Bismillâhirrahmânirrahîm

Hz. Mûsâ (a.s), Tûr’da bulunduğu günlerini ibadet, oruç ve yüce Allah’a yöneliş ile geçirdi. Cenab-ı Hak’la konuşmaya mazhar olmak ve Tevrât’ı almak için geceli gündüzlü bekledi. Nihayet yüce Allah’ın tayin ettiği müddeti tamamladı: 

“Ve derken (huzurumda ibadet ve riyâzetle vakit geçirmek üzere) Mûsâ ile otuz gece için sözleştik ve ona bir on daha ekledik. Böylece Rabbinin belirlediği süre, kırk geceye tamamlandı. Mûsâ, kardeşi Hârûn’a: ‘Kavmim içinde benim yerime geçip (halifem ol); onları ıslâh et ve bozguncuların yoluna tâbi olma!’ deyip (ayrıldı).” [1]

Cenab-ı Hak’la konuşma şerefine erişti. Cenab-ı hak da kendisiyle konuşunca, bundan cesaret alarak engin bir rûh hâliyle ve çoskun bir muhabbetle bütün cesaretini toplayıp dilinden şu dua döküldü:                  

رَبِّ اَرِن۪ٓي اَنْظُرْ اِلَيْكَۜ قَالَ لَنْ تَرٰين۪ي

Mûsâ, belirlediğimiz vakitte (Tûr’a) gelip de Rabbi onunla konuşunca, ‘Rabbim! (Ne olur) bana kendini göster; sana bakıp (göreyim)’ dedi. (Cenab-ı hak ise:) “Beni asla göremezsin ama şu dağa bak; eğer o yerinde karar kılabilirse, sen de beni göreceksin.’ Rabbi dağa tecelli edince, onu paramparça etti. Mûsâ bayılarak yere düştü. Kendine geldiğinde: ‘Sen ne yücesin!  Sana tevbe ettim ve ben  iman edenlerin ilkiyim’ diye (yalvardı).” [2]

Kur’ân’da, Tûr dağı yöresinde bir ateş gören Hz. Mûsâ’nın (a.s) “Size bir haber veya ısınmanız için ateş getiririm” diyerek ailesinin yanından ayrılıp oraya gittiği, vadinin kıyısında daha önce ateş olarak gördüğü ağaçtan kendisine “Ey Mûsâ! Bil ki ben bütün âlemlerin rabbi olan Allah’ım” diye seslenildiği anlatılmaktadır. [3]

Yine Kur’ân’da, Hz. Mûsâ’nın (a.s) yüce Allah’ı görmeyi talep ederek, “Rabbim! Bana kendini göster; seni göreyim” dediği; Rabbinin de ona, “Sen beni göremezsin (len terânî), fakat şu dağa bak; eğer yerinde durabilirse beni görürsün” diye cevap verdiği; tecellî neticesinde dağı paramparça edince Hz. Mûsâ’nın (a.s) bayılıp düştüğü (mahv); nihayet kendine gelince (sahv), “Senin duyu ötesi olduğunu kabul eder, sana tövbe ederim; ben müminlerin ilkiyim” dediği bildirilmektedir. [4]

Yüce Allah bu imkânsızlığı bildirmek için Hz. Mûsâ’ya (a.s), “Ben görülmem” demeyip, “Beni, göremezsin” demiştir. Yüce Allah’ın tecellî suretiyle dağı paramparça etmesi ve Hz. Mûsâ’nın (a.s) kendinden geçmesi; Hz. Mûsâ’nın (a.s) “Ben iman edenlerin ilkiyim” demesi; yüce Allah’ın görülemeyeceğine ilk iman edenin kendisi olduğunu belirtmesi ve bu hâlde zât tecellisi talebinde bulunmasının yersiz bir davranış olduğu şuuruna ulaştığı şeklinde yorumlanmıştır.

Hz. Mûsâ (a.s), yüce Allah’tan talimat almak üzere kırk günlüğüne Tûr-i Sinâ’ya çıktığı zaman, kavmi konakladığı er-Rahâ ovasında, onun yokluğundan istifade ederek bir heykel yaptılar. Kur’ân bu olayı şöyle açıklamaktadır:

“Mûsâ’nın kavmi, onun (Tûrâ gitmesinin) ardından ziynet eşyalarından, böğürmesi olan cansız bir buzağı (heykeli yapıp tapılacak ilâh) edindiler. Görmediler mi ki o, ne kendilerine söz söylüyor, ne de onlara (herhangi) yol gösteriyor? Onu (ilâh olarak) benimsediler ve zalimler(den) oldular.”

Ne zaman ki (yaptıklarından dolayı pişmanlık duyup, başları) elleri arasına düşürülüverince ve kendilerinin gerçekten şaşırıp-saptıklarını görüp (fark edince): ‘Eğer Rabbimiz bize merhamet etmez ve bizi bağışlamazsa, kesin olarak hüsrana uğrayanlardan olacağız’ deyip (yalvarmaya giriştiler).”

“Mûsâ oldukça kızgın ve üzgün olarak kavmine döndüğünde onlara: ‘Beni arkamdan, ne kötü temsil ettiniz (ne çirkin işler çevirdiniz)? Rabbinizin (azap) emrini çabuklaştıracak, öyle mi?’ dedi. Levhâları bıraktı ve kardeşini başından tutup kendisine doğru çekmeye başlayınca (Hârûn ona:) ‘Ey anamın oğlu! Bu kavim beni zayıf buldular ve neredeyse beni öldürmeye kalkıştılar. Bari sen, düşmanları sevindirip bana güldürecek bir şey yapma ve beni bu zalimler topluluğuyla beraber kılma (onlarla bir tutma!)" diye (yalvardı).” [5]

Âyette geçen esifen sözcüğü, şiddetli öfke ve üzüntü anlamına gelen esef kökünden türemiş bir sıfat-ı müşbihe’dir. Haleftûmunî fiilinin kökü olan hilâfet, başkasının arkasından işleri yürütmek demektir. Âcitum fiilinin kökü olan âcele, bir şeyin normal zamandan önce istenmesi, aranması anlamına gelir.

Buna göre âyetin anlamı “Mûsâ, öfkeli ve üzgün olarak kavminin yanına dönünce, onları kınayarak ve azarlayarak şöyle dedi: “Benden sonra ne kötü işler yaptınız! Yoksa Rabbinizin buyruğunu zamanı gelmeden önce mi görmek istediniz?” Oysa o buyruk, sizin hayrınızı ve menfaâtınızı elinde tutan yüce Allah’ın buyruğudur. O her şeyi hikmetinin gerektiği şekilde yapar. O’nun hiçbir işinde başkasının acelesi, isteği ve rızası etkili olmaz; etkili olan sadece O’nun dileğidir.” şeklindedir.

Kısacası Hz. Mûsâ (a.s), kavmini görünce çok öfkelendi ve “Benim arkamdan yokluğumda ne kötü işler yapmışsınız! Yoksa Rabbinizin buyruğu hakkında acele mi ettiniz?” diyerek onları azarladı.

Hz. Hârûn (a.s) “dedi ki: Ey anam oğlu!” Hz. Hârûn’un (a.s), Hz. Mûsâ’ya (a.s) analarını anarak hitap etmesinin, “ey kardeşim” veya “ey babam oğlu” dememesinin sebebi, onu yumuşatmak ve merhametini harekete geçirmektir. Onlara buzağı konusunda karşı çıkıp ona tapmalarına engel olmaya çalışınca “Bu kavim, beni güçsüz düşürdüler ve neredeyse beni öldüreceklerdi. O hâlde” sana karşı çıkma konusunda beni onlardan biri gibi sanarak, düşmanları bana güldürme ve beni bu zalim kavimle bir tutma, diye” (yakardı.)

Kur’an-ı Kerîm’in naklettiğine göre şu sözleri de söyledi:

 “Niye bana uymadın (emanet görevine sahip çıkmadın; yoksa) emrime baş mı kaldırdın?" (diyerek onu sıkıştırmıştı.)”

(Hârûn) Dedi ki: Ey annemin oğlu! Sakalımı ve başımı tutup-yolma. Ben senin: ’İsrailoğulları arasında ayrılık çıkardın; sözümü önemseyip tutmadın’ demenden endişe edip korktuğum (için üzerlerine fazla varmadım)." [6]

Bu âyetlerin içeriğinden anlaşıldığına göre Hz. Mûsâ (a.s), İsrâîloğulları’na olduğu gibi kardeşi Hz. Hârûn’a da (a.s) kızdı. Yalnız Hz. Hârûn’a (a.s) kızmasının sebebi farklı idi. İsrâîloğulları’na karşı koyma hususunda elinden gelen gayreti göstermediğini sanarak böyle davrandığını sandı. Oysa ayrılırken ona “kötülükleri düzelt, bozgunların yolunu izleme” diye vasiyet etmişti. Vasiyeti mutlaktı. Herhangi bir kaydı yoktu.

رَبِّ اغْفِرْ ل۪ي وَلِاَخ۪ي وَاَدْخِلْنَا ف۪ي رَحْمَتِكَۘ وَاَنْتَ اَرْحَمُ الرَّاحِم۪ينَ۟

(Mûsâ) Dedi ki: ‘Rabbim! (Bu tedbirsizlik ve beceriksizlikten dolayı) beni ve kardeşimi bağışla; bizi rahmetine katıp (koru.) Sen merhamet edenlerin en merhametli olanısın." [7]

Kavmi adına, İsrâîloğulları’nın işlemiş oldukları buzağıya tapma günahından dolayı, Rablerinin önünde af dilmek ve nihayet O’na itaât etme hususundaki sözleşmeyi yenilemek üzere İsrâîloğulları’ından yetmiş kişi Tûr-i Sinâ’ya çağrıldı. Tûr dağına gittiklerinde orayı kesîf bir bulut tabakasının kaplamış olduğunu gördüler. Hz. Mûsâ (a.s) bulutlar arasında kaybolurken, topluluğun kendisine biraz daha yakın olmalarını ve secdeye kapanmalarını emretti. Onlar da hemen secdeye kapandılar. Hz. Mûsâ (a.s) Cenab-ı hak ile konuşmuş, gerekli tebliğâtı almıştı. Geriye göndüğünde İsrâiloğulları Hz. Mûsa’ya (a.s) yakışmayacak şu teklifte bulundular:

“Biz, Cenab-ı hakk’ı açıktan açığa görmedikteden sonra, sana katiyen inanmayız.”

Bu istek, doğrudan doğruya haddini bilmemek ve kendisinin yüce Allah’ın âciz bir kulu olduğunu iyi anlamamaktan ileri geliyordu. Yüce Allah’a inanmayanlar bile, Hz. Mûsâ’dan (a.s) “bize Allah’ı göster; sonra iman edelim” diye bir istekte bulunmazken, iman ettikleri iddiasında olan İsrâîloğullar’nın böyle bir teklifte bulunmalarının, yüce Allah’a iman etmek ve O’na kul olmakla uzaktan yakından hiçbir ilgisi yoktu.            

Onlar böyle der demez, dehşetli bir yıldırımla, şiddetli bir zelzele onları yakalayıvermişti. Bu korkunç durum karşısında onları bir titreme ve korku almıştı. Onların bu perişan hâllerine gözleri yaşaran Hz. Mûsâ (a.s) Rabbine şöyle dua etti:

Mûsâ, belirlediğimiz buluşma zamanı için kavminden yetmiş adam ayırıp seçti. Bunları da ’(korkudan) dayanılmaz bir sarsıntı’ (şaşkınlık ve perişanlık) tutuverince:

رَبِّ لَوْ شِئْتَ اَهْلَكْتَهُمْ مِنْ قَبْلُ وَاِيَّايَۜ اَتُهْلِكُنَا بِمَا فَعَلَ السُّفَهَٓاءُ مِنَّاۚ اِنْ هِيَ اِلَّا فِتْنَتُكَۜ تُضِلُّ بِهَا مَنْ تَشَٓاءُ وَتَهْد۪ي مَنْ تَشَٓاءُۜ

اَنْتَ وَلِيُّنَا فَاغْفِرْ لَنَا وَارْحَمْنَا وَاَنْتَ خَيْرُ الْغَافِر۪ينَ

"Dedi ki: Rabbim! Eğer dileseydin, onları ve beni daha önceden helâk ederdin. (Şimdi) İçimizdeki beyinsizlerin yaptıklarından (ve yapmaları gerektiği hâlde yapmadıklarından) dolayı bizi helâk mı edeceksin? O da senin deneme (fitne)nden başkası değildir. Onunla sen dilediğini saptırır ve dilediğini hidayete erdirirsin. Bizim velimiz sensin. Öyleyse bizi bağışla ve bizi esirge; çünkü bağışlayanların en hayırlısı sensin (Allah’ım!).” [8]

(Rabbim!) ‘Bize bu dünyada da, ahirette de iyilik yaz; şüphesiz ki biz sana yöneldik” diye (dua etti.) [9]

Yüce Allah, bu içten ve samimi yalvarışa şu karşılığı verir: “Dedi ki: ‘Azabımı dilediğime isabet ettiririm; rahmetim ise, her şeyi kuşatmıştır; onu korkup kötülükten vazgeçenlere, zekâtı verenlere ve bizim âyetlerimize iman edenlere yazacağım.” [10]

Arz-ı Mukaddes Hz. İbrâhîm (a.s), Hz. İshâk (a.s) Hz. Ya’kûb’un (a.s) vatanları olan Filistin’dir. İsrâîloğulları en sonunda Mısır’dan ayrıldıktan sonra yüce Allah, bu ülkeyi kendilerine vermiş ve burayı fethetmeyi onlara emretmişti.

“Mûsâ, kavmine (şöyle) demişti ki: "Ey kavmim! Allah'ın size olan nimetini hatırlayın; zira (O), aranızda peygamberler var etti; sizi krallar yaptı ve size dünyalarda hiç kimseye vermediğini verdi."

(Hz. Mûsâ halkına şöyle seslenmişti:) Ey kavmim! Allah'ın size yaz(ıp nasibet)diği Kutsal Toprağa girin; arkanıza dönmeyin; yoksa kaybedersiniz!”

 “(İsrâîloğulları:) Dediler ki: ‘Ey Mûsâ! Orada (o topraklarda) zorba bir millet var. Onlar oradan çıkmadıkça biz oraya girmeyiz. Eğer çıkarlarsa, o zaman oraya gireriz."

(Yüce Allah'tan) korkanlardan Allah'ın nimet verdiği iki adam (Kitâb-ı Mukaddes, Sayılar, 14/6-10: Nûn oğlu Yeşu ile Yefunne oğlu Kaleb, İsrâiloğulları’na şöyle) dedi ki; Onların üzerine kapıdan girin; eğer kapıdan girerseniz, muhakkak ki siz galib gelirsiniz. Haydi, eğer inanıyorsanız Allah'a dayanın!"

(İsrâîoğulları bütün bu uyarılara rağmen) Dediler ki: Ey Mûsâ! Onlar (zorbalar) orada olduğu sürece biz oraya asla girmeyiz. Sen ve Rabbin, gidin, savaşın (düşmanları bertaraf ediniz), biz burada oturuyoruz! Her türlü tehlikeden uzak durup, bekleyeceğiz.[11]

İsrâîloğulları’nın gösterdiği bu tavır üzerine Hz. Mûsâ (a.s)  şu şekilde dua etmişti:

رَبِّ اِنّ۪ي لَٓا اَمْلِكُ اِلَّا نَفْس۪ي وَاَخ۪ي فَافْرُقْ بَيْنَنَا وَبَيْنَ الْقَوْمِ الْفَاسِق۪ينَ

(Bunun üzerine Mûsâ), Dedi ki: Ey Rabbim! (görüyor ve biliyorsun ki) Ben gerçekten, kendimden ve kardeşimden başkasına mâlik değilim (sözümü geçirememekteyim). Öyle ise, bizimle o yoldan çıkmış toplumun arasını ayır(manı dilerim)." [12]

Kardeşim anlamına gelen ahî kelimesi, ben demek olan innî kelimesinin sonundaki yâ harfine matuftur. Dolayısıyla âyetin anlamı şudur: “Kardeşim de benim gibi sadece kendi nefsine mâliktir. Yoksa ahî kelimesi nefsî kelimesine matuf değildir.

İsrâîloğulları, Firâvun ülkesinde zillet ve adiliğe, aşağılanmaya alışmışlardı. Onlar için bazı değerleri ele geçirmek için savaşmak bir anlam taşımıyordu. Yüce Allah da onları Tîh çölüne attı ve yollarını şaşırttı. Kavmine söz geçiremediğinden yakınan Hz. Mûsâ’ya (a.s), yüce Allah:

(Yüce Allah) buyurdu ki: Orası (huzur ve hürriyet ortamı olarak) onlara kırk yıl yasaklandı (Yasaklanmadan maksat, tekvini varoluşal yasaktır. Korkaklıkları yüzünden boyunlarına zillet ve esaret halkası geçirilmiştir). O yerde (çöllerde ve verimsiz vadilerde) şaşkın şaşkın  (ve perişan hâlde) dolaşacaklar. Sen, yoldan çıkmış o (fâsık ve sapık) toplum için üzülme (ve bizi yalnız ve yardımsız bıraktılar diye zaferden ümitsizliğe düşme).[13]

----------

[1]- 7/A’râf: 142
[2]- 7/A’râf: 143
[3]- 28/Kasas: 29-30
[4]- 7/A‘râf: 143
[5]- 7/A’râf: 148-150
[6]-20/Tâ-Hâ: 93-94
[7]- 7/A’râf: 151
[8]- 7/A’râf: 155
[9]- 7/A’râf: 156
[10]- 7/A’râf: 156
[11]-5/Mâide: 20-24
[12]- 5/Mâide: 25
[13]- 5/Mâide: 26