.
.
Ehlader Araştırma Bölümü
Vahiy gerçekte; madde ötesi bir âlem ile madde âlemi arasındaki irtibattan ibarettir. Buna göre de hemen şu soru akla gelmektedir:
İrtibatta bulunan her iki tarafın uyuşması şarttır, oysa vahyi alındığı yer ve vahyi alan arasında bu uyum bulunmamakta. Peki, bu nasıl gerçekleşmektedir? Ayrıca vahyin inişi ve nazil edilmesi belli bir yön ve mekânı gerektirmektedir, fakat madde ötesi âlemin maddî hiçbir özelliği kendisinde bulundurmadığını da göz önünde bulundurursak vahiy nasıl mümkün olabilir?
Batılılaşmaya kendilerini kaptıran bazı dini eğilimli aydınlar, buna dayanarak vahiy için değişik ve yeni bir açıklama getirerek, şöyle diyorlar:
"Peygamberlerin vahiy olarak adlandırıp, insanlara sundukları aslında içlerindeki düşüncelerinin yansımasıdır. Peygamberler toplumun iyiliğini isteyen ve sosyal reformlar yapmaya çalışan kimselerdi, akıllarına gelen bu olumlu düşünceleri vahiy ve bazen de melek olarak görmekteydiler. Dolayısıyla düşüncelerinin başkası tarafından içlerine doğduğunu zannettiler. Bu yüzden sözlerinde ve yazılarında bir takım yanlış öğretilerin bulunması çok doğaldır; çünkü bu insanların düşünceleri, o zaman ki içinde bulundukları toplumun fikir ve inançlarından etkilenmiştir. Zaten bu etkilenme sonucu bir takım sözler söylemiş, sonradan bunların yanlış olduğu ortaya çıkmıştır. Yoksa Allah, sözlerinde bu tür yanlış düşüncelerden uzaktır."
Allah tarafından gönderilen peygamberler hakkında bu şekilde açıklamalarda bulunmak, gerçekte nübüvveti inkârdır ve bu fikirde bulunanlar, peygamberleri hayalle gerçeği birbirinden ayıramayan saf insanlar yahut yalancılar olarak tanıtmaktadırlar. Hâlbuki peygamberlerin nasıl üstün bir makam sahibi, asla yalan konuşmayan ve gerçekleri çok daha iyi anlayan kimseler oldukları herkes için açıktır.
Bu düşüncede olan sözde aydınlar, iki büyük yanılgıya düşmüşlerdir:
1- Semavî vahiylerin örneklerini inceleyip araştırırken, tahrif edilmiş kitaplara ve yanlış yahut eksik tercümelere bakmışlardır. Bu yüzden de vahiyde bir takım yanlışların bulunduğu kanısına varmışlardır, oysa iyi bir araştırmacı öncelikle incelemiş olduğu kitabın doğruluğuna kesin güvenmelidir.
2- İnsanı sadece maddî özellikleri bulunan bir varlık olarak kabul etmişlerdir. Oysa insan yalnızca maddeden oluşmamaktadır; insanın bir maddî boyutu ve bir de maddî olmayan ruh boyutu bulunmaktadır. İnsanın melekutî yani ruhî boyutu hakkında Mevlâna Celaleddin-i Rumî bir şiirinde şunları söylemektedir:
“Ben melek idim ve yüce Firdevs mekânımdı,
Âdem bu harabeye getirdi beni.”
İmam Ali’ye (a.s) isnat edilen bir şiirde ise onun şöyle buyurduğu nakledilir:
“(Ey insan!) sen kendini küçük bir cisim mi zannediyorsun?
Hâlbuki evalim sende gizli, kâinatlar sende pinhan.”
Bu beyitlerde varlık âleminin tüm aşamalarının insan varlığında yatmış olduğu gerçeğinin altı çizilmektedir. İnsan ruhunun olduğunu kabul etmemizle, maddî olmayan bir âlemle irtibata geçmesi de olanaksız olmaktan çıkar. Öyleyse vahiy mümkündür. İnsanın ruhanî bir özelliğinin bulunduğu ve madde ötesi âlemle ilişki içerisinde bulunmasının imkânsız olmadığı kendi yerinde genişçe açıklanmıştır. Yine de vahyin daha iyi bir şekilde anlaşılması için, burada kısaca ayet ve hadisler ışığında bu konuyu açıklamaya çalışalım.
İnsanın Ruhsal Boyutu
İnsanın ruhsal boyutu çok eskilerden beri herkesin zihnini meşgul etmiş ve bu konu hakkında değişik araştırmalara itmiştir, öyle ki felsefe, kültür ve sanat alanlarında özel bir konuma sahip olmuştur. Aynı şekilde Kur’an ve hadislerde buna defalarca değinilmiş, İslam felsefesinde de genişçe işlenmiştir.
İnsan çift boyutlu bir varlıktır; ruh ve cisimden oluşmaktadır ve madde ötesi ile madde âlemi arasında yaşam sürdürmektedir. Ruh yönünden aşkındır; gökler ile irtibat halindedir, cisim yönünden de aşağıdır ve yeryüzüyle irtibat halindedir. Kur’an-ı Kerim insanın yaratılış aşamalarını açıkladıktan sonra, insanın sırf maddî özelliklerle yetinmediği ve yüce bir ruhun ona üflendiğini buyurmaktadır:
“Andolsun biz insanı, çamurdan (süzülüp çıkarılmış) bir özden yarattık. Sonra sperma halinde korunaklı bir yuvaya yerleştirdik. Sonra spermayı embriyoya dönüştürdük. Arkasından embriyoyu et parçasına dönüştürdük, arkasından et parçasından kemikler yarattık, arkasından kemiklere et giydirdik…”
Kur’an, buraya kadar insanın maddî yaratılışından bahsetmektedir ve sonraki ruhanî aşamayı şöyle buyurmaktadır:
“Sonra onu başka bir yaratışla insan haline getirdik. Yaratıcıların en güzeli olan Allah pek yücedir.”
Ayette geçen bu “başka bir yaratılış” insanın ruhudur ve ruh dört aylık cenin döneminden sonra ona üflenmektedir. Başka bir ayette de yaratılışın bu iki aşamasına değinilmektedir:
“O (Allah) ki, yarattığı her şeyi güzel yapmış ve ilk başta insanı çamurdan yaratmıştır. Sonra onun soyunu nütfeden, hakir bir suyun özünden çoğalttı. Sonra onu düzeltip tamamladı ve ruhundan ona üfledi. Size de kulaklar, gözler ve kalpler vermiştir. Ne de az şükrediyorsunuz.”
Burada ilginç olan nokta ise; insana üflendiği söylenen ruhun melekût âleminden olarak tanıtılıp, bizzat Rabbu’l Âlemin’in kendisine nispet verilmesidir, bu da insan ruhunun maddeden çok daha üstün olduğunu gösterir. İmam Cafer-i Sadık (a.s) bir hadisinde bu konu hakkında şöyle buyurmuşlardır:
“Yüce Allah bir varlığı yarattı, sonra bir ruhu yarattı ve daha sonra meleklerden birine ruhu ona üflemesini emretti.”
Sonuçta Kur’an’a göre insan sadece cisimden oluşmamaktadır, hem cisim ve hem de ruhtan oluşmaktadır; önce insanın cismi varlığı yaratıldı ve sonra ona sonsuz olan ruh verildi.
Felsefeye göre de insan sadece maddeden oluşan bir varlık değildir, yani sadece dıştan görmüş olduğumuz et, kemik ve deriden oluşmamaktadır; aksine görülmeyen başka bir boyutu daha bulunmaktadır ve insan o boyutla maddeden daha süstün bir makama ulaşmakta, cismaniyetin dört duvarından kendisini kurtarmaktadır.
Yukarıda söylediklerimize binaen, insan ruh ve cisimden oluşan iki boyutlu bir varlıktır. Ruhanî bir boyutunu kabul ettikten sonra, madde ötesi bir âlemle irtibata girmesi ve irtibat halinde olması şaşılacak bir mesele olmaktan çıkar, zira zaten maddeden farklı bir özelliğe sahiptir. Lâkin bu irtibatın niteliği bilinmemektedir, işte bu olay vahyin bir diğer versiyonudur.
Vahiy üstün ruhanî özelliklere ulaşmış kimselerde görülen ruhanî bir olaydır. Kendilerinde oluşturdukları özellikler neticesinde madde ötesi âlemle irtibata geçebilmekte ve bir takım öğretilere vakıf olabilmektedirler. Tüm bunların hepsi dış âlemde olup bitmekte ve dışarıdan onlara bildirilmektedir; onların içinde ve batınında oluşan olaylar değildir.
Buna göre, vahiy içsel bir durum veya düşünsel bir yaklaşım değildir, vahiy üstün bir âlemden ruhanî bilgilerin verilmesidir. Fakat biz bunun nasıl gerçekleştiğini asla bilemeyiz, evet vahiy vardır, insan başka bir âlemle irtibata geçe bilmekte, bir takım bilgileri alabilmektedir buna kesin inanmaktayız, ama bunun niteliği bizlere meçhuldür. Aslında anlamaya çalışmışızdır yani bu olayı maddî özelliklerle sınırlayıp yahut kelime ve cümlelerle açıklamamız olmuştur, lakin sonuçta yine maddî özelliklerden ileri geçememişizdir. Geçemediğimiz için de konu her zaman meçhul kalmıştır ve vahyin niteliği hakkında söylenen her şey mecaz, kinaye ve benzemeden başka bir şey değildir, velhâsıl hiçbir zaman gerçek niteliği belirtilememiştir.
Öyleyse vahiy; akla ters düşmemektedir, kabul edilebilir ve onu kabul etmek imanın bir parçasıdır, fakat bunun anlamak aklımızın ötesindedir çünkü bu ruhî olay maddî özelliklerle anlaşılmaz, sadece üstün ruhî özelliklere ulaşmış insanlar bunu anlayabilirler.