.
.

Ehlader Araştırma Bölümü

Rahmân ve rahîm Allah’ın adıyla

E. Erdem

Velayetin Lügat Anlamı:

Velayet, "veli" kelimesinden türemiştir ve iki şeyin hiçbir engel olmaksızın birbirine yakınlığı ve yakınlaşması anlamına gelir. Aynı zamanda, Allah tarafından yaratıklara belirli bir görev ve makam tayin etme hakkı olarak da kullanılır.

Velayet Kavramı:

Velayet, en önemli ilahi farz olup tüm dini emirlerin ve semavi hükümlerin mihveridir. Velayet olmadan bu emirlerin anlamı tam olarak kavranamaz. Bu nedenle Allah Resulü (s.a.v.) çeşitli vesilelerle vilayeti insanlara açıklamış ve sırlarını onlara izah etmiştir. Nitekim İmam Bakır (a.s.) şöyle buyurmuştur:

"Allah Azze ve Celle, Resulüne Ali’nin velayetini tebliğ etmesini emretti ve veliyülemr’in velayetini de insanlara farz kıldı. Ama insanlar vilayetin ne olduğunu bilmiyorlardı."

"Bu yüzden Allah, Muhammed’e (s.a.v.) velayeti, namaz, zekât, oruç ve hac gibi diğer farzlar gibi açıklamasını emretti." Cebrail, Resulullah’a (s.a.v.) şöyle dedi:

"Şüphesiz Allah sana, itaati farz kıldığım kimsenin velayetini ümmetine öğretmeni emrediyor."

Bu, velayetin öğretilmesinin ilahi bir eğitim ve öğretime bağlı olduğunu ve bir öğretmen olmadan velayetin anlamının kavranamayacağını vurgulamaktadır. Bu sebeple, velayetin anlamı sorulduğunda:

"Ey Resulullah! Emir-ül Müminin’in (a.s.) velayeti sadece bazı müminler için mi yoksa herkes için mi geçerli?" diye sorduklarında, Allah Resulü (s.a.v.), Allah'ın emriyle şu şekilde cevap verdi:

"Onlara velayeti namaz, oruç, zekât ve hac gibi öğret ve açıkladığın gibi açıkla."

Yani; tüm insanlığa ait olduğunu açıkça vurguluyor.

Vilayetin Konumu:

Ali bin Ebu Talib’in velayeti, İslam'daki önemli kavramlardan biridir. Bu kavram, İmam Ali’nin (a.s.) imameti ya da onun imamlığının mertebelerinden ve görevlerinden birini ifade eder. Kur'an’da doğrudan İmam Ali’nin velayetine işaret edilmemiştir; ancak hadislerde ve tefsirlerde birçok ayetin velayete delalet ettiği açıklanmıştır. Ayrıca hadislerde İmam Ali’nin velayetinin yüksek konumu ve onun etkileri hakkında birçok rivayet bulunmaktadır. Örneğin, kutsi bir hadiste şöyle buyrulmuştur:

“Ali bin Ebu Talib’in velayeti benim kalemdir, kaleme giren kişi azabımdan korunur.”

Bu da İmam Ali’nin velayetinin, insanları azaptan koruyan bir sığınak olduğunu gösterir. Velayet, insanın yaratılışındaki asıl amaç ve gayedir. Allah’ın emrini tebliğ eden Muhammed ve Ehl-i Beyt’in (a.s.) velayetine amel ederek, insanlar Allah’ın rabliğine yakınlaşır ve kendilerini terbiye ederler. Peygamberler de insanlardan velayeti kabul etmeleri ve bilmeyenlere bunu öğretmeleri için ahit almışlardır. Sonuç olarak, peygamberlerin gönderilişinin amacı insanları, kendi kusurları gibi olan diğer insanların velayetinden kurtarıp, Ali’nin (a.s.) vilayetine davet etmek olmuştur.

Sonuç:

Ali bin Ebu Talib’in (a.s.) velayeti, Allah’ın velayeti ile aynı kaynaktan gelir ve aynı etkileri taşır. Ali’nin velayeti, Allah’ın velayetidir ve insanların terbiyesi ve ıslahı içindir. Allah, Resulü ve Ehl-i Beyt (a.s.) kıyamete kadar bizim işlerimizde, mallarımızda ve nefsimizde velayet sahibidir. Bu nedenle, bu üç alanda yaşadığımız değişiklikleri kendi kusurumuz olarak kabul etmeli ve Muhammed ve Âl-i Muhammed’in velayetine itaat etmeliyiz. Aksi takdirde, olayları görmezden gelirsek ve bunların bizimle olan ilişkisini inkâr edersek, bizi kusurlarımızı kabul etmeye yönelten velayete tam olarak amel edemeyiz. İmam (a.s.), velayetin kıyamete kadar işlerimizde, mallarımızda ve nefsimizde geçerli olduğunu ve belli bir zaman ya da mekânla sınırlı olmadığını beyan etmiştir.

*  *  *

Velayetin Önemi:

Velayet, İslam’ın temel ve esas ilkelerinden biri olarak, hükümlerin, sünnetlerin, helallerin ve haramların belirlenmesinde büyük etkiye sahiptir. Bu velayet, insanları kusurlarını kabul etmeye çağıran bir güç olarak çok büyük öneme sahiptir. Resulullah (s.a.v.) velayete diğer her şeyden daha fazla önem vermiştir. Çünkü vilayete bağlılık olmadan, insanların alışkanlıkları onları ibadet etmeye yönlendirse bile, ilahi hükümlerin yerine getirilmesi tam bir sonuca ulaşmaz. Aşağıdaki hadisler velayetin önemini daha da açıklar:

İmam Sadık (a.s.) şöyle buyurmuştur: “İslam beş temel üzerine kurulmuştur: namaz, zekât, oruç, hac ve velayet. Fakat velayete davet edilmedikçe bunların hiçbiri kabul edilmez.”

İmam Sadık (a.s.): “Allah, peygamberini her mertebeye yükselttiğinde, ona emirlerden ve farzlardan önce Emir-ül Müminin ve imamların velayetine vurgu yaptı.”

Emir-ül Müminin Ali (a.s.): “Allah’ın kullarına farz kıldığı yükümlülüklerin sınırları beştir: namaz, zekât, hac, oruç ve velayet. Velayet, bu dört farzın koruyucusudur ve bütün farzların, sünnetlerin ve dini işlerin bekçisidir.”

Sonuç:

Velayet, hükümlerin kaynağı olduğu için hükümlerin önünde gelir ve hükümlerin değişimden, tahriften ve bozulmaktan korunması açısından ise hükümlerin arkasında yer alır. Eğer kusurlu yaratıklar, kendi kusurlarını kabul edip, hal değişimini bir kusur olarak tanımlayan velayeti kabul ederlerse:

Birincisi, şartlar içinde farz olan emir ve hükümlere uyarlar.

İkincisi, hükümlerin değişim ve tahriften korunmasını sağlarlar.

Bu nedenle İslam’ın temeli beş sütun üzerine kurulmuştur: Namaz, zekât, oruç, hac ve velayet. Velayet, bu beş farzı ve tüm dini yükümlülükleri korur. Ancak insanlar bu beş temel ibadetten sadece dördüne önem vermiş, velayeti ise ihmal etmişlerdir. Örneğin, İmam Sadık (a.s.) şöyle buyurmuştur:

“Allah, Peygamberini her defasında miraç’a çıkardığında, emirlerden ve farzlardan daha çok, Emirü’l-Müminin’in ve İmamların velayetini vurgulamıştır.”

Bu demektir ki velayet, dini hükümlerin korunması ve uygulanması için çok önemli bir temeldir ve velayeti kabul etmeden ilahi emirlerin tam anlamıyla yerine getirilmesi mümkün değildir. Hadislerde geçen bu açıklamalar, velayetin dinin ayrılmaz bir parçası olduğunu ve velayeti kabul etmeden dini hükümlerin tam anlamıyla uygulanamayacağını göstermektedir.

Allah, cimrilik, haset ve kibir gibi kusurların insan doğasında yer almasını, Ehl-i Beyt’in (a.s.) masum velayeti ile aşılmasını istemiştir. Çünkü onların velayeti, ilahi hükümlerin konulması ve korunmasının temelidir. Bu yüzden ancak kendi kusurlarımızı kabul edip, hal değişimimizi kusurlarımızın bir işareti olarak gördüğümüzde, Ali bin Ebu Talib’in (a.s.) velayetini kabul edebilir ve onun temizleyici etkisinden yararlanabiliriz. Ancak hal değişimimizi başkalarının kusurları olarak görürsek, Allah’ın lütuflarından mahrum kalırız. Bu nedenle şöyle buyrulmuştur:

“Ya Ali! Kim senin velayetini inkâr ederse, Allah’ın rabliğini inkâr etmiştir.”

Ali bin Ebu Talib’in (a.s.) velayeti, kalbin arınmasına vesile olur ve ona uymak, kalpteki kusur ve kirlerin zamanla yok olmasına neden olur. Örneğin “Ve size gökten yağmur indirir ki onunla sizi temizlesin” ayeti, bu “yağmur”un Ali’nin (a.s.) vilayeti olduğunu ve Allah’ın onunla kalpleri temizlediğini belirtir.

Şii hadislerine göre, Peygamberimizin (s.a.v.) ve Emirü’l-Müminin’in (a.s.) vilayetine uymanın sonucu, Hz. Fatıma’nın (s.a.) eliyle ortaya çıkar ve kalbin kusurlar ve kirlerden arındırılmasına yol açar. Onun özel selamında da şöyle denir:

“Allah’ım! Eğer onların vilayetini kabul etmede samimi isek, bizi en yüksek derecelere ulaştır ve velayet sayesinde temizlendiğimizi bize bildir.”

Bu noktalar, Ehl-i Beyt’in (a.s.) velayetinin, kusurlarımızı tanımamıza ve onları düzeltmemize yardımcı olduğunu, aynı zamanda Allah’ın lütuflarından yararlanmamıza ve kalbimizi temizlememize vesile olduğunu göstermektedir.

*  *  *

Velayet İnancı:

Emirü’l Müminin Ali'nin (a.s.) velayetine inanmak, temelde onun İslam’daki dini ve ahlaki yollardaki rehberliğini kabul etmek anlamına gelir. Emirü’l Müminin Ali'nin (a.s.) velayetini inkâr etmek, insanın amellerinin geçersiz olmasına yol açar. Çünkü velayet olmadan yapılan ibadetler, güçlü bir fırtınanın savurduğu kül gibidir. İmam Sadık (a.s.), “Müslümanlar, Rablerine karşı inkâr ederlerse, amelleri sert bir rüzgârın savurduğu kül gibi olur” ayetini tefsir ederken şöyle buyurmuştur:

Dinin Direği Dinin Direği

“Her kim Emirü’l Müminin’in (a.s.) velayetini inkâr ederse, onun ameli sert bir rüzgârın savurduğu kül gibi olur.”

Yine İmam Sadık’tan (a.s.) nakledilen bir hadis şöyledir:

“Kanber! Allah’a yemin ederim ki, bizim Ehl-i Beyt’in velayetine kesin bir şekilde inanan bir kişi, bin yıl ibadet eden birinden daha iyidir. Eğer bir kul bin yıl boyunca Allah’a ibadet eder ve Ehl-i Beyt’in velayetine inanmazsa, ibadeti kabul edilmez. Ancak bir kul bin yıl ibadet eder ve bizim velayetimize inanırsa, yetmiş iki peygamberin amelinden daha fazlasını sunsa dahi Allah onun amelini kabul eder. Ama eğer vilayet olmadan ibadet yaparsa, cehennem ateşine atılacaktır.”

Bu hadis, velayet olmadan yapılan ibadetlerin değersiz olduğunu gösterir; çünkü Ehl-i Beyt’in (a.s.) velayetini kabul etmek, ibadetlerin kabulü için temel şarttır. Aslında, Ehl-i Beyt’in (a.s.) velayeti için gerekli olan, inançsal yeterliliktir. Dini yükümlülüklerin yerine getirilmesi için fiziksel ya da maddi yeterlilik gerekse de, Ehl-i Beyt velayeti için yalnızca inanç yeterlidir.

Bu nedenle hadislerde şöyle geçer:

“Allah, kullarına beş şeyi farz kılmıştır; dördünde izin vermiştir, ancak bizim Ehl-i Beyt’in velayetinde hiçbir izin vermemiştir.”

“İslam beş şey üzerine kurulmuştur: Namaz, zekât, oruç, hac ve Ehl-i Beyt’in vilayeti. Dördünde mazeret durumları olabilir, ancak vilayet konusunda izin yoktur.”

Bu noktalar, Ehl-i Beyt’in (a.s.) velayetinin İslam’da iman ve ibadetin temeli olduğunu gösterir. Ehl-i Beyt’in (a.s.) velayeti olmadan, dini ibadetlerin anlamı kalmaz ve kabul edilmez. İmamlar (a.s.) bu hadislerde, Allah’ın kullarına beş şeyi farz kıldığını belirtirler: Namaz, zekât, oruç, hac ve Ehl-i Beyt’in velayeti. Bu beş farzdan dört tanesinde Allah izin ve mazeret tanımış, hastalık veya yolculuk gibi durumlarda farzların yerine getirilmemesine izin vermiştir. Ancak Ehl-i Beyt velayetinde böyle bir mazeret bulunmamaktadır.

Ehl-i Beyt velayetini kabul etmek için sadece inanç yeterlidir. Bu inanç, Ehl-i Beyt'in rehberliğini kabul etmek ve dini ve ahlaki yollarında onlara uymak anlamına gelir. Dolayısıyla, velayet olmadan yapılan ibadetler, boş ve anlamsız kabul edilir. Ehl-i Beyt’in velayeti olmadan yapılan diğer ibadetler, dini ve imani değer taşımayacaktır.

Velayet, İslam'da Allah’ın emanetidir ve bu emanet, insanlar üzerinde bir sorumluluk olarak verilmiştir. Bu emanet, insanların İmamların (a.s.) belirlediği dini ve ahlaki hükümleri yerine getirmelerini sağlar. Emaneti kabul etmek, kişinin kendi kusurlarını tanıması ve hal değişimini bir kusur olarak kabul etmesiyle mümkündür.

İslam şeriatında ima (ta'riz) yönteminin kullanılmasının başlıca nedenleri şunlardır:

Dini öğretilerin ebedileştirilmesi ve genişletilmesi: Ta'riz, dini kavramların her zaman ve koşulda geçerli ve etkili olmasını sağlar. Açık bir ifade yerine ima kullanılması, zamanla değişebilecek durumların önüne geçer ve öğretinin sürekliliğini temin eder. Yani;

Dini kavramların değiştirilmesi ve tahrif edilmesinin önlenmesi: Düşmanlar tarafından dini kavramların değiştirilmesini veya tahrif edilmesini engellemek için, ta'riz yöntemi tercih edilir. Bu yöntem, inançlarda sapmaların oluşmasını engeller.

Rahmetin gerçekleşmesi için zemin hazırlamak: Bu yöntem, dünyada cezanın ertelenmesi ve şeriatın devamlılığını sağlamak için kullanılır. Günahlar için hızlı ve anlık cezalar yerine, daha geç bir zamanda ilahi rahmetin tecellisine fırsat tanır.

Bu nedenler, İslam’da ima (ta'riz) yönteminin, dini kavramların korunması ve sürekliliği için, sapmaların ve tahriflerin önlenmesi açısından büyük bir öneme sahip olduğunu göstermektedir.

Velayetin İma Yoluyla Sunulması:

Velayet, insanın kusurlarını ve eksikliklerini kabul ederek, onları ilahi velayet çerçevesinde düzeltmeye çalışması anlamına gelir. Bu durum, peygamberlerin gönderilişine dair bir hadiste vurgulanmıştır.

Ayetler:

"Şüphesiz Allah Teâlâ, Muhammed’i hak ile gönderdi ki kullarını kulların kulluğundan alıp Allah’a kulluk etmeye, kulların itaatinden alıp Allah’a itaate ve kulların velayetinden alıp Allah’ın velayetine çıkarsın..."

---------------------

Kaynak: el-Kafi, c. 1, s. 192.
Kaynak: el-Kafi, c. 2, s. 18.
Kaynak: el-Kafi, c. 2, s. 21.
Kaynak: Bihar’ul-Envar, c. 38, s. 78.
Editör: Hasan Bedel