.
.
Ehlader Araştırma Bölümü
Ruhullah Musevi Humeyni
“el-hamdu lillâhi”
Yani bütün övgüler uluhiyetin mukaddesatına aittir. Ey aziz! Bil ki bu mübarek kelimenin altında has, hatta hasların hassı, tevhidin sırrı yatmaktadır. Bütün hamd edenlerin övgüsünün Hak Teâla’ya mahsus oluşu, burhan hasebiyle de hikmet ashabının ve yüce felsefe önderlerinin yanında aşikardır. Zira burhanla açıklığa kavuştuğu gibi bütün varlık âlemi, Hz. Hakk’ın geniş feyzi ve genişleyen gölgesidir. Bütün zahirî ve batınî nimetler, hangi nimet sahibinden olursa olsun, zahir ve halkın görüşü hasebiyle yüce ve celil olan Hak Teâla’ya mahsustur. Hiçbir varlığın bunda bir ortaklığı söz konusu değildir. Hatta sayısal ortaklık dahi sıradan felsefe ehli nezdinde söylenen bir ifadedir, yüce felsefe ehli nezdinde değil! O halde hamd, nimetler ve ihsanlar karşısında olduğundan ve varlık âleminde de Hakk’tan başka bir nimet verici bulunmadığından, bütün hamd ve övgüler O’na mahsustur. Hakeza O’ndan ve O’nun cemalinden başka bir cemal ve celil de yoktur ve dolayısıyla da bütün övgüler O’na irca etmektedir.
Başka bir tabirle her öven kimsenin övgüsü nimet ve kemal ciheti karşısındadır. Onu eksikleştiren ve sınırlayan nimet ve kemalin mahallinin ise, sena ve övgüde hiçbir etkisi yoktur ve hatta ona aykırıdır. Dolayısıyla bütün övgü ve hamdler kemal ve cemal olan rububiyet payına dönmektedir; noksanlık ve sınırlamadan ibaret olan yaratık payına değil.
Başka bir tabirle bütün yaratıkların üzerinde yaratıldığı ilahi fıtratlardan biri de nimet veren kimseyi övmek, şükretmek ve tam bir şekilde hamd etmektir. İlahi fıtratlardan biri de noksanlık, nakıs ve nakıs kılan şeyden nefrettir. Her türlü katışıklık ve noksanlıktan halis olan mutlak nimet ve her noksanlıktan münezzeh tam kemal ve cemal, Hakk’a mahsus olduğu ve diğer varlıklar da mutlak nimetleri ve mutlak cemali noksan kıldığı ve sınırladığı, artırmadığı ve teyit etmediği hasebiyle de, bütün insanların fıtratı Allah’ın mukaddes zatını övmektedir ve diğer varlıklardan nefret etmektedir. Sadece kemal memleketlerinde ve aşk şehirlerinde seyretme hasebiyle, Zülcelal’in zatında fani olan varlıklara aşk ve muhabbet ve övgü ise, Hakk’a aşık olmanın ve Hakk’ı övmenin bizzat kendisidir.
“Allah’ın haslarının sevgisi Allah sevgisidir.”[1]
Buraya kadar zikredilenler de kesret hicaplarında olan orta halli kimselerin makamı hasebiyledir. Bunlar gizli ve en gizli şirkin bütün mertebelerinden münezzeh olmamış ve hulus ve ihlas mertebelerinin kemaline erişmemiş kimselerdir. Ama bazı özel haletlerde fani olan kalp ashabının irfanı hasebiyle, bütün nimetler, bütün kemal, celal ve cemaller zatî tecellinin suretidir ve bütün övgüler Hak Teâla’nın mukaddesatına aittir. Hatta övgü de O’ndan ve O’nun kendisine yapılan övgüdür.[2] Nitekim bismillahın elhamdulillaha aidiyeti de bu anlama işaret etmektedir. Bil ki Allah’a seyr-u sülûk eden ve Allah yolunda cihad eden bir kimse, marifetlerin bu ilmî sınırıyla yetinmemeli, ömrünü hicaplar, hatta en büyük hicaplar olan istidlaller yolunda harcamamalıdır. Çünkü bu aşamayı tahtadan ayakla[3], hatta Süleyman’ın kuşu[4] ile kat etmek bile mümkün değildir. Bu vadi kutsal varlıklar vadisidir. Bu merhale takva sahiplerinin merhalesidir. Makam, şeref, kadın ve çocuk sevgisinin ayakkabıları çıkarılmadan, itimat asası atılmadan ve başkasına teveccüh kenara itilmeden, halis kimselerin makamı ve kutsalların menzili olan bu mukaddes vadiye ayak basmak mümkün değildir. Eğer sülûk eden kimse bu vadideki ihlas gerçeklerine ulaşır, kesret ve hayal içinde hayal olan dünyaya sırt çevirirse, enaniyetinden geriye bir şeyler kalmış olsa bile, gayb âleminden kendisine yardım edilir. İlahi tecellilerle enaniyet dağı yok olur. Kendisi için “sa’k ve fena” hali meydana gelir. Bu makamlar dünya ve lezzetleri dışında bir şeyden haberdar olmayan ve şeytani gururdan başka bir şey tanımayan katı kalplere çok uyumsuz gelir ve bunları birer vehim olarak değerlendirir. Oysa tabiat ve dünya hakkındaki sahip olduğumuz fena -ki bu âlemden her açıdan daha zahir olan bütün gayp âlemlerinden ve hatta zuhurun zatına özgün olduğu Allah’ın mukaddes zatından ve zatî sıfatlarından gaflet etmiş bulunmaktayız ve o âlemler ile yüce ve celil olan Hakk’ın mukaddes zatını isbat etmek için bürhan ve istidlallere sarılmaktayız- irfan ve sülûk ehlinin iddia ettiği fenadan aşama olarak çok daha garip ve ilginçtir.
“Bu hikayeler hayret içinde hayrettir...
Allah hasları, daha has olanların ahvalini görünce kendilerinden geçerler.”[5]
Eğer metindeki “ehas” kelimesi “sad" ile olursa bunun hayret edilecek bir yeri yoktur. Zira nakıs varlığın kamildeki fenası, doğal ve ilahi sünnetle uyumlu bir iştir. O halde hayret “ehas” kelimesinin "sin” harfiyle okunduğu yerdedir. Nitekim şu anda da bütün bizim gibiler için bu fena ve kendinden geçme tahakkuk etmiş bulunmaktadır. Öyle ki kulak ve gözlerimiz tabiata gömülmüş ve gayb âleminin olaylarından tümüyle habersiz bulunmaktayız.
* *
Rivayet ve İnceleme
Bil ki zahir ve edeb âlimlerinin dediğine göre “hamd” dil ile iradi olan bir güzelliği övmektir. Onlar (zahir ve edebiyat âlimleri) bu etten dil dışında, bütün dillerden gafil oldukları için, Hak Teâla’yı tesbih ve hamdetmenin, hatta zat-ı mukaddes’in mutlak sözlerinin bir tür mecaz olduğunu söylemektedirler. Hakeza varlıkların tesbih ve hamdını da mecazi olarak değerlendirmektedirler. Dolayısıyla da Hak Teâla’da tekellümün (konuşmanın), kelam icad etmekten ve diğer varlıklar hususunda ise tesbih ve hamdetmeyi zatî ve tekvinî bir işten ibaret olduğunu söylemektedirler. Bunlar, konuşma hakikatini kendi türlerine has kılmakta, yüce ve celil Hak Teâlâ’nın mukaddes zatını ve diğer varlıkları konuşmayan, hatta neuzu billah dilsiz saymaktadırlar. Bunun, mukaddes zatı tenzih etmek olduğunu sanmaktadırlar. Oysa bu bir sınırlama ve hatta aklı iptal etmektir ve Hak Teâla bu tenzihten münezzehtir. Nitekim Ehl-i Sünnet’in tenzihlerinin çoğu birer sınırlama ve teşbihtir. Biz daha önce de lafızların mutlak ve genel anlamlar için vazedilme niteliğini beyan etmiştik.
Şimdi de şöyle diyoruz: “Biz bu ilahi gerçeklerde lügavi doğruluğun veya hakikatin lazım geldiği endişesini taşımıyoruz. Aksine bu konulardaki ölçü, kullanmanın ve akli hakikatlerin sıhhatidir. Gerçi önceki açıklama hasebiyle, lügavi hakikatler de isbat edilmişti. Dolayısıyla diyoruz ki lisan, tekellüm, kelam, kitabet, kitap, hamd ve methetmenin vücudî neşetler hasebiyle birtakım merhaleleri vardır ve bunlardan her biri de neşetlerden bir neşet veya vücud mertebelerinden bir mertebeyle uyum içindedir. Çünkü hamdetmek her hususta bir güzelliğe ve methetmek de bir cemal ve kemale vaki olmaktadır. Yüce ve celil olan Hak Teâla gaybî hüviyette, zatî ilmi hasebiyle cemil cemalini, ilim ve şuhud mertebelerinin en kemali ile müşahade ettiği için sevinmenin en şiddetli mertebesi ile, cemil zatına sevinmiştir. Dolayısıyla da zat için, Hz. Zat’ta tecelliler mertebesinin en yücesi olan ezeli tecelli ile tecelli etmiştir ve bu da, gayb hazretinde zat lisanı ile vaki olan zatî bir gürültü koparıştır. Bu kelami tecelliyi müşahede ise zatın duyuşudur ve bu zatın Hakk’ın zatını övmesi de, Hakk’ı övmektir ve diğer varlıklar bunu idrak etmekten acizdir. Nitekim son peygamber, Allah’a en yakın ve varlıkların en şereflisi olmasına rağmen acziyet itirafında bulunarak şöyle demiştir:
“Seni övmek mümkün değildir. Sen kendi övdüğün gibisin.”[6]
Bilindiği gibi hamd ve senayı saymak, cemal ve kemali tanımanın bir parçasıdır. Mutlak Cemal hakkında tam bir bilgi elde etmek ise mümkün değildir. Dolayısıyla da hakiki bir hamd vaki olamaz ve marifet ashabının marifetinin nihayeti ise acziyet irfanıdır.
Marifet ehli, Hak Teâla’nın beş dille kendini övdüğünü söylemektedir. O diller mutlak zat dili, gaybi ehadiyet dili, cemî vahidiyet dili, tafsili esma dili ve a’yan (özdekler) dili ve bunlar; vücudî kesret dili olan a’yanî (özdeksel) mertebelerin sonuna dek, evveli meşiyet dili olan, zuhur dilinden ayrıdır.
Bil ki bütün varlıklar için bir takım nasipler, hatta salt hayat olan gayp âleminden bir takım nasipler vardır ve hayat bütün vücud âleminde caridir. Bu konu yüce felsefe erbabı nezdinde burhanla ispatlanmış, kalp ve marifet ashabı nezdinde ise müşahade ve görmekle sabittir. İlahi ayet-i şerifeler ve vahiy velilerinin (a.s) rivayetleri de buna tam bir şekilde delalet etmektedir. Genel felsefe ehlinden örtülü kalanlar ve varlıkların konuşmasını derk edemeyen zahir ehli, bunu tevil etmeye çalışmışlardır. İlginç olanı da şudur ki, zahir ehli, felsefe ehlininin Allah’ın Kitabını kendi akılları hasebiyle tevil ettiklerini ifade etmektedirler. Kendileri varlıkların konuşmasını derk etmedikleri için bütün açık ayetleri ve sahih hadisleri tevil etmektedirler. Oysa bu konuda hiçbir delile de sahip değillerdir. Dolayısıyla da hiçbir burhanları olmadığı halde sadece uzak ihtimal gördükleri sebebiyle, Kur’an’ı tevil etmektedirler. Özetle vücud âlemi, hayatın aslı, ilim ve şuurun hakikatidir. Varlıkların tesbihi de iradi, bilinçli ve sözlü bir tespihtir; örtülü kimselerin söyledikleri gibi zatî ve tekvini değil. Bütün varlıklar vücuttan aldıkları nasip hasebiyle azameti yüce Allah’ın makamı hakkında bir bilgiye sahiptirler. Tabiatla meşgul olma ve kesrete gömülme hususunda, hiçbir varlık insan gibi değildir. Bu açıdan da insan bütün varlıklardan daha örtülüdür. Beşeriyet örtüsünden dışarı çıkan kesret ve gaybiyet örtüsünü yırtan insanlar ise, örtüsüz olarak cemil cemali müşahede etmektedirler. Dolayısıyla bu kimselerin hamd ve övgüsü, bütün hamd ve övgülerden daha kapsamlıdır ve de Hakk’ı bütün ilahi boyutlarıyla, bütün isim ve sıfatlarla övmekte ve ibadet etmektedir.
* * *
Sonuç
Bil ki “elhamdulillah” kelime-i şerifesi beyan edildiği hasebiyle kapsamlı kelimelerdendir. Eğer bir kimse onun incelikleriyle ve hakikatleriyle Hakk’ı övecek olursa, beşerin gücünün dâhilinde olduğu kadarıyla Allah’a hamdetmiştir. Bu yüzden rivayet-i şerifelerde de bu anlama işaret edilmiştir. Nitekim bir rivayette yer aldığına göre İmam Bakır (a.s) bir gün evden çıktığında bineğini bulamadığı zaman şöyle buyurmuştur:
“Eğer merkep bulunursa hakkıyla Allah-u Teâlâ’ya hamdedeceğim.”
Merkep bulunduğu zaman İmam Bakır (a.s) merkebe bindi, elbisesini düzeltti ve şöyle buyurdu:
“Elhamdulillah.”[7]
Resulullah da (s.a.a) nakledilen bir rivayette şöyle buyurmuştur:
“Lailahe illallah terazinin yarısıdır, elhamdulillah ise teraziyi doldurur.”[8]
Bu da beyan ettiğimiz üzere “elhamdülillah” kelimesinin tevhidi de kapsadığı hasebiyledir.
Resulullah’tan (s.a.a) hakeza şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
“Kul, elhamdulillah deyince bu terazisinde yedi kat gökten ve yedi kat yerden daha ağırdır.”[9]
Hakeza Peygamber’in şöyle buyurduğu nakledilmiştir:
“Eğer Allah, kullarından bir kuluna bütün dünyayı verecek olursa ve o kul da buna karşılık elhamdulillah derse bu söylediği kendisine bağışlanan şeyden daha üstündür.”[10]
Hakeza Peygamber’in (s.a.a) şöyle buyurduğu nakledilmiştir:
“Allah nezdinde hiçbir şey elhamdulillah diyen kimsenin sözünden daha sevimli değildir. Bu sebeple Allah onunla kendini övmüştür.”[11]
Bu bölümdeki hadisler sayılamayacak kadar çoktur.
* * *
[1] Kaynağı bulunamamıştır.
[2] Allah’ın adıyla, bilmek gerekir ki elif-lam’daki iki ihtimal üzere bütün övgülerin özgünlüğü veya hamdın cinsi her ne kadar nedensellik dakik bir anlam taşısa da, felsefi nedensellikle çelişki halindedir. Kur’an dili ve evliyanın (a.s) irfanı olmaksızın yorumlanamaz.
[3] Mevlana’nın şu beytine işarettir: “İstidlalcilerin ayağı şu tahtadandır, tahtadan ayak ise çok dayanıksızdır. “
[4] Hafız’ın şu beytine işarettir: Ben Anka kuşunun konağına tek başıma varmadım / Bu aşamayı Süleyman’ın kuşu ile katettim.
[5] Mevlana
[6] Misbah’uş Şeria, 5. bab; Evali’l Leali, c. 1, s. 389
[7] Usul, Kafi, c. 3, s. 152, Kitab’ul İman ve’l Kufr, Bab-uş Şukr, 18. hadis
[8] Bihar’ul Envar, c. 90, s. 210; Emali-i Tusi, c. 1, s. 18’den naklen
[9] Mustedrek’ul Vesail, ; Alu’l Beyt kurumunun baskısı, c. 5, s. 314
[10] Mekarim’ul Ahlak, s. 307, el-Bab’ul Aşir el-Feslu’s Salis fi’t Tehmid (az bir farklılıkla)
[11] Kaynağı bulunmamıştır