edebiyatı, mimarisi, bayramları seyranları, benimsediği kahramanları, rol modelleri ile bir toplum oluşur, kimlik, kişilik ve hüviyet kazanır.

Bu birikimin derinliği veya sığlığı, asilliği veya basitliği de o toplumun kültür medeniyet seviyesini belirler.

Bu meyanda çok hassas olan şey ki; bu insanî ve medenî hüviyetin güncel tezahürlerinin, gündelik yaşamdaki yansımalarının, kendine ait köklerden, kendine ait kaynaklardan besleniyor olması gerekir. Yani sevincinin, yasının, bayramının seyranının, yeme adabının, giyme adabının… kendi hüviyetinde, kendi geçmişinde, kendi inancında, kendi tarihinde, kendi düşüncesinde bir kökü ve bir menbaı olmalı.

Kültür ve medeniyet dünden bugüne icat edilebilecek bir şey değildir aksine milletlerin, medeniyetlerin maddi manevi damarlarından sızıntılar halinde gelip birleştiği ve güçlü bir akış halinde akıp gittiği güçlü bir cereyandır. Bu akışı besleyen din, kültür, sanat, tarih, coğrafya, iklimdir ki bu akışın mahiyetini belirler.

Kuşaklar arasında köprü olan ve onları bir milletin farklı halkaları, aynı akışın farklı akıntıları yapan şey de zaten bu ortak köken ve müşterek hüviyettir.

Dolayısıyla bu hüviyetin dışarıdan yani milletin kendi köküne ait olmayan akıntılara maruz kalması bir nevi yerin derinlerinden kaynayan berrak çeşme suyuna dışarıdan sızıntıların karışması gibidir. Bu dışarıdan sızıntı bazen içme suyuna karışan lağım suyu kadar tehlikeli olabilir. Çünkü toplumun midesini bozar, yüz yılların mahsulü olan hüviyetin silikleşmesine, buhrana girmesine sebep olur, mevcut nesille geçmiş nesillerin tamamen kopmasına sebebiyet verir. Toplum kimliğini, ideallerini, temel kavramlara dair tasavvurlarını kaybeder.

Toplumca yaşanan sevinçlerin, üzüntülerin, ayinlerin, kutlamaların bir anlamı, bir geçmişi, toplumun asırlık hafızasında bir çağrışımı, yeterli arka planı olmalı tek kelimeyle kökü olmalı. Ancak bu şekilde anlamlı, insani, saygın ve tutarlı olur.

Taklit dediğimiz şeyi tekrar düşünelim. Taklit nedir? Taklit en basit anlamıyla sana ait olmayan şeyi, yani senin mimiklerinden, senin bedeninden, senin tarzından, senin doğal halinden kaynaklanmayan bir şeyi bir başkasından kopyalayarak yapmak, o an için başkası olmak üzere yapmak değil midir? Taklit, doğal olmayan, kökeni başkasında olan şeyin en son katmanını yani görüntüsünü anlamına, bütünlük içindeki yerine bakmaksızın alıntılamaktır.

Eğer yaptığın şey senin kendine aitse, doğal halindense zaten buna taklit denilmez.

Bahsettiğimiz kültür ve medeniyet akışında, insanların fert veya millet olarak zaman içindeki yaşam cereyanında ise taklidin anlamı kendinden başkası olma çabasıdır. Kendi kökeninden beslenmeyen, kendi hüviyetine ait olmayan, öz bünyeden kaynaklanmayan hal hareketler içine girmesidir.

Gerçekten taklit, bir toplumun manevi, milli, kültürel hüviyeti için dışarıdan çeşme suyuna katılan atık su kadar tehlikeli olabilir. Her ne kadar görünüşte kötü öğeler içermese dahi bu böyledir. Çünkü taklitle yapılanlar öz bünyeye yabancıdır, bünye ona alışkın değildir, bünye için anlamlı değil, dışarıdan eklenen yamadır.

Her toplumun bir kapasitesi vardır. Bir toplum yılda onlarca bayram kutlayamaz, kutlasa da hiçbiri gerçekten bayram olmaz. Şöyle dört başı mamur ve hakkını vererek yılda ancak iki üç bayram kutlamak mümkün olur. Yaslar da böyledir, iftihar duyulacak hamasi münasebetler de böyledir. Çünkü toplumun enerjisi, ihtimam potansiyeli sınırlıdır, dağıldıkça zayıflar.

Bunların tümü toplumun kendi inancı, tarihi, kültür ve medeniyeti ile ilgili olmalıdır. Yani toplum enerjisini, potansiyelini kendine ait olanı yaşamak, derinleştirmek, sürdürmek için harcamalıdır. Kendinde olanı terk etmek veya enerjisini kendine ait olanla başkasına ait olan arasında paylaşmak ister istemez toplumun kendine ait olanlarla ilgili zaaf yaşamasına, erozyon ve buhrana sebep olacaktır.

Tabi biz yenilenmeyi, değişimi, kültürler arası iletişimi, medeniyetler arası alışverişi, küresel insani-medeni değerleri… inkâr sadedinde değiliz. Konumuzun bunlarla alakası yoktur. Hatta toplumlar din değiştirebilir, hüviyet değiştirebilir fakat bunlar da yine doğal bir süreçte gerçekleşir ve taklitle aynı kefeye konulmamalıdır.

Bir medeniyet giyim tarzını geliştirip değiştirebilir, yemek adabını geliştirip değiştirebilir, edebiyatta sanatta ilerleme kaydedip büyük değişimler hatta devrim niteliğinde sıçramalar yaşayabilir. Ne var ki bunların tamamı yine onun kendi varlığına bağlı olarak, kendi köküne bağlı kalarak gerçekleşmeli. Toplum dışarıdan aldığını kendi potasında eritip kendinden olanla harmanlayabilmeli. O zaman bu taklit değil faydalanmak ve alışveriş yapmak olur.

Örneğin kumaş üretiminiz değişebilir, modern makinalarla farklı kumaşlar üretebilirsiniz. Önemli olan o kumaştan diktiğiniz elbisenin rengi, modeli, tarzı sizin kendi zevkinize, kendi ihtiyacınıza, kendi kültür ve inancınıza göre şekillenmesidir. Yoksa sizin giyim tarzınızı Paris belirlerse o zaman yerelliğinizi, yerli hüviyetinizi, kendinize göre insani varoluş vasfınızı kaybetmiş olursunuz.

Gıda üretiminde endüstriyel yenilenme yapmanız, yeni teknolojiler kullanmanız taklit sayılmaz çünkü bilim ve teknik zevke veya dini-kültürel tercihlere konu değildir. Taklit sizin kendi damak tadınızın, kendi bin yıllık mutfağınızın, beslenme tercihinizin mahsulü olan yemekler yerine başkalarından gördüğünüz yemeklere özenmenizdir.

Yılbaşında da eğer miladi takvimi kullandığınız için bir yılı tamamladık, şimdi önümüzde başka bir yıl var, diyerek o gelen yılın hayırlı olmasını temenni eder, bunun için bir heyecan duyar, bu heyecanı da bir şeklide kendinize göre yaşarsanız burada taklit denilecek bir durum ortaya çıkmaz. Fakat çamıyla, Noeliyle, hindisiyle, hatta kutlama için söylenen başka dilde cümlelere, kültürünüze yabancı figürlere kadar… başkasından alıntı yaparak kutlama yaptığımızda bunun tek adı taklit ve özenti olur.

Toplumda taklit ve özentiyi yaymak, yaşayıp yaşatmak başka bir medeniyetin değerlerini, tarzını, hüviyetini, zevkini kendi toplumuna dayatmasına yardım etmek, kültürel dejenerasyonun bir neferi olmak anlamına gelir.

Peygamberimiz (s) bize bir yandan “ilim Çin’de de olsa alınız” derken, bir yandan da kendiniz olun, başkasına benzemeye çalışmayın diye öğütte bulunmuşsa sebebi işin altında yatan işte bu önemli gerçeklerdir.

Siz başkasına özenerek yaşarsanız arkanızdan gelen neslin size ve sahip olduğunuz değerlere saygı duymasını nasıl beklersiniz? Özellikle o başkası sizi insan yerine koymuyor, karşılıklı olarak sizden bir şeyler almaya tenezzül etmiyorsa.

Bir çamdan bir Noel baba kıyafetinden ne olur demeyin. Çok şey olur. Sana ait olmayanı kendine çekmen sendeki (kişisel anlamda değil) bir boşluğa işarettir. Çünkü kendinden olanı doya doya yaşayanın başkasından bir şey almaya yeri olmaz.

Çok şükür yeterince bayramımız, yeterince dini manevi değerlerimiz, sembollerimiz, münasebetlerimiz, iftiharlarımız... varken böyle bir dilenciliğe hiçbir şekilde ihtiyacımız yok.

Bu yüz yıllık bir hastalıktır ve inşaallah kendimize döndükçe, kendimizden olanı daha derin yaşadıkça azar azar iyileşecektir.

Her birimiz bu iyileşme yolunda adımlar atalım. Ne başkalarının değerlerine saldırıp küçük düşürelim ne de öz saygımıza zarar verecek şekilde onları taklit edelim.

Yeni yılımız hayırlara vesile olsun inşallah.

Üç ayların başladığı şu günlerde, uçsuz bucaksız bir maneviyat pınarı olan Kuran-Ehlibeyt eczanesinden dertlerimizi deva etmeye, ruhumuzun güzelliklerine güzellik katmaya çabalayalım.