.
.

Ehlader Araştırma Bölümü 

 

Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için her şeyden önce belirtmek gerekir ki bazı Vahhabî mübelliğler Kur’an’ın bazı âyetlerini yanlış yorumlamakta, iddialarının aksine olan âyetleri ve sahih nebevî hadisleri göz ardı ederek akidelerini ispat ve başkalarına dayatma peşindeler. Ama Ehl-i Sünnet’ten insaflı olanlar onları reddediyorlar.

Bu bağlamda onlar, Resulullah’ın (s.a.a) vefatından sonra herhangi bir etkiye sahip olmayan, bugünkü durumlardan habersiz bir kimse olarak görmekte, bu yüzden ziyaret ve şefaatinin de faydasız olduğunu söylemekteler.[1] Bu akidelerinin mantıklı olduğunu göstermek için de soruda geçen iki âyeti güya delil olarak sunmaktalar.

Dolayısıyla ilk olarak yukarıdaki âyetleri analiz edip, onların bu âyetlere dayanarak iddialarını nasıl ispat etmek istediklerini anlatacak, daha sonra bu iddialarına cevap vereceğiz. Son olarak da Peygamber’in (s.a.a) vefatından sonra bile bu âlemi gördüğüne dair âyetleri delil olarak sunacağız:

1- Vahhabîlerin Delil Olarak Getirdikleri Âyetlerin İncelenmesi:

a) Bakara Sûresi 259. âyet, viran olmuş, kimsenin yaşamadığı bir şehri gördüğünde, meadı inkâr etmeden bu duruma şaşıran, toprak yığınlarının altında kalan ölülerinin nasıl dirileceği sorusu aklına takılan kimse hakkındadır.[2]

Bunun için Allah onu yüz yıl ölü olarak saklamış, sonra diriltmiştir. Dirilttikten sonra orada kaç gün kaldığını sorduğunda “Birgün veya onun bir kısmı” diye cevap vermiştir.

Vahhabîler diyorlar ki: “O şahıs yüz yıl boyunca bu dünyadan habersiz kaldığı için Allah’ın sorusuna “Birgünden az” diye cevap vermiştir. Öyleyse insanlar öldükten sonra zamanın nasıl geçtiğini anlamadıkları halde başkalarına nasıl etki edip fayda verecekler? Dolayısıyla ölülerle konuşmak abesle iştigaldir.”

b) Maide Sûresi 116 ve 117’de ise Hz. İsa’nın (a.s) Allah’ın kendisine soracağı “Ey Meryemoğlu İsa, sen misin insanlara, Allah’ı bırakın da beni ve annemi iki tanrı edinin diyen?” sorusuna karşılık “Hakkım olmayan bir sözü söyleyemem ki ben. Böyle bir söz söylediysem elbette bilirsin bunu. Benim içimde ne varsa hepsini mutlaka bilirsin sen. Fakat ben, senin bildiğini bilemem; içlerinde bulundukça onları gözetirdim, korurdum, fakat beni aldıktan sonra onların ne yaptıklarını sen gördün...” şeklinde verdiği cevap anlatılmaktadır.

Vahhabîler bu iki âyete dayanarak Peygamberlerin ümmetlerine yalnızca hayattayken ve onların içinde oldukları sürece nezaret edebileceklerine, öldükten sonra hiçbir şeyden haberlerinin olmadığına, bu yüzden onlarla konuşmanın ve bir şey istemenin manasız ve boşuna olduğuna inanmaktalar.

2- Vahhabîlerin Bu Âyetlere Yaptıkları Yorumların ve İddiaların Cevapları:

a) Birinci âyet hakkında demek gerekir ki Allah, insanları daha bu dünyada yaşarken bile belli bir bilinç seviyesinde tutmamıştır. Uyanıkken ve düşünürken çevresine karşı bir bilgisi vardır. Ama bir köşeye çekilip istirahat ettiğinde çevresindeki birçok olaydan haberi olmaz. Uykuya daldığında ise bilinci en alt seviyeye iner. Bununla birlikte insan, yukarıdaki durumların tümünde yaşamaktadır. Şiiler bütün ölülerin aynı seviyede olduklarını söylemiyorlar. Allah, onları kendisinin uygun gördüğü konumlarda tutar. Öyle ki ister iyilerden olsun ister kötülerden, kimileri yaşayanlar gibi hatta onlardan daha fazla bir bilinç ve bilgiye sahipken, kimileri de en azına bile sahip değillerdir. Şehitlerin yaşadığı konusuna bir sonraki bölümde ayrıca değineceğiz.

Buna göre Allah Teâlâ, doğal olarak ölülerin diriltilmesi hakkında az bir şaşkınlığa düşen kalbi imanla dolu kimseye kudretini göstermek için uzun süreliğine dünyayla irtibatını kesmeli, sonra bu irtibatı yeniden kurarak onun yakinini meada karşı çoğaltmalıydı. Ancak bu olaya bakarak “Dünyadan göçüp giden herkesin dünyayla irtibatı kesilir.” diye bir genelleme yapamayız. Aksine ileride de göreceğimiz gibi Allah bazı insanlara -şehitlere şehadetlerinden sonra verdiği gibi- bu gücü vermiştir.

Ayrıca Allah söz konusu âyette bile iki çeşit tutum sergilemiştir. Yani tamamen eşit şartlar altında o şahsın eşeği bu süre zarfında çürümüş ve geriye sadece kemikleri kalmışken yiyeceği bozulmamıştır.

Şimdi size soruyoruz: Acaba Allah, Peygamber (s.a.a) gibi birini vefatından sonra bile kendisiyle kulları arasında vasıta edemez mi? Nitekim dünyadan göçmeden önce Allah’la kulları arasında böyle bir vasıtalık birçok yerde vuku bulmuştur.[3] Böyle bir durum İslam akaidi ile tezat teşkil edebilir mi?

b) Bir insan fiziki varlığıyla topluma etki edebilir, insanlarla oturup kalkabilir, onları iyiliğe davet edip kötülükten sakındırabilir. Bazı kimselerin fiziki varlıklarının yanı sıra manevî varlıkları da etkilidir. Birçok Ehl-i Sünnet muhaddis ve müfessirinin de naklettiği bir rivayette Peygamberimiz (s.a.a) kendi manevî huzuru hakkında şöyle buyuruyor:

“Ben, ancak bir ayda ulaşılacak mesafede olan düşmanlarıma galip geldim. Bunun nedeni, Allah’ın onların kalbine saldığı korkudan dolayıdır.” [4]

Peygamberlerin ölüm, yolculuk, hapse düşme vb. gibi nedenlerden dolayı toplumla olan fiziki varlıklarının bağı kopmaktadır. Ama neye dayanarak böyle şeylerin onların manevî bağlarını da kopardığını söyleyebiliriz?

Maide Sûresinde Hz. İsa’dan (a.s) nakledilen şey, onun yalnızca fiziki varlığının sona erdiğini gösterir. Oysa müfessirlerin çoğuna göre bu irtibatın kesilmesi onun ölümünden dolayı değildir. Çünkü Müslümanların geneli Hz. İsa’nın (a.s) yaşadığına ve ahir zamanda fiziki olarak yeniden döneceğine inanmaktalar.[5] Bu esasa göre Hz. İsa’nın (a.s) söyledikleri, onun manevî huzurunun olmadığı manasına gelmez. Sadece fiziki olarak etki ettiği şeylerde artık etki edemeyecek ve direkt olarak takipçilerinin batıl akidelerine engel olamayacaktır. Onun (a.s) Allah’a: “Ölümümden sonra takipçilerime yalnızca sen nezaret edeceksin” diye arz etmesi manevî nezaretinin de son bulduğu manasına gelmez. O, insanın amellerine, melekler ve Peygamberlerin ötesinde gerçekte yalnızca Allah’ın nezaret ettiğini kastediyor. Kur’an’daki birçok âyet bu gerçeği ortaya koymaktadır. Örneğin Peygamberimiz’in (s.a.a) bazı eşlerini kınayarak eğer eziyetleri sürerse Allah’ın tek başına Onu destekleyeceği, Allah’ın yanı sıra Cebrail, imanlı kişiler ve meleklerin de destekleyeceği şeklindeki âyetler de bu türdendir.[6] Nasıl ki âyetteki sınırlama gibi görünen “Allah’tır onun yardımcısı” ibaresi Cebrail’in, meleklerin vs. velayet ve desteğini geçersiz kılmıyorsa Maide Sûresindeki “Beni aldıktan sonra onların ne yaptıklarını sen gördün” ibaresi de Hz. İsa’nın (a.s) manevî nezaretinin son bulduğuna delil olmayacaktır.

Yukarıda söylenenlerin yanı sıra şunu da unutmayın ki, Peygamber’in (s.a.a) zamanında yaşayan yüz binlerce Müslümandan çok azı direkt olarak Peygamberimizi görme, isteklerini bildirme ve şefaat dileme imkânına sahiptiler. Kaldı ki Kur’an-ı Kerim’de o çok az sayıdaki kimselere de Peygamber’e (s.a.a) haddinden fazla rahatsızlık vermemeleri, Onu (s.a.a) normal yaşamından alıkoyacak şeyleri yapmamaları tavsiye edilmiştir. Çünkü böyle şeyler Ona (s.a.a) sıkıntı vermekteydi. Onun da (s.a.a) hayâsı insanları etrafından dağıtmasına engel olmaktaydı.[7] Ama bir taraftan Kur’an’ın günah işlendikten sonra Peygamber’e (s.a.a) müracaat edilmesini tavsiye etmesi,[8] diğer taraftan bütün Müslümanların Peygamber’in (s.a.a) vefatından sonra ve hayattayken bile Müslümanların çoğunun kendisiyle fiziki irtibatları olmadığı için direkt istekte bulunamadıkları gerçeği göz önüne alındığında neredeyse Müslümanların tamamına yakınının Peygamber’le manevî bağının olmaması, Allah’ın böyle bir irtibatı herhangi bir şekilde sadece belli kişilerle, hatta iman ve itikatta başkalarına göre daha zayıf olanlarla sınırlaması adil bir durum mudur? Şiiler, Ehlibeyt İmamlarının öğretilerinden yola çıkarak onlarla şimdi bile böyle bir irtibatı kurabileceklerine ve şefaatlerine nail olabileceklerine inanmakta, bu konunun Peygamberimizle (s.a.a) bile sınırlı olmadığını diğer velilerin, şehitlerin de amellerimizi gördüklerini söylemekteler.

3- Vahhabîlerin Şüphelerini Ortadan Kaldıran Âyetler:

Bu şüphelere yeterli cevap verildi ama konuyu tamamlamak ve daha fazla mutmain olunması için şu anda bizimle dünyada olmadıkları halde yaşayan kimselerin olduğunu söyleyen birkaç âyeti getirip konuyu kapatacağız:

a) Allah Teâlâ, Kur’an’da Peygamberimiz’e (s.a.a) “Senden önce gönderdiğimiz peygamberlerden sor: Rahmandan başka kulluk edilen mabutlar yarattık mı?”[9] diye hitap etmektedir.

Şimdi soruyoruz: Peygamberimiz, bir şeyi geçmişte vefat eden peygamberlerden nasıl sorabilir? Ehl-i Sünnet müfessirlerinin geneli Peygamberimizin bu soruyu Miraç gecesinde, geçmiş peygamberlere sorduğuna inanmaktalar.[10]

Buna göre onlar belli bir tür yaşam şekline sahip oldukları için Peygamber’in (s.a.a) sorusuna cevap vermişlerdir. Öyleyse böyle bir yaşam şekline şu anda bizim Peygamberimiz de neden sahip olmasın ki?

b) Allah bir âyette[11] Peygamberimiz’e (s.a.a) Hz. Musa’nın (a.s) kıssasını anlattıktan “onunla görüşme yapmak” hususunda şüphe etmemesini buyurmaktadır. Kimi müfessirler âyetteki zamirin Allah’a ait olduğunu, “Onunla görüşme”nin “Likaullah” olduğunu söylemiş olsalar da, birçok müfessir şöyle tefsir etmiştir: Allah Teâlâ, Peygamberimiz’e (s.a.a) vefatından önce Musa’yla (a.s) görüşeceği müjdesini vermişti. Ardından Miraç gecesinde bu görüşme gerçekleşti.[12]

Hangi tefsirin doğru olduğu konusunu bir kenara bırakırsak hiç bir Ehl-i Sünnet âlimi Hz. Musa (a.s) vefat etmesine rağmen böyle bir görüşmenin gerçekleştiğini reddetmemiştir.

Kur’an-ı Kerim ölülerle görüşme imkânı olduğunu söylediğine göre kabirleri ziyaret etmek ve ölülerle manevî bağ kurmak şirk ve bid’at olabilir mi?

c) Kur’an bir başka yerde imanlı bir kişinin dünyadan göçer göçmez Allah’ın özel inayetine mazhar olduğunu ve şöyle dediğini bildirir:

“Keşke kavmim Rabbimin beni bağışladığını ve yüce derecelere ermişler arasına kattığını bilseydi?” [13]

Allah’ın İnsanlık İçindeki Asli Sözleri Allah’ın İnsanlık İçindeki Asli Sözleri

Bu sözün kıyamete ait olmadığı bellidir. Çünkü kavmi orada onun cennete gireceğini gözleriyle göreceği için böyle bir arzuda bulunmasının manası yoktur. Bu söz bu imanlı kişinin berzahına aitti ve kavminin onun bu durumundan haberi yoktu. Ehl-i Sünnet müfessirlerinin çoğu onun bu arzusunun gelecekten haber vermek değil de geçmişe ait olduğunu söylüyorlar.[14] Acaba Vahhabîler’e göre Peygamberimiz’in değeri -haşa- o imanlı kişiden daha mı az ki o böyle bir şuur ve hisse sahip olduğu halde Peygamber Efendimiz bunlara sahip olmasın?

d) Bazı âyetlerde Allah yolunda öldürülenlerin ölüler olmadıkları, aksine bazıları anlamasa bile onların diri oldukları, Allah’ın yanında rızıklandıkları[15], şehitlerin kendi arkadaşlarıyla manevî irtibat kurdukları ve onları korkmamaya, üzülmemeye davet ettikleri, Allah’ın iyilere sevap vereceği bildirilmektedir.[16]

Peygamber’in (s.a.a) yaşadığı ve Onunla manevî irtibat kurma imkânı olduğu aşağıdaki âyetlerden rahatlıkla çıkarılabilir:

1. Kur’an, Peygamberlerin ve sıddıkların makamlarının, şehidlerin makamlarından daha üstün olduğunu buyurmaktadır.[17]

Dolayısıyla şehitler, şehit olduktan sonra yaşadıklarına göre makamları onlardan üstün olan Peygamberlerin yaşaması şaşılacak şey mi?

2. Diri olmayı şehitlerle sınırlasak ve Peygamberlerin diri olmadıklarına inansak bile çoğu Şii’ye ve Ehl-i Sünnet’e göre Peygamber Efendimiz zehirlendiği için şehittir.

Dolayısıyla Peygamberimiz de amellerimizi gören yaşayan bir şehittir ve bizimle manevî irtibat kurma imkânına sahiptir.

Vahhabîlerin şüphesi Ehl-i Sünnet’i bile ikna edemediği için, onları ziyarete gitmekten ve manevî bağ kurmaktan alıkoyamamıştır.

Vahhabîlerin sorunu, âyet ve rivayetleri dikkatlice incelemek yerine onların zahiriyle yetinmeleridir. Bunun sonucunda düşüncelerinde bir nevi donukluk ve şartlanmışlık meydana gelmiştir. Öyle ki, ölülerle irtibat kurma hakkında olan kesin ve inkâr edilemeyen rivayetleri kabul etmekteler. Örneğin Peygamberimizin Bedir’de ölen kâfirlerle konuşmasını inkâr edemiyorlar.[18] Ve mezarlıktaki ölülerin, mezarlarının yanından geçen kimselerin ayak seslerini duyduklarına inanıyorlar.[19] Hatta Peygamber’in (s.a.a), kendisine selam verenlerin selamlarının cevabını verdiğine de inanıyorlar.[20] Ama selamın cevabını veren Peygamber’in, Allah’la kulları arasında vasıta olabileceğini itiraf edemiyorlar.

- - - - - - - - - - -


[1]     Bir grup Vahhabi, Peygambere (s.a.a) hayattayken tevessül etmenin ve istekte bulunmanın caiz olduğunu, ama vefatından sonra böyle bir şeyin boşuna olduğuna inanmaktalar.
[2]     Birçok hadis ve tefsirde âyetin bahsettiği kişinin Üzeyir Peygamber olduğu söylenmiştir. Bkz. Hakim-i Nişaburî, Müstedrek, c .2, s .282, Daru’l-Marifet, Beyrut, h.k. 1406.
[3]     “...Onlar da nefislerine zulmettikleri vakit sana gelerek Allah’ın, kendilerini bağışlamasını isteselerdi, Peygamber de onların bağışlanmalarını dileseydi elbette Allah’ın tövbeleri kabul edici rahim olduğunu görürlerdi.” (Nisa/64)
[4]     Bkz. Taberî Ebu Cafer, Camiu’l-Beyan fi Tefsiri’l-Kur’an, c. 3, s. 2, Daru’l-Marifet, Beyrut, h.k. 1412: “Bir aylık mesafeden korku vesilesiyle yardım edildim.”
[5]     a.g.e., c. 3, s. 203.
[6]     Tahrim, 4.
[7]     “Ey inananlar, yemeğe davet edilmeden Peygamberin evlerine gitmeyin, davet edilirseniz...” (Ahzab/53)
[8]     Nisa, 64.
[9]     Zuhruf, 45.
[10]    Kurtubî, Muhammed b. Ahmed, el-Cami li-Ahkami’l-Kur’an, c. 16, s. 95, İntişarat-ı Nasır Hüsrev, Tahran, h.ş. 1364.
[11]    Secde, 23.
[12]    el-Cami li-Ahkami’l-Kur’an, c. 14, s. 108.
[13]    “Denildi ki: “Gir cennete.” Dedi ki: “Ne olurdu kavmim de, Rabbimin beni neden bağışladığını ve yüce derecelere, ermişler arasına kattığını bilseydi.” (Yasin/26-27)
[14]    el-Cami li-Ahkami’l-Kur’an, c. 16, s. 20, İntişarat-ı Nasır Hüsrev, Tahran, h.ş. 1364.
[15]    Bakara, 154, Âl-i İmran, 169.
[16]    “Onlar, henüz kendilerine katılmayanlara... müjde vermeyi isterler. Allah, inananların ecrini zayi etmez.” (Âl-i İmran/170-171)
[17]    “...Onlar Allah’ın, nimetleriyle nimetlendirdiği peygamberlerle, gerçeklerle, şehitlerle ve iyi adamlarla eş olur...” (Nisa/69)
[18]    Sahih-i Buharî, c. 5, s. 9, Daru’l-Fikr, Beyrut, h.k. 1401.
[19]    Sahih-i Buharî, c. 2, s. 92.
[20]    Müsned-i Ahmed, c. 2, s. 537, Daru’s-Sadr, Beyrut, tarihsiz.
Editör: Hasan Bedel