.
.

Ehlader Araştırma Bölümü

قَالَتْ الْأَعْرَابُ آمَنَّا قُلْ لَمْ تُؤْمِنُوا وَلَكِنْ قُولُوا أَسْلَمْنَا وَلَمَّا يَدْخُلْ الْإِيمَانُ فِي قُلُوبِكُم وَإِنْ تُطِيعُوا اللّٰهَ وَرَسُولَهُ لَا يَلِتْكُمْ مِنْ أَعْمَالِكُمْ شَيْئًا إِنَّ اللّٰهَ غَفُورٌ رَحِيمٌ

إِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ الَّذِينَ آمَنُوا بِاللّٰه وَرَسُولِهِ ثُمَّ لَمْ يَرْتَابُوا وَجَاهَدُوا بِأَمْوَالِهِمْ وَأَنفُسِهِمْ فِي سَبِيلِ اللّٰه أُوْلَئِكَ هُمْ الصَّادِقُونَ

Tercüme

Bedevi Araplar “İman ettik” dediler. De ki: “Siz iman etmediniz. Ancak “Müslüman olduk” deyin. Fakat iman henüz kalplerinize girişmemiştir. Eğer Allah’a ve elçisine itaat ederseniz, O, sizin amellerinizden hiçbir şey eksiltmez. Şüphesiz, Allah çok bağışlayan ve Rahimdir.”

Gerçek müminler yalnız o kimselerdir ki, Allah’a ve peygamberine iman etmiş, sonra şüphe etmemiş ve mallarıyla ve canlarıyla Allah yolunda cihat etmişlerdir. İşte doğrular onlardır.

Müfessirlerin çoğu bu ve bundan sonraki ayet için kısaca şöyle bir nüzul sebebi nakletmişlerdir:

Esedoğulları kabilesinden bir grup kuraklık ve kıtlık senesinde Medine’ye gelerek Peygamber’den (s.a.a) bir yardım alma ümidiyle kelimeyi şahadeti dile getirerek şöyle dediler: “Arap kabileleri bineklerine binerek seninle savaşa koyuldular. Ama bizler seninle savaşmak yerine çoluk çocuğumuzun elinden tutup sana geldik. Onlar bu sözlerle Peygamber’i (s.a.a) minnet altına koymaya çalışıyorlardı.

Bunun üzerine bu ayet ve sonraki ayet nazil olarak onların imanının zahirde olduğunu ve henüz kalplerine inmediğini bildirdi! Bunun yanı sıra, eğer iman getirseniz bile Peygamber’i minnet altında bırakmaya hakkınız yoktur, bilakis Allah’ın sizi hidayete erdirmesinden dolayı sizin üzerinizde minnet etmeğe hakkı vardır.

Konumuz olan bu ayetlerde imanın hakikati ele alınarak şöyle buyrulmaktadır:

“Bedevi Araplar: “İman ettik” dediler. De ki: “Siz iman etmediniz. Ancak: “Müslüman olduk” deyin. Fakat iman henüz kalplerinize girmemiştir…”

Bu ayette açıklandığı üzere İslam ile imanın farkı şudur: İslam zahiri bir kanun konumundadır ve kelime-i şahadeti getirmekle bütün herkes Müslümanlardan sayılmakta ve kendisine İslam hükümleri uygulanmaktadır.

Ancak iman insanın batınıyla ilgili bir hakikattir. Onun yeri dil ve zahir olmayıp, bilakis kalptir.

İslam dinine girmenin çeşitli sebeplerden kaynaklanması mümkündür. Hatta bazen maddî ve kişisel çıkarlar bunlardan birisi olabilir. Ancak iman etmenin kesinlikle manevî boyutu ve sebebi vardır ve ilim ve bilgiden kaynaklanmaktadır. İşte bu yüzden onun dallarında hayat bahşeden takva meyvesi bitmektedir.

Bu olay Peygamber’in beyanında açık tabirlerle şöyle açıklanmaktadır:

“İslam açık bir iştir ama imanın yeri ise kalptir.”[1]

İmam Cafer Sadık’tan (a.s) nakledilen bir hadis-i şerifte şöyle buyrulmaktadır:

“İslam ile insanın kanı korunmuş, emanetinin ona geri verilmesi şart olmuş, onunla evlenmek caiz kılınmıştır. Ancak sevap imanladır.”[2]

Yine bu nedenledir ki, bazı rivayetlerde, İslam anlam olarak sadece sözle ikrara denilmektedir. Oysaki iman, sözle ikrarın yanı sıra amelle birlikteliği gerektirdiğinden dolayı, şöyle buyrulmaktadır:

“İman ikrar ve ameldir. İslam ise amelsiz ikrardır.”[3]

Bu husus başka bir tabirle İslam ve iman konusunda açıkça belirtilmiş olan bir mevzudur. Fuzeyl b. Yesar şöyle der: İmam Sadık’tan (a.s) şöyle işittim:

“İman, İslam ile ortaktır. Ama İslam, iman ile ortak değildir (yani diğer bir tabirle her mümin Müslüman’dır ama her Müslüman mümin değildir.) Hiç kuşkusuz iman kalbe yerleşendir. İslam ise nikâh, miras ve kanın korunması gibi kuralların uygulanmasını gerektiren şeydir.”[4]

Ancak anlam yönünden var olan bu farklılık, iki sözcüğün birbiri ile karşı karşıya geldiği ve değerlendirildiği durumlardadır. Fakat her ne zaman yalnız olarak kullanılacak olurlarsa, İslam sözcüğünün anlam ve mana olarak man sözcüğü yerine kullanılması da mümkündür. Yani her iki sözcük bir anlamda kullanılabilinir.

Sonra ayetin devamında şöyle devam edilmektedir:

“…Eğer Allah’a ve elçisine itaat ederseniz, O, sizin amellerinizden hiçbir şey eksiltmez.”

“Şüphesiz, Allah çok bağışlayan ve Rahimdir.”

“La yelitkum” kelimesi “Leyt” sözcüğünden türemiştir ve anlamı, “hakkından az koymamak” olarak geçmektedir.[5]

Son cümleler aslında Kur’ân-ı Kerim’in temel esaslarından olan, amellerin kabul şart için gerekli olan iman konusuna değinmektedir. Şöyle buyrulmaktadır: Eğer Allah’a ve Peygamber’e (s.a.a) kalpten iman ederseniz, bunun kendisi de yine Allah ve Peygamber’in (s.a.a) emirlerine itaatin bir göstergesidir. İşte o zaman yaptıklarınız değer kazanır ve Allah en küçük iyiliğinizi bile kabul eder ve mükâfatlandırır. Hatta bu imanın bereketiyle günahlarınızı da affeder. Çünkü O, çok bağışlayan ve Rahimdir.

Öyle ki, İnsanın batını ile ilgili olan bu iş, yani iman konusu kolayca elde edilebilecek basit bir mevzu olmadığı için bir sonraki ayette onun alametlerine değinilmektedir. Bu alametler, mümin ile Müslümanı, doğrucu ile yalancıyı ve aşk ile Peygamber’in (s.a.a) davetine lebbeyk diyenlerle can ve mal korkusuyla Müslüman olanları kolayca ayırtmaktadır:

“Gerçek Müminler yalnız o kimselerdir ki, Allah’a ve peygamberine iman etmiş, sonra şüphe etmemiş ve mallarıyla ve canlarıyla Allah yolunda cihat etmişlerdir…”

Evet! İmanın ilk alameti İslam yolunda şüphe ve iki yürekli olmamaktan geçmektedir. İkinci alameti insanın malıyla cihat etmesidir. Hepsinden önemli olan üçüncü alameti ise nefis ile cihat etmektir.

Böylece İslam en açık ve belirgin örnek ve nişaneler üzerine durmuştur, şöyle ki; Sebat ve direniş, bir taraftan tereddüt ve şüphe etmemek, diğer taraftan mal ve canını feda ederek, çalışmak.

Nasıl olur! Mahbubunun yolunda malından ve canından geçen kimsenin kalbine iman yerleşmez?! İşte bu yüzden ayetin sonunda şöyle buyurmaktadır:

“…İşte doğru olanlar onların ta kendisidir.”

Hakiki müminler ile zahiri görünüşe göre Müslüman olmuş kimseleri tanımak için Kur’ân-ı Kerim tarafından belirtilmiş olan bu ölçü, sadece Beni Esed kabilesinin fakirlerine ait değildir ve bütün zamanlarda geçerli olan açık bir ölçüdür. Bu ölçü, hakiki müminler ile her yerde İslam’dan bahsedip kendilerini Peygamber’den alacaklı duruma getiren ama amellerinde imandan en ufak bir eser görülmeyen yalancı kimseleri ayırmaktadır.

Onların karşısında olanlar sadece iddiada bulunmamak ve beklentilerinin olmaması bir tarafa, bilakis her zaman kendilerinde kusur ve eksiklik görmüşlerdir ve diğer taraftan da fedakârlık ve özveri sahnelerinde de bütün herkesten önde olanlar işte onlardır. Eğer Kur’ân-ı Kerim’in gerçek müminleri değerlendirme ölçüsüyle bir değerlendirme yapacak ve bu ölçüyü kullanacak olursak, milyonlarca Müslümanlık iddiasında bulunan kimseden ne kadarının gerçek mümin olarak kalabileceği ve ne kadarının zahiri Müslüman olarak kalabileceği belli değildir?!


[1]     Mecmeu’l-Beyan, c.9, s.138.
[2]     Usul-u Kafi, c.2 İslam kanı korur bab-ı, hadis, 1.
[3]     Usul-u Kafi, c.2 İslam kanı korur bab-ı, hadis, 2.
[4]     Usul-u Kafi, c.2 İman İslam ile ortaktır bab-ı, hadis, 3.
[5]     Dolayısıyla yukarıdaki fiil, Ecvefi yayi olmaktadır. Her ne kadar “Velt” (Misali va-vi) de bu anlama gelse bile.